Gösterişsiz silueti
farkındalık yaratıyordu ilk etapta.
Minyon yapısının
esintisi, gözlerde durağan bir tebessüm yakalıyordu hem de görüş mesafesinin
izafi uzaklığı muteber bir açıdan yakalamışken naif varlığını.
Düşlemsel kaygılardan
muzdarip bir serçe kadar telaşla seğirtiyordu, ulaşma telaşının ayan beyan
olduğu. Belli ki o tipik özelliğini çalmıştı kafes kuşlarını tensiye
edercesine.
Telaşının yanı sıra
inanılmaz bir dinginlik taslıyordu ela gözleri: Hayli iri ve fazlasıyla muzip
tınılar raks ediyordu adeta.
Şehla yansıması
gözlerinin rahmetli annesinden mirastı ve taşıdığı pek çok vasıf gibi.
Bir kısrak kadar
endamlı, bir çiçek kadar zarif ama bir o kadar çelik sinirleri vardı genç kızın
üstelik bunu dakikalar evvel kanıtlamıştı… Evet, az evvel müdahale etmişti
yolda yürürken aniden düşüp bayılan adama. Hayli kalabalık bir kaldırım olmasın
rağmen olaya müdahale etmek istememişti çoğu insan daha doğrusu kanıksadıkları
ön yargı ile kaçışmışlardı olay ertesi:
‘’Tanımadığınız birine
nasıl müdahale edebilirim ki hele ki söz konusu yaşam ve ölüm arasında olası
bir yolculuk ise!’’
Ne de olsa temkinliydi
günümüz insanı! Olası bir ölümün müsebbibi olmayı kim isterdi ki her ne kadar
olayın ciddiyetini tam manasıyla kavrayamamış olsalar da… Ciddiyet ne miydi? Rutin
bir günü savsaklayabilecek olağandışı bir olay belki de.
Ya, bir insanı
kurtarmak mıydı bu standart sapma, muhtemel bir gösteriye zemin hazırlayacak.
Ne de olsa; insan hayatı, bir telefonun kamerasıyla kayıt altına alınacak kadar
olağan bir edimdi. Yardım etmenin çok ötesinde, kanıksadıkları bir fiiliyat.
İşte Zerrin’in diğer
insanlarla ayrıştığı nokta tam da bu dönemeçte devreye giriyordu. Varsa yoksa
gösterdiği gayret ile insanlara daha ılıman bir dünya sunmak üstelik hafif
meltemlerle huzur bulacakları. Gerçi Zerrin’in hangi ölçüde bağlı olduğu huzur
ve mutluluk ile dolu olup olmadığı tartışılırdı ama…
Hayatında ama’lara yer
yoktu gene kızın ama asla da iyi olmamıştı arası keşke’lerle, belki’lerle. Bu
yüzden anaç tavırları ile yaklaşırdı yanında ya da uzağında kim varsa: en başta
da kız kardeşi Sedef. Özellikle annelerini kaybettikten sonra daha kıymete
binmişlerdi birbirlerinin gözünde. Hele ki o diğer dönemeçte başlarına gelen
melun olay: gerçi bu saatten sonra ah’larla vah’larla geçirecek zamanları yoktu
yine de teselliyi birbirlerinde buluyorlardı ve er geç aşacaklardı yaşadıkları
zorlukları.
Bu düşüncelerin
eşliğinde yine düşmüşken yola, adamın biri yığılıp kalmıştı Zerrin’in tam da
önünde: derken kaçışan insanlar ya da direkt olayı normal bir edimmişçesine
telefonlarına kayıt eden…
Acil müdahale edilip
edilmemesi değildi sorun teşkil eden. Bir pandomimmişçesine, tepkisizliğe maruz
kalmıştı infilak eden bu sağlık sorunu.
Güdümlü yolculukları
vardı herkesin sonuçta hem de olası bir yanlış müdahale, demir parmaklıkların
arkasına hapsedebilirdi Allah muhafaza.
Basit bir sara krizini
andırsa da yaşadığı solunum problemine temkinli bir yaklaşım getiren Zerrin,
uzman bir doktor edasıyla gerekeni yapmıştı.
Annesine az müdahale
etmemişti hani yaşadığı o zor süreçte her ne kadar vahim bir sonla nihayetlense
de.
Ambulans gelene kadar
temkinli yaklaşımıyla, tabir-i caizse ölüme çelme takmıştı ve sağlık ekibinin
fazlasıyla takdirini kazanmıştı.
Her şey sadece on
dakika sürmüştü sadece on dakika… Ya sonrası?
Sonrasını bilemezdi hiç
kimse ama öncesinde bu on dakikalık rötarla bineceği otobüsü kaçırmıştı üstelik
otobüs garındaki son otobüstü bayram öncesi zar zor bilet bulabildiği.
En kötü ihtimalle sedef
ablasını karşılayamayacaktı arife günü. En kötü ihtimalle birbirlerine olan
özlemlerini biraz daha saklı tutacaklardı. Ama fena mı olurdu bayram telaşını
erkenden yaşasalar? Peki, hiç yaşamama ihtimalleri var mıydı ya da kayıpları
saatlerle mi sınırlı olacaktı?
Sonuçta Sedef devlet
bursuyla okuduğu yatılı okulda hasretti aile sıcaklığına ve tek varlığı
ablasıydı. On dakikadan ne çıkardı oysa?
‘’Bu, senin insanlık
vazifendi Zerrin. Varsın daha geç gideyim kardeşimin yanına.’’
Ama gözünde tütüyordu
fındık kurdu.
Bavulunu çekiştirirken
sesli düşünüyordu bir yandan. Öylesine acıkmıştı ki. Elli metre ilerde bir
esnaf lokantası ilişti gözüne.
Sedef’i arayıp üzmekte
istemiyordu varsın ablasını yolda bilsin. Hem şimdi arasa tadı fazlasıyla
kaçacak bu da yetmezmiş gibi feveran edecekti. Ne de olsa Zerrin dakikliğiyle
hep örnek olmuştu kardeşine.
Bunları düşüne dursun
malum olmuş olacak ki telefonu ısrarla çalmaya başladı.
‘’Eyvah’’ dedi
usulca.’’İşte şimdi yandım. Nasıl da kızacak şimdi. En iyisi açmayayım da beni
yolda sansın.’’
Huzursuzluğu öylesine
artmıştı ki. Göze aldı olacakları ve açtı telefonunu. Lakin Sedef’in ne
dediğini anlamıyordu. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu kardeşi.
‘’Sedef, canım. Nen
var? İyi misin söyle, bir şey mi oldu?’’
‘’Abla, ablacım. Sen
misin? Nasılsın sen? Söyle, yaralı mısın? Doğruyu söyle. Ya, diğer yolcular
nasıl? Aman Allah’ın, doğru söyle, sensin değil mi abla?’’
‘’Ne dediğini
anlamıyorum meleğim. İyiyim tabii ki de ama neyden bahsettiğini anlamadım ki!’’
‘’Nerdesin sen? Hastane
de mi, olay yerinde misin hala?’’
‘’Gardayım. Otobüsü
kaçırdım. Ben de tam seni arayacaktım.’’
‘’Nasıl yani? Kaza
yapan otobüste değil misin sen?’’
‘’Ne kazası? Bir şey
anlamıyorum dediklerinden. Hangi otobüs kaza yapmış ki?’’
Hattın düşmesiyle gözü
garın girişindeki dev televizyona ilişti; on dakika gecikmeyle kaçırdığı
otobüstü dev ekrandan yansıyan: Artık bir enkazdı az evvel yola çıkan otobüs ve
muhtemelen Zerrin’e çoktan mezar olacak ve ne yazık ki onlarca insana çoktan
mezar olmuştu.
Mutluluk ve acı arasında
gidip gelen duygularına eşlik eden karasız gözyaşlarıyla kala kaldı olduğu
yerde.