Akşamüzeri rutin bir koşuşturma vardı. İşten gelen Ahmet Bey, ceketini girişteki portmantoya asarken hane halkına selam verdi. Ardından sofrayı hazırlamaya çalışan eşine;
“Karşı komşunun evinde ne var bugün Hafize? Kapılarının önü ayakkabıyla dolu .” diye sordu. Kadın, eşinin yüzüne bile bakmadan yorgunluğunun bütün hıncını yüksek sesle ve çemkirir gibi verdiği bu cevapla çıkaracak gibi;
“Nerden bileyim ben Ahmet! Tek derdim o mu şimdi? Sen şu oğlunla ilgilen biraz, sulu boyasını kaybetmiş!” diye cevapladı.
Ahmet Bey, kanepede süklüm püklüm oturan, dizlerini karnına çekmiş, suçlu gözlerini bacaklarında gezdirirken her an bir kıyametin kopacağı korkusuyla tetikte bekleyen oğlu İhsan’ın yanına ilişiverdi. Yeni gelmiş olmanın yorgunluğu ile kolunu dahi zor kaldırmış, oğlunun kısa saçlarını okşamış, ardından çenesinden tutup kendine bakması için çevirmişti. Belli ki onun da konuşacak dermanı yoktu. Annesinden yediği fırçaların üzerine babası da kızacak mıydı acaba? Zaten okulda teneffüslerde koşturmaktan, merdiven inip çıkmaktan, çoğunu anlamadığı dersleri dinlemekten perişan olmuştu. Nerdeydi bu kahrolası suluboya? Çantasına tam dört kez bakmıştı, yoktu.
Ahmet Bey, sadece göz kırptı oğluna. Bu küçük hareketinde “Sen bakma annene, canın sağ olsun oğlum, alırız yenisini,” cümleleri gizliydi. Çocuk, mavi örgü bluzunun koluna önceden kalma gözyaşını ve ardından burnunu sildikten sonra korkuyla annesine baktı. Bu konunun böyle kapanmayacağı Hafize hanımın bakışlarından ve baş sallamasından belliydi. Her sabah oğlunu okula yollarken “Kimseyle kavga etme, eşyalarına da sahip çık,” diyerek sıkı sıkı tembih ettiği için herhangi bir malzemesini kaybettiğinde İhsan’ın içini korku kaplardı. Geçen ay silgisini kaybettiğinde yediği şamarın acısını hala yanağında hissediyor, aklına geldikçe elini istemsizce yanağına götürüyordu. Oysa daha ikinci sınıf öğrencisiydi, hani sürekli küçük deniyordu, madem öyle küçüklerin eşya kaybetme lüksü olamaz mıydı?
Annesinin evde sürekli borçlardan, babasının da konuyu kapatmaya çalışmasından dolayı en iyi bildiği kelimeler, borç, kredi, idare idi. Ah ne vardı bu evi krediyle alacak? Tek memur maaşıyla birikimsiz olacak şey miydi bu? Ama şunun şurasında zaten beş yıl daha dişlerini sıkmaları yetiyordu.
Ahmet Bey, masaya çorba tenceresini getiren eşine kızlarını sordu. Ders yaptığını, yemeğe gelmek istemediğini öğrenmişti. Biliyordu, eşi sofrada bir kişi eksik olsa huzursuz olurdu. Rahmetli anası birlikte yemekte bereket olduğunu her sofra başında hatırlatırdı. Hem niye yemiyormuş ki? Çocuğun oda kapısını tıklatıp seslendi;
-Rabia, kızım, haydi sofraya.
Rabia, yemeyeceğini yinelese de babası kapıyı açıp gülümseyerek boynunu büktü. Onsuz boğazından geçmeyeceğini, yedikten sonra çalışırsa hem dinleneceği, hem karnı doyacağı için dersini daha iyi anlayacağını hatırlattı. Dördüncü sınıfın dersleri elbette zordu ama her şeyin bir zamanı vardı. Yemekten sonra belki karşı komşuya da gidebileceklerini söyleyerek dikkatini çekti.
Sofrada bu konudan bahsettiğinde eşi Hafize Hanım hemen itiraz etti. Altı aydır hiç görüşmedikleri komşuya gitmenin ne âlemi vardı şimdi? Hem madem bu akşam evleri kalabalık ise müsait de olmayabilirlerdi. Gerek duysalardı zaten onlar kendilerini de davet ederlerdi. Bir bakıma eşine hak verse de haksız olduğu bir taraf vardı ki onlar bu binaya kendilerinden sonra taşınmış ve güle güle oturun demeye gidilmemişti. Elden kalan elli gün kalırdı.
-Ben gidemem, çok meraklıysan sen git, diyerek tabakları toplarken son noktayı da koydu eşi.
Ahmet Bey, çocuklarına göz kırptı. Bunda da “Beraber gideriz, anneniz bugün yorgun ve sinirli,” anlamı vardı. Çocuklar gizlice gülümserken bir taraftan da annesine bakıyor, tepkisinden korkuyorlardı. Aslında Hafize Hanımın, çocuklarına aşırı düşkün olduğunu üçü de biliyordu.
Saat yedi buçuk olmuştu ki Ahmet Bey, kendisini çocuklarıyla karşı dairenin kapısında zile basarken buldu. Rabia, atkuyruğu yapılmış siyah saçıyla oynarken, İhsan bakışlarını bir babasına bir komşunun demir kapısına çeviriyordu. Uzun bir bekleyişten sonra bir hanım kapıyı açtı;
-Buyurun komşu? diyerek gülümsedi kadın. Yüzündeki telaş onu tanımayanlar tarafından da hemen anlaşılıyordu.
Utanmıştı. Komşu olarak ilk kez kapısını çaldığı kişi onu elbette tanıyacaktı. “Müsaitseniz bir beş dakika gelelim demiştik ama…”
Kadın hiç düşünmeden ve bir an önce gitmelerini ister gibi cevapladı:
“Biz de şimdi çıkmak üzereydik, başka zaman gelseniz olur mu?”
Ahmet Bey de çocuklar da ayaklarındaki terliği çıkarmak üzereyken birden duraksadı. Bunu beklemiyorlardı. Kadın öyle de inandırıcı söylüyordu ki sanki kapıdaki onlarca ayakkabı ile birlikte çıkacak gibiydi. “Elbette,” dedikten sonra devam etti;
“Ya da siz yarın bize yemeğe buyurun, bizim evde tanışırız.”
Kadın, hemen kabul etmiş, eşine ileteceğini, yarın geleceklerini söyleyerek müsaade isteyerek kapıyı kapatmıştı. Ahmet Bey, nasıl bir boşluğa düşmüştü de böyle düşünmeden bir teklif yapmıştı. Kendisine bazen akıl sır erdiremiyordu.
Üçü de şaşkındı. Evlerine girdiklerinde İhsan babasının kulağına bir şey söyleyeceği için çekiştiriyordu. Çocuk, suluboyasını orada sehpanın üzerinde gördüğünü iddia ediyordu. Olacak şey miydi bu? Ah bu çocuklar hayal dünyaları ne kadar genişti. Rabia konuşulanları duyunca o da kardeşine hak verdi. Suluboya onların evindeydi. Babası her suluboyanın birbirine benzediğin söyleyerek ikisini de odalarına gönderdi. Şimdi halletmesi gereken mühim bir mesele vardı. Eşine yarın yemeğe misafir davet ettiğini söylemeliydi. Mutfakta bulaşıkları yıkamakla meşgul olan eşine “Hafize…” diye seslendi. Bazen kıyamet sessiz de kopardı.
Bütün gece bunun tartışması yaşandı. Tanımadığı insanları yemeğe davet etmek de neyin nesiydi? Şu sıkışıklıkta onları ağırlamak bir yana zaten hizmet edecek dermanı da olmadığını söylüyor, iki çocuk ile gün boyu yorulduğunu, kendisine bile zaman kalmadığını ileri sürüyordu.Bu saatten sonra eşim kabul etmedi, yemeği iptal edelim diyecek halleri de yoktu ya. Ahmet Bey eşini uzun uğraşlar ve vaatler ile ikna etmişti. Sadece çorba yapsa yeterdi. Salatayı kendisi yapacak, gelirken tatlı da alacaktı. Hem onların maddi durumlarını da bilmedikleri için böylesi daha iyi olacaktı. Farklı görünmeye, kendilerini zora sokmaya gerek yoktu. Misafirli ev bereketli olurdu. Durumları kendilerinden kötüyse hasetlik, iyi ise küçümseme olmasını engellemenin en iyi yolu olduğu gibi görünmekti.
Hafize Hanım, çocuklara akşam misafir geleceğini sabahtan duyurmuş, bütün gece ikna edilmeye uğraşılan kendi değilmiş gibi de yüzü gülüyordu. Aslında kendisi için de iyi olacaktı. Ne zamandır değişik bir şey olmuyordu şu hayatında. Komşuluğun önemini ailesinden dolayı bilse de dinlediği haberler yüzünden kendini insanlardan iyice soyutlamıştı. Oysa babasının evindeyken misafirsiz geçen günlerde bir boşluk hissederlerdi. Komşu, bazen bir tutam tuz, bazen bir teselli, bazen gizli psikiyatr değil miydi?
Saat yedi otuz gibi zil çaldığında önce iki çocuk, ardından da ev sahipleri kapıya koştu. Dün kendilerini müsait olmadıkları için eve buyur etmeyen Filiz Hanım ve eşi Eyüp Bey isimlerini söyleyip tokalaşarak içeri girmişlerdi. İhsan’ın yaşlarında bir kız çocuğu da Filiz Hanım’ın elinden tutmuş şekilde sessiz sedasız girmişti. Üzerindeki pembe, etekleri fırfırlı elbisesini herkesin görmesini ister gibiydi. Filiz Hanım elindeki paketi uzatarak “çam sakızı çoban armağanı, güle güle kullan komşum,” derken Eyüp Bey de çocuklara birer çikolata uzatmış, kendi kızına da “Haydi arkadaşının suluboyasını ver artık yavrum,” diye seslenmişti.
İhsan, sınıfta suluboyasını unuttuğunda komşuları olduğunu söyleyen Zehra’ya boyayı teslim eden öğretmen “Emaneti vermeyi sakın unutma” diye tembih etmişti ama ağabeyinin askere gitme telaşından dolayı iki gündür kapı girişindeki sehpada bekliyordu. Çocuklarının aynı sınıfta olduğunu bile bilmemeleri gerçekten üzücüydü.
Kimse şaşkınlığı belli etmedi. Sofraya buyur edilirken Hafize Hanım, önce çorbaları kâseye koydu. Ekmek sepetini herkese tek tek uzatarak almalarını sağladı. Çocuklar yerken birbirlerine bakıyor, utanıyor, gülümsüyor, göz kaçırıyordu. Büyükler ise tanışma telaşında ardı ardına sorular soruyor, cevaplara kaşık çatal sesleri eşlik ediyordu. Hafize Hanım, kocasının ikna çalışmaları sırasında önerdiğini kabul etse de sonradan düşünüp taşınıp çorbanın yanına fırında patatesli tavuk ve pilavda yapmıştı. İyi ki kocasını dinlememişti. Ayda iki kez yaptıkları bu ziyafete komşularının eşlik etmesi kadar güzel bir şey olabilir miydi? İşte şimdi kocasının elleriyle yaptığı salata ağız tadıyla yenilecekti.
“Eyüp Bey, biz de size hoş geldiniz demeye bir türlü gelemedik, affedin. Dün siz de çok yoğundunuz.” diyerek özrünü dile getirdi Ahmet Bey.
“Evet, olsun ne yapalım, dünya meşakkati, kısmet bugüneymiş, ertelemek insanoğlunun fıtratında vardır. Bundan önce iki katlı evde bir yıl boyunca komşularımızın yüzünü hiç göremedik. Sonunda elektrik kabloları için kapımızı çaldılar, benim mesleğin herkese faydası dokunur bilirsiniz. Oluyor böyle. Sağlık olsun.”
Çocuklar hızlıca yemiş kalkmış, Rabia’nın odasında oynamaya gitmişlerdi. Bir yandan boşlar mutfağa taşınırken diğer yandan da ikramları getiren ve kendisinin her kalkmasında Filiz Hanımın da yardıma kalkmasından memnun olan Hafize Hanım halinden memnundu. Dün kendilerini niçin davet etmediğini soramasa da yakında onu da soracak kadar kendisini samimi bulmuştu. Madem o da ev hanımıydı, artık gündüzleri kahve içebilecek bir arkadaşa sahipti. Üstelik evde anahtarlık yaparak bütçelerine katkı sağlaması da hoşuna gitmişti. Belki kendisi de yapardı.Hem kendisinden yaşça büyük olması ondan çok şey öğreneceğinin habercisiydi.
Tatlılar yenirken sohbet koyulaşmış, dünkü şaşkınlığını dile getirmese de Ahmet Bey konuyu açmayı nihayet başarmıştı:
“Demek oğlunuz dün akşam askere gitti. Hiç haberimiz olmadı inanın. Davul zurna sesi de gelmedi,” dedi mahcup bir gülümsemeyle.
“Davul zurnamız yoktu, hem üst kat komşunun cenazesi vardı hem de bizim oğlan birkaç güne kalmaz zaten geri gelir. Çünkü malum çok zayıf olanlara da çürük raporu veriyorlar. Öyle kardeşim, yengem, ağabeyim, kısacası biz bize yolcu ettik. Çabuk gel diye de takıldık, moral olsun çocuğa.”
“Zayıf mı?” diye sordu Hafize Hanım. Böyle bir adamın oğlu nasıl olurdu da zayıf olurdu? Eşi ise üst komşunun cenazesinden dahi haberi olmadığına takılıp kalmıştı.
“Hem de nasıl, şu göbeğimden biraz sana vereyim diye kaç kez takıldım ona. Askere gitmek her delikanlının hayalidir bilirsiniz. Hem ilerde ne anlatacak eşine, ahbabına? Bir asker arkadaşı da olmasın mı çocuğun?”
Kahkahalar salonda yankılanırken, Filiz Hanım, komşu çocuklarına aldığı yatak örtüsü takımlarını beğenip beğenmeyeceklerini, Hafize Hanım kahvelerini nasıl içeceklerini, Ahmet Bey, böylesine esprili ve gerçekten her eve lazım komşularını niçin daha önce tanımadıklarını, Eyüp Bey ise komşularını oğulları askerden döner dönmez davet etmesinin iyi fikir olup olmayacağını düşünüyordu. Hepsinin yüzü gülüyor, akıllarında kırk tilki geziyordu.
Hafize Hanım, Filiz Hanım'a göz kırptı:
“Kahveleri yapmaya gidiyorum. Geliyor musun?”