“Çok güzel!”
diyerek gülümsedi Reyyan. Gözlerindeki sevinç, yan masalarda oturanlar
tarafından da anlaşılıyordu. Kafe çok kalabalık olmadığından dolayı bahçedeki masalarda
oturanlar uzun süredir birbirine bakmaktan tanıdık imajı vermeye başlamıştı. Reyyan,
elindeki kutudaki yüzüğe uzun uzun baktı, sonra başını kaldırıp evleneceği
adama göz kırptı. Nihayet bir yıldır beklediği teklifi almıştı, daha ne
istesindi. Evet, yüzük hayal ettiği gibi gösterişli ve muhtemelen pahalı
değildi hatta en ucuz yüzüklerden olduğunu belli ediyordu ama Reyyan seviyordu
Cafer’i. İlerde daha iyisini alırdı elbet.
“Çok güzel!” diye aşağılayıcı bir
ses tonuyla bağırdı annesi. Salata yapıyordu ve sinirinden yanına
yaklaşılmayacağı belliydi. “Ne demek bu yaz evleneceğiz, annene babana
sormadan, kendi başına yüzük takmalar, gezmeler, konuşmalar! Sen beni öldürecek
misin kızım! Çok güzel, çok güzel yetişirmişiz seni! İşi yok diyorsun! Senin
tezgâhtarlık maaşınla mı geçineceksiniz? Elinden telefon düşmediğinden
belliydi!” diye bağırırken marulları öylesine kesiyordu ki kızı korkudan sesini
çıkaramadı. Zamanla kabul ettirirdi elbette. Hele ağabeyi duysa kırardı
bacaklarını. Şimdilik annesinin üstüne gitmemek faydalıydı.
“Çok güzel…”
dedi komşu Hilal Hanım, “Tadı mükemmel… Nasıl da kabarmış sünger gibi. Ben süt
ile yapmıyordum keki ama inanın tadı harika olmuş. Tarifini almalıyım,” diyerek
çayından bir yudum aldı. Ardından da kaşını gözünü oynatıp Reyyan’ı akşam
apartman önüne kadar getiren o hafif toplu, spor giyimli genci sordu. Baştan
ayağa süzmüş olmalıydı. Al işte diye geçirdi Münevver aklından, konu komşu
sormaya başlamıştı, laf edeceklerdi. Kızın durduk yere kısmeti de kapanacaktı.
Ne diyecekti şimdi? Benim kız bizden habersiz gezmiş, tozmuş evlenmeye karar
vermiş mi diyecekti? Sustu. Yalan da söyleyemezdi. Evdeki kanepeleri, halıyı,
duvarları inceledi göz ucuyla. İçinden
sabır çekti. Uzun bir sessizlikten sonra derin bir iç çekerek “Gençlerin işine
akıl sır ermiyor komşu, laf anlatamıyorum, başa çıkamıyorum!” dedi. Arkası
geldi konuşmaların, Münevver’in de bildiği pek bir şey yoktu. Komşu daha iyi
gözlemlemişti sanki.
“Çok güzel!”
dedi mağaza sahibi. “İyi bir seçim yaptınız hanımefendi, isterseniz bunun mavi
renkli olanı da var, çiçek desenli.” Manifaturacının gözleri parlamıştı.
Epeydir böylesine yüklü bir alışveriş yapan olmamıştı. Reyyan anne babasına arada konuyu açsa da hiç yumuşatamamış, henüz işi olmayan bir adamla evlenmesine ikna edememişti. Üstelik son haftalarda maaşından gizli gizli ev ihtiyaçlarını almaya başlamıştı. Cafer
bu alışverişlerde onu hiç yalnız bırakmıyor, ne alacağına karışmıyor, sadece
paketleri taşımakla yetiniyordu. Nasıl olsa parayı ödeyen de oydu. Reyyan’ın
“İş bulabildin mi hayatım?” sorularına hep aynı cevabı veriyordu. “Arıyorum bir
tanem, merak etme sen.” Oysa Reyyan bir çaba göremiyordu. Bir yıldır hiçbir gelişme
yoktu. İş beğenmiyordu.
“Çok güzel,”
dedi Cafer’in anası. “Güzel seçmişsiniz nevresimleri, havluları…” diyerek
mutfakta gelin adayının sırtını sıvazladı. Bir nikâhla gelin gelecekti bu eve.
Reyyan’ın, anne ve babası şimdilik bilmeyecekti durumu. O yüzden aldıklarını bu
eve getiriyorlar, kendilerine ayrılmış odaya yerleştiriyorlardı. Cafer’in anası
da son iki aydır işin ciddiyetini anlamıştı. Güzeldi Reyyan, becerikliydi. Zaten
sorumsuz oğluna bundan iyisini bulamazdı ya. Hem Reyyan, her uğradığında hemen
evin kızı olabiliyordu. Kayınvalide onlara ayırdığı odaya bir yatak odası takımı
alacağına söz vermişti. Ortak yaşayacakları için başka ihtiyaçları söz konusu
olamazdı. Reyyan, nikâhta gelinlik giymek istediğini söylediğinde “kiralarız
yavrum” demişti kadın. Sonuçta askerliğini yapmış gelmiş, lise mezunu ama işsiz
bir genç idi damat adayı. Üstelik rahmetli babasından kalan emekli maaşıyla
geçiniyorlardı. Anası “Evladım, adam gibi bir iş bul artık,” diyerek yeniden
sıkıştırdı oğlunu. Cafer, her gün duyduğu bu cümleyi kulak arkası edip tezgâhın
üzerindeki bisküviden attı ağzına. Reyyan’ın doldurduğu çayları salona taşıması
için oğluna işmar etti. Fakat tepsiyi Reyyan aldığı gibi “Bir bardak içip hemen
çıkmayalım,” dedi.
“Çok güzel,”
dedi Cafer. “Çok güzel bir haber bu!” dedi. İşin ciddiyetini anlayamıyor
gibiydi. Bir bebekleri olacaktı. Henüz nikâhları kıyılalı dört ay olmuştu ve
Reyyan hamileydi. Anne ve babasını aramış, nikâhına davet etmişti ama ne yazık
ki ailesi kızlarına tepki koymuş, gitmedikleri gibi ona tamamen küsmüşlerdi.
Böyle olmamalıydı. Ağabeyi de artık o eve adım atamayacağını, karşısına çıkarsa
onu öldüreceğini söyleyerek noktayı koymuştu. Reyyan, kendini iki aydır mutsuz,
kimsesiz, çaresiz hissediyordu. İşe gitmiyor olsa bu evde iyice bunalırdı. Hayal
kırıklığına uğramıştı. Cafer öğleye doğru uyanıyor, anasıyla kahvaltı yapıp
kahveye takılıyordu. İş aradığı falan da yoktu. Gamsızdı. Sadece lafta kalmıştı
bazı şeyler. Aldıkları yatak odası takımından başka gönlünü alan hiç bir durum
olmamıştı. Kayın valide Reyyan’a eve para getiren, ev işlerine yardım eden biri
gözüyle bakmaktan ileri gidememişti. Şimdi bu çocuğa nasıl bakacaklardı? Bir
sürü ihtiyacı olacaktı. Nasıl büyüteceklerdi? Cafer’in umurunda değildi, annesi
de “Allah, kısmetini verir zahir,” deyip geçiştiriyordu. Reyyan işten gelir
gelmez mutfağa giriyor, sofrayı kuruyor, kayınvalidenin pişirdiği yemeği servis
ediyordu. Bulaşıkları yıkarken Cafer sadece yanağına öpücük kondurmaya
uğruyordu. Üstelik onunla eskisi gibi konuşacak konu da bulamıyordu. Cafer
gözünden düşmüştü. Reyyan bu döngüden sıkılmış, geleceğe dair endişeleri
artmaya başlamıştı.
“Çok güzel,”
dedi hemşire. “Nur topu gibi bir kızınız oldu,” diyerek Reyyan’a baktı. Gözlerinde
ışık vardı ama hiç dermanı yoktu. Bebeği olduğuna sevinmiş gibi görünmüyordu. Endişeli
bakışlarla uzattı kollarını. Pamukla silinmiş, sarmalanmış bebeği kucağına aldı.
Hemşire, sık sık emzirmesini, dikkat edeceği noktaları söyledi. Kayınvalide ve
Cafer kapıdaydı, bir süre konuştuktan sonra ikisinin de yüzü düşmüş bir halde içeri
girdiler. Reyyan’ın başına bağladığı kırmızı kurdele olmasa sarılık geçirdiği
sanılabilirdi. Doktor da demişti. İyi beslenememişti hamileyken. Kendine bundan
sonra daha iyi bakmalıydı. Üç kilo doğmuştu çocuk, minicikti elleri, ayakları, gözleri
cin gibi bakıyordu. Kayınvalide gelinine elleri titreyerek bir büyük altın taktı.
Bir an evvel eve gelmeleri için sabırsızlanıyordu çünkü ev işlerinden şikâyetçiydi.
Gelini hafta sonu dip köşe temizlik yapıyordu sonuçta. İyileşince de yeniden işe
başlaması taraftarıydı. “Çocuğa ben bakarım,” diyordu. Zaten oğlan iş
bulamamıştı. Yoksa nasıl geçineceklerdi? Yarın öğle ziyaretine Cafer gelecekti
sadece. Odadan çıkarken anasının gözüne bakıyordu Cafer. Kapının önünde oğluna
verdiği nasihatten birkaç cümleyi duydu Reyyan. “Anasıgille barışmazsa biz bu
masrafın altından kalkamayız, tek benim torunum değil ya… Ne yap et, barıştır
şunları. Olmazsa eve gelmeden önce onlara gitsin el öpmeye…” Reyyan’ın gözlerinden
dökülen yaş bebeğin yanaklarına düştü.
“Çok güzel!” dedi annesi. “Bir de
çocuk mu yapıp geldin kapımıza! Çok güzel! Aferin sana. Telli duvaklı gitmiş
gibi ne cesaret geliyorsun sen bu kapıya!” diye bağırdı. İçeri almamak için
kapının önüne dikilmişti. Reyyan, çok zayıflamış, gözlerinin altı çökmüş, mor
halkalar oluşmuştu. Henüz yirmi ikisindeydi oysa. Uzun saçları kesilmiş,
canlılığını da yitirmişti ruhu gibi. Reyyan, sırtındaki ağır çanta, kucağındaki
bebek ile yalvarır gözlerle bakıyordu. Annesi bu farklılıklara hiç değinmedi;
elbette biliyordu gittiğinden beri yokluk içinde yaşadığını. Evdeki rahatlıktan
bir “Seni seviyorum” lafına kapılıp cahillik ettiğini. “Şimdi baban, abin gelir,
git buradan, yeminliyim seni eve alamam! Bize mi sordun bunları yaparken? Başımızı
öne eğerken! O serseri kocan baksın sana!” dedi annesi. Reyyan’ın gözlerinden
yaşlar akıyordu. “Affet anne, siz olmadan olmuyor, artık o eve gitmek
istemiyorum,” diyordu. Dinlemedi kadın. Kapıyı çarptı. Kapının arka tarafında
elleriyle ağzını kapatarak, sesini çıkarmadan hıçkırarak ağladı. İki aylık olmuştu
torunu ama korkudan bakmamıştı bile bebeğin yüzüne. Affedemezdi. Oysa Reyyan,
evden çıkarken bir süre annemlerde kalayım, hem barışırız hem siz de geceleri
uyursunuz diyerek ayrılmıştı. Sırtındaki çantasında birkaç kıyafet, gizlice biriktirdiği
paralar, takılan altın, kimliği ve günlüğü vardı Reyyan’ın.
“Çok güzel,”
dedi Mahmut Efendi, “Bu deterjan öncekinden daha güzel kokuyor Reyyan Bacı,”
diye ekledi. Sildiğinde basamakların mis gibi kokusunu seviyordu. “Şimdi de şu
çöpleri atıver,” diyerek poşetleri gösterdi. Mahmut Bey, apartman
yöneticisiydi. İki yıldır altı katlı bu binada kapıcılık yapıyordu Reyyan. Bu
zaman zarfında kimseler bulamamıştı onu. Annesinin kapıyı kapatmasıyla karar
vermiş, en yakın şehrin otobüsüne binip
bilmediği bu şehre gelmişti. Gizlice biriktirdiği para, kayınvalidesinin
taktığı altın ile birkaç hafta idare etmişti. Erkek kapıcı arayan bir apartmana
kucağındaki yeni doğanıyla kabul ettirmişti kendisini. Eski kapıcıdan kalan
birkaç parça ev eşyası vardı kalacağı yerde. Kira derdi de yoktu. Apartman
sakinleri de halı, perde, tencere yardımı yapmıştı. Bir odalı dairesinde
mutluydu. Anne babasının nefreti, ağabeyinin korkusu, Cafer’in umursamazlığı,
kayınvalidenin “Kendi geldi katlanacak” sözleri yoktu bu dört duvar arasında.
Mutluydu.
“Çok güzel,”
dedi kızı. “Çok güzel saçları da var anne!” Teşekkür etti annesine, ne zamandır
böyle bir bebek istiyordu, işte almıştı annesi. Saçlarını tarayacak, yedek
elbiselerini giydirecek, evcilik oynayacaktı. Beş yaşına giriyordu artık. Zaman
çabuk geçiyordu doğrusu. Bu süreçte Cafer’den de avukat aracılığıyla
boşanmıştı. Hiç itiraz etmemişti Cafer de anası da. Kendi anne babasından da
arkadaşı Selvi’den haber alıyordu. Annesi çok zayıflamıştı. Babasının da yüzü hiç
gülmüyordu. Ağabeyi halen çok kızgındı. Zaten düşünmüyordu dönmeyi. Adını bile
anmadıklarını söylemişti Selvi. Ansalar bile Selvi nerden bilecekti ki? Onlar
iyi olsun yeter diyordu Reyyan. Kapı vuruldu. Nazlı koşarak açtı.
“Çok güzel!”
dedi, Mahmut Bey, “Sen büyüdün de kapıyı mı açıyorsun artık. Aferin sana.”
Ardından annesini çağırmasını istedi. Müsaitse kızını da alıp kendilerine
çıkmasını istiyordu. Eşi Hatice Hanım, hayırlı bir iş için onunla konuşmak istiyordu.
Anlaşılan, yine bir talibi vardı. “Olmaz Mahmut Abi,” dedi Reyyan. “Söylemiştim
Hatice Hanım’a, evlenmek mi, bir daha asla!” dedi, başını öne eğdi. Onları kırmak istemiyordu ama bu kaçıncıydı.
Evlenmeyi kesinlikle düşünmüyordu. Halinden memnundu, kızıyla kendine
yetiyordu. Bir kız ailesini kaybettiğinde her şeyini kaybetmiş sayılırdı.
Reyyan, kendine iki kişilik bir aile kurmuştu ve huzurdan başka isteği yoktu. Özür
dileyerek kapıyı kapattı. “Çok güzel,” diye mırıldandı. “Hayat, huzur varken
çok güzel…”