Ömür,
çok sevdiği siyah uzun topuklu ayakkabısının yere değmesiyle oluşan sesin
yankısını dinleyerek sokakta ilerliyordu. Sabahın erken saatleri olmasaydı
belki de bu sesin farkına varmayacaktı. Etrafta tek tük insanların dışında
kimsecikler yoktu. Sonbahar artık valizini toplamış, başka bir diyara
yolculuğuna günler kalmıştı. Dükkânlarını yeni yeni açmaya başlayan esnaflar,
sonbaharın son haftalarını yaşadıkları bugünlerde kepenklerini açarken soğuğun
yelpaze gibi yüzlerine vurmasıyla defalarca yeniden uyanıyorlardı. Her biri
kışı korkuyla bekler gibiydi. Ömür işyerine geç kalacaktı ama umurunda değildi,
her sabah olduğu gibi yine yol üstündeki fırına girdi. Sıcak ekmeğin mis gibi
kokusunu iliklerine kadar içine çekti. Açlığının bir kez daha farkına vardı. Zaten
akşam da birkaç bisküvi atıştırıp uyumuştu. Kasanın yanındaki camekâna özenle
dizilmiş poğaçalara, simitlere, açmalara ve ketelere baktı. Kasadaki genç
delikanlı ne alacağını, kaç tane alacağını, ne kadar para uzatacağını ve
mutlaka cevabı “hayır” olan o soruyu soracağını biliyordu. Neredeyse her sabah
aynı saatte gelen bu bayanla her sabah aynı konuşmalar tekerrür ederdi.
Delikanlı onu her gün gördüğü için yüzüne, konuşmasına alışmış, içten içe ona
ısınmıştı. Bazen aşina olmak da sevmeye yeterdi. Tek üzüldüğü daim müşterisi
Ömür’ün bir kez olsun başını kaldırıp kendisine bakmayışıydı. Oysa bir kerecik
baksa belki de ona olan ilgisini fark edecekti. Ömür’ün ise sanki içinde bir
sıkıntı vardı ve o sıkıntı kendisini tutsak etmiş gibiydi. Yüzünü kaldırıp etrafa
bakmasa kimseciklerle yüz yüze gelip muhatap olmasa işte o vakit özgürdü.
“Günaydın…”
“Günaydın,
hoş geldiniz.”
“Tuzlu
kete var mı?”
“Hayır,
hepsi şekerli…”
“İki
susamlı poğaça alayım.”
Genç,
eline giydiği şeffaf eldivenle, poğaçaları en ufak harekette ses çıkaran
kahverengi kesekâğıdına, kesekâğıdını da poşete koyduktan sonra Ömür’e önce
poşeti ardından da aldığı beş liranın üzerini verdi.
“Afiyet
olsun.”
“Hayırlı
işler…”
Ömür’ün ömrü bu sokaklardan her
sabah koşturur gibi yürümekle geçiyordu. Zayıfça, yuvarlak yüzlü, kumral bir
bayandı. Yüzünde en ufak bir leke olmadığı gibi artık ele avuca sığmayan yaşama
sevinci de kalmamıştı. Bir yıl evli kaldıktan sonra eşiyle ayrılmış, yeniden
baba evine dönmüştü. Pişmanlığını içinde yaşıyor, önce evlendiğine sonra
sabredemediğine ardından boşandığına ve baba evine döndüğüne yanıyordu. İki
yıla yakın zamandır yeni düzenine alışmaya çalışıyor, ancak işyerine gidip
gelirken sessizliğin ve özgürlüğünün tadını çıkarabiliyordu. Giyinişinden
sözlerine, bakışlarından saç modeline kadar herkesin her şeyine karışmasından
yorulmuştu. Tanıyanlar da tanımayanlar kadar çok soru soruyor, sanki onun
geleceği için kendilerinden daha çok ona kaygılanıyorlardı. İnsanlardan günden
güne soğuyordu.
İş yerinde gün boyu yaptığı temizlik
işi, onu fazlasıyla yorsa da kendi sıkıntılarından bir nebze uzaklaşabiliyordu.
Bedeni ise çalışmaktan terliyor, beline kadar uzattığı, tarayıp arkadan
bağladığı saçları dağılıyor, ütülü elbisesi kırış kırış oluyordu. İş dönüşü
aldığı duş bedensel yorgunluğunu atıyor, günden eser kalmıyordu.
Üç katlı bir İşhanı’nda çalışıyordu.
Bu İşhanı’nda herkes kendi işini yapıyor, çoğu masa başında evraklarla
uğraşıyorlardı. En güzeli de mecbur kalmadıkça kimseyle muhatap olmak zorunda
kalmıyordu. Allahtan ki çay ocağına bakan öteki kadınların yerinde değildi.
Öyle olsa “İki çay, bir kahve, bir nane-limon” sözleriyle başı şişecek, belki
de bir gün yorgunluğun verdiği cesaretle birine bağırıverecek, zar zor bulduğu
işinden de olacaktı. Yaşamak sabır işi olmuştu. Başkalarından çok kendine
sabretmek günbegün daha da zorlaşıyordu. Kendisiyle beraber çalışan kat
görevlisi Meliha Hanım ile birlikte yaptıkları kahvaltıda onunla dertleşiyor,
aralarında kalacağından emin halde her sıkıntısını onunla paylaşıyordu. İmkânı
olsa, konu komşu karışmasa, ailesi karşı çıkmasa ayrı bir ev tutar, geçmişinden
kaçar, geleceğe dair sağlam kararlar alırdı. Zaten otuz yaşına yaklaşmış biri
olarak baba evinde kendini fazlalık hissediyordu. Çaylarının yanına haftada bir
evden getirdikleri peyniri de katık ediyor, birbirlerine arada zoraki
gülümsüyorlardı.
“Tuzlu kete yoktu, yine poğaça
aldım.”
“Ömrümü tükettin Ömür! Madem
seviyorsun başka yerlere sor. Adamlar yapmıyor işte!”
“Ne bileyim, hem yolumun üstü hem
geç kalırım diye… Hem de kolayına kaçtığım bir alışkanlık…”
“O halde söylenme, haydi… Biliyor
musun ben eşime daha ilkokulda âşık olmuştum.”
“Hadi canım, nasıl?”
“Sınıfta fıkra anlatabilen tek
çocuktu ve anlatmaya başlayınca gülmekten anlatamadığı olurdu. Ben
kahkahalarına âşık olmuştum.”
“Ben de senin tam tersine ağlayan
bir çocuğa…”
“Sahi mi?”
“Evet, sınıf başkanıydı. Beden
dersinde bahçeye çıktık. Musa öğretmen ‘büyüyünce kimlerin sporcu olacağı bu
yarışta belli olacak,’ diyerek erkek öğrencileri sıraya dizdi. Hepsi var gücüyle
koşuyordu ama sınıf başkanımız koşarken fena düştü; kolu baştanbaşa yaralandı,
kan revan içinde kaldı, çok ağladı. Pansuman yapılırken dahi öyle çok ağladı ki
o an âşık olmuştum.”
“Zaten kızlar ya ulaşamayacağını
sandıklarına ya da acıdıklarına âşık olur. Sonra ne oldu?”
devam edecek...