“Zaten
kızlar ya ulaşamayacağını sandıklarına ya da acıdıklarına âşık olur. Sonra ne
oldu?”
“O günden sonra hiçbir koşuya
katılmadı, Musa öğretmene ben sporcu olmayacağım, babam gibi ekmekçi olacağım
demişti.”
“Yazık… Ne oldu acaba?”
“Bilmem ki… Babasını kaybettikten
sonra okumadığını duymuştum ama hiç görmedim bir daha.”
“Müdür Bey de bizi böyle görürse iyi
olmayacak! Acele edelim, koridorları bile silmedik daha.”
Kahkahalar yükseldi. İlk aşk kadar
masum olanı var mıydı?
“Alt katı sen paspasla bugün.
Lavaboları yıkama sırası bende.”
“Olur.”
Meliha iyi kadındı. İki çocuklu,
kendi halinde, kocasından başka kimseye yalan söylemeyen tasarruf meraklısı
biriydi. Biriktirdiği paralarla çocukları için kocasından gizli çeyiz hazırlığı
yapar, çoğu zaman bu işi abartırdı. Son zamanlarda evine sebze meyve almayı
dahi kısar olmuştu. Eşi Süleyman para vermese belki de çeyiz uğruna hiç eve
bakmayacaktı.
“Mavi su var mıydı dolapta?”
“Var ama bence kullanma. Fayans
araları hep açılmış. Laf duyacağız. Her şeyi tadında bırakmak lazım…”
Son lokmasını da ağzına atarak
peynir kabını kapattı. Küçük masanın üzerine dökülen parçaları peçeteyle
silerek kese kâğıdına aldı. Buruşturup -içi raflarla dolu temizlik deposu
olarak bilinen oldukça geniş sayılabilecek bu odanın- çöp kutusuna attı.
Meliha
malzemelerini almış, mavi önlüğünü giydikten sonra birkaç yerinden çekiştirip
düzelterek çıkmıştı. Kendisi de bir an önce işe koyulmalıydı. Bugünlerde
söylenen olur olmaz laflara aldırmayacağına dair kendine söz vermesine rağmen
bazı cümleler bütün gün kullandığı paspasın ileri geri hareketiyle aklına gelip
gidiyordu.
“Birini
bulalım da evlen! Dul kadına iyi bakmazlar!”
“Babana
elbet yükün yok ama adamın zihni yoruluyor!”
“Allah’tan
ki beben yok, bir yastığınla kime gitsen kabul eder.”
“Çirkin
değilsin, bakımlı da olma sakın…”
Akşama
dek düşünüyor, ne yapması gerektiğini bilemiyordu. Komşu Zarife’nin dediği kırk
yaşındaki o adama da ‘hayır’ demekle hata mı yapmıştı? Zarife Hanım da adamı
öyle bir övmüş, öyle mübalağa yapmıştı ki bulunmaz Hint kumaşı olsa ona varası
kalmamıştı. O kadar iyiydi de bu yaşa kadar niçin evlenmemişti? İlla bir kusuru
vardı, dul kadını kabul ettiğine göre ya anası arsızdı ya kendisi. Belki de
sicili karışıktı. Meliha aceleyle gelip bir bez alırken ‘hâlâ çıkmadın mı?’
diyen bakışlarla Ömür’ü baştan sona süzdü.
“Tamam,
çıkıyorum.”
İşe
başlayınca vakit hızlı geçiyordu. Ömürden bir gün daha geçmiş, heyecanı olmayan
bu monoton hayat yine yüzüne sonradan belirginleşecek, koyulaştıkça can
acıtacak çizgiler atıp gitmişti. Gökyüzü güneşi uğurlamaya başlamışken eve
dönme vaktiydi.
Malzemelerini
yerlerine yerleştirdi, önlüklerini dolaplarına asmıştı. Yere eğilmekten
ikisinin de boyunları, belleri ağrımış, gözlerinin feri gitmişti. Yorgunluğunu
evine varıp odasına uzandığında daha da iyi anlayacaktı. Ellerine baktı; avuç
içleri nasır tutmuştu.
Ertesi
gün yine aynı şeyler olacaktı. Allahtan akşamları yürümüyor, iş yerine ait
servis eve bırakıyordu.
Ömür
eve gider gitmez elini yüzünü yıkayıp üzerini değiştirdi. Yorgun olduğunu,
yatacağını söyleyerek odasına çekildi. Odasında bir kanepesi, küçük kare bir
masası, anteni eğilmiş bir radyosu ve bir türlü bitiremediği elişi vardı.
Köşeye yığılmış evliliğinden kalma koliler ise her baktığında yüreğini
acıtıyordu. Annesi yine söylenmiş, odasına doğru seslenerek, hiç yüzünü
göremediklerinden, ev işlerine yardım etmediğinden dem vurmuştu. Üç odalı bu
evin işlerine ancak hafta sonları yardım edebiliyordu. Ev bu akşam yine
sessizdi; anne ve babası kısık sesle televizyon izleyerek uykularının gelmesini
bekliyorlardı. Onun bekleyecek dermanı da vakti de yoktu.
Bütün
gece deliksiz uyuduğunu sabah gözlerini dinlenmiş halde açtığında fark etti.
Çok uyuduğundan şikâyetçiydi ama uyku onu düşünmekten, üzülmekten,
çaresizlikten kurtaran tek ilaçtı. Duşunu alıp elbisesini, ten rengindeki
çoraplarını, annesinin sürekli ‘giyme’ diye uyardığı fakat bir türlü
vazgeçemediği topuklu ayakkabılarını giydi. Seviyordu; kendisini özel
hissediyordu.
Sessizce
evden çıktı. Bu kez saati geç kalmadığını bağırıyor, saatine her baktığında
rakamlar yüzüne gülüyordu. Arkadan bağladığı saçları yüzüne gelen ılık rüzgârla
savruluyor, sabahın serinliğini derin nefeslerle içine çekiyordu. Fırına
geldiğinde çantasını açtı. Bu kez Meliha’yı dinleyecek, fırın sahibine tuzlu
kete olup olmadığını sormayacaktı:
“Günaydın, iki poğaça alayım.”
Genç bu defa sormadığından olsa
gerek hafif sesli halde güldü. Onun gülmesi, Ömür’ün dikkatini çekmiş,
şaşırmış, anlam verememişti. Başını aniden kaldırıp gence dikkatle baktığında
masum gülüşün ardındaki gözlerinin güzelliğini, dişlerinin beyazlığını yana
taranmış birkaç beyaz telle daha çekici gösteren saçlarını, kaslı kollarını
fark etmişti. Kendi yaşlarındaydı. Bakışlarını bir dakika boyunca ondan
alamadan baktı. O da bakıyordu. Hem de uzun zamandır bu anı beklediğini belli
etmeden, kalbinin heyecanını susarak gizleme çabasında Ömür’e bakıyordu.
Güzel kadındı doğrusu. Hele bu sabah
daha da güzeldi. Rüzgârda savrulan saçlarından birkaç tel alnına dökülmüş, her
sabah umutsuz bakan gözlerine uykusunu iyi aldığından olsa gerek sanki fer
gelmişti. Genç hala gülümsüyordu ve Ömür nedenini bilmiyordu.
“Poğaça istemiştim.”
“Tuzlu keteyi sormadınız.” Ses
tonundaki ima Ömür’ün gözünden kaçmamıştı. Yoksa onu beğendiğini belli mi
etmişti? Bunu kesinlikle istemezdi. Ne de olsa duldu ve durumunu zannettiğinden
daha fazla kişi biliyor olmalıydı.
“Cevabı aynı olduğu için olmasın.”
“Yanıldınız, tuzlu kete var. Hem de
size özel yapıldı.”
Ömür duyduklarına şaşırmıştı.
Kendine özel kete yapıldığını öğrendiğinde yüzünde iyiden iyiye bir gülücük
belirdi. Ne diyeceğini şaşırdı.
“Şaka olmalı.”
“Hayır değil. Yalnız sizin keteniz
içerde. Başkasına yanlışlıkla vermeyelim diye…”
O anda içeri giren dört uyku
mahmuru, gencin sözünü keserek isteklerini söylerken Ömür beklemeye koyuldu.
Saatine baktı. Bunları beklerse gecikecekti.
“Ben alsam, mahsuru olur mu?”
“Hayır, çok iyi olur.” Yeniden gülümserken
kese kâğıtlarına poğaça ve simit koyuyor, bir yandan para üzerlerini veriyordu.
Acele ediyor, hızlandıkça da eli yağına dolaşıyordu.
Ömür, arka tarafa doğru ilerlerken
arkasından ona seslendi;
“Kapıdan girişte sağ tarafta
hanımefendi. Üçüncü ya da dördüncü rafta olmalı…”
Uzun süre ses gelmedi. Arıyor
olmalıydı. İçerideki bölüm küçük pencereden ışık alan altı adımlık uzunca bir
odaydı. Un çuvalları, raflar ve kesekâğıtları burada muhafaza ediliyordu.
Müşterileri gönderdikten hemen sonra o da ardından gitti. Kapıdan girer girmez
çarpışmalarıyla hafif bir çığlık oldu. İçerinin loşluğu kadar gencin hızlı
girişi de buna neden olmuştu.
“Affedersiniz, bulamadınız diye
geliyordum.”
“Biraz zorlandım ama buldum. Sanırım
buydu.”
Ömür elindeki poşeti gösterse de
genç poşete değil Ömür’ün dinlendirici yüzüne bakıyor, gözlerini ondan
alamıyordu. O da aynı durumdaydı. Aralarında yarım metreden az mesafe vardı.
Ömür delikanlıdan gelen beden kokusunu sıcak ekmeğin kokusundan ayırabiliyor,
ona hissettirmeden içine çekiyordu. Gencin söyleyecek söz bulamayışı,
bakışlarındaki arzu ve hızlı nefes alışı da Ömür’ün gözünden kaçmamıştı. Olduğu
yerde ikisi de konuşmadan ve kımıldamadan epeyce durdu. Kapının açılışı, kimse
yok mu diye içeriye doğru seslenilmesi, tekrar kapanması çok uzun sürmedi.
Uzun bir sessizlik fırına hâkim
oldu, yarım saat kadar bir zaman geçti. İkisi de derin nefeslerden başka ses
duymuyordu. Ömür, dağılmış saçlarını ve eteğini aceleyle düzelterek şaşkın
halde iç odadan çıkarken tuzlu ketesini tamamen unutmuştu. Hiç konuşmamışlardı.
Genç o çıkarken üzerinde atleti ile nefes nefese seslendi. Kollarındaki yara
izlerini gören Ömür ona dikkatle baktı. Şaşkınlığı heyecanını bastırmıştı.
İnanamıyordu. O ise kendisine bir şey söylüyordu;
“Adım
Faruk…”
Sustu,
yutkundu, kekeledi.
“Biliyorum.”
Ömür, işyerine doğru adımlarını
atarken, son yarım saatte yaşadıklarına inanamıyor, işe geç kaldığını bile
umursamıyordu. Faruk, ilk aşkı… Ve yıllar sonra onunla… Nasıl bir tevafuktu bu?
Bu günaha nasıl girmişti? Bu nasıl bir şeydi? Nasıl olurdu?
Olmuştu!
Aradan
geçen günlerde Ömür o fırına bir daha uğrayamamıştı. Aynı gün işten çıkarılması
da yaşadıklarının tuzu biberi olmuştu. Öğleye doğru işsiz bir bayan olarak eve
gelir gelmez, annesine sadece işyerinde olanları, temizlik işine patronun bir
akrabasının alındığını ağlayarak anlatmış, duşunu almış, namaz kılıp tövbe
etmişti. Annesi işten ayrılmasına önce üzülse de en azından artık hep evde
olacağını düşünerek içten içe sevinmişti. En azından el âlemin ‘dul kadının çalışması
iyi değildir’ laflarını artık duymayacaktı.
Ömür,
o gün hiç odasından çıkmamış sabaha kadar olanları düşünmüş, inanamamış, bazen
dudağını ısırmış, bazen gözyaşını silmiş, dualar etmiş, arada gülümsemiş ama
daha çok ağlamıştı. En çok da kendisini tanıyıp tanıyamadığını merak ediyordu.
Hem kendini hem masum sevdasını hem de onu günaha sokmuştu. Sabaha doğru ancak
uyuyabildi. Huzuru bulduğu uykularını kaçıran bu iş için kendini çok suçlu
hissediyordu. Yaklaşık dört ay boyunca bu her gece böyle devam etti.
Bazı
geceler onun adını sayıkladığını kimseler bilmedi, bilmesindi.
Kış
kapıya dayanmış, karın soğuğunun ısrarla vurduğu camlarına evin buharı ile
resim yapılır hale gelmişti. Odasının penceresini eliyle silerek karın yağışını
seyrediyor, kar tanelerinin masumluğundan utandıkça gözyaşı döküyor, onu
özlediğini kendine bile itiraf etmiyordu. Sık sık uğrayan arkadaşı Meliha’ya
bile “Hataydı” diyor, gözlerini kaçıyordu. “Hem de o olduğunu bile bilmeden…
Nasıl yaptım bunu bize?”
Meliha
da aynı fikirdeydi. Olacak iş değildi! Bu nasıl bir kör cesaretti!
O
gece de uykusunda hep onun adını sayıkladı.
“Faruk!
Faruk! Dur! Sen başkansın!”
Faruk
hissediyor muydu? Çığlık çığlığa uyandığında etraf karanlıktı ve Ömür yine kan
ter içindeydi. Yatağına oturdu. Düşündü. Düşünceleri önce beynini sonra kalbini
yokladı. Uzun zamandır sevilmeye hasretti yüreği… Faruk’un bakışlarında,
dokunuşlarında, sarılmasında sevgiyi mi bulmuştu? Hayır, bu o kadar basit
değildi. Yoksa Faruk’a âşık mı olmuştu? Hayır, hayır… Aşk değildi bunun adı;
hataydı, çılgınlıktı, günahtı.
Peki,
bunca zaman geçmesine rağmen neden aklından çıkmıyordu?
Sabaha
kadar yatakta dönüp durdu; uyuyamadı. Günün ağarmasıyla birlikte kalkıp elini
yüzünü yıkadı. Kararını vermişti. Yanına gidecek, onu görecek, konuşacaktı.
Acaba o da kendisini bekliyor muydu? O da özlemiş olabilir miydi? Belki de onu
kendisinden önce tanıdığı için ona kete yapmıştı, öyle olsa neden adını
çıkarken söylemişti? Belki de her sabah kendisine tuzlu kete hazırlıyor, bin
bir ümitle Ömür’ün gelmesi için pencereden yolunu gözlüyordu. Kafası
karmakarışıktı.
Üzerini
alelade giyinip çıktı. Atkısını gözlerine kadar sardı. Eldivenlerini giydi.
Yüzündeki endişe, ele avucuna sığmayan sevinçle karışmış, günahının gölgesinde
topuksuz çizmeleriyle attığı adımlarla sokağı arşınlıyordu.
Gelmişti.
Kalbi hızlı hızlı çarpıyordu. Aylar sonra onu yeniden görecek olmanın
heyecanıyla soğuğu dahi hissetmiyordu. Fırına baktı. Kapalıydı. Kirli camlarına
yaklaşıp daha dikkatli baktı. Boşaltılmıştı. Başka bir yere taşınmış olma
ihtimaliyle etrafa belli etmeden gelişigüzel yürümeye başladı. Uzun süre,
ayakları yorulana dek kendini bilmeden sokak sokak yürüdü. Açlıktan başı dönmek
üzereydi. Köşeyi dönerken çarpıştığı simitçinin yere dökülen simitlerine
bakarken kendine geldi;
“Affedersiniz,
istemeden oldu. Çok özür dilerim.”
Cevap
gelmemişti. Yüzüne baktı. Faruk’tu.
Şaşırdı.
Yutkundu. Saçları bembeyaz olmuş, üstü başı perişan halde karşısında duruyordu.
O eski çekiciliğinden, güler yüzünden, cesaretinden, kendine güveninden hatta
masum çocukluğundan eser yoktu. Dili tutulmuştu yine. İlk ne söylemeliydi?
İlkokuldan arkadaşı olduğunu bilip bilmediğini mi, neden burada olduğunu mu,
dükkâna ne olduğunu mu sormalıydı yoksa o günden sonra neler olduğunu kendisini
düşünüp düşünmediğini, özlemiş olup olamayacağını mı sormalıydı? Ya O? Onun
soracağı hiç bir şey yok muydu? Neden boş boş bakıyordu? Gözlerindeki ışıltı
gitmiş, yaşama sevinci yok olmuştu. Beklediği bakışlar bu değildi. Aklında
kalan Faruk da…
Gözleriyle
birlikte artık tutması mümkün olmayan gözyaşlarını da yere indirdi. Bir günaha
daha neden olmanın verdiği suçlulukla omuzları yeniden düştü. Simitler yaya
kaldırımına dağılmış, Faruk’un ekmek parası kazanmak için başında taşıdığı
simit tepsisi ters yüz olmuştu. Her şeyin bir vakti bir bedeli bir Ol diyeni
vardı. Tepsinin bir köşesinde yağlı boya ile yazılan yazıyı mırıldanarak okudu.
İkisinin de konuşmasına gerek yoktu; o cümle her şeyi anlatıyordu.
“Tuzlu
kete bulunmaz!”
-son-