İnsan kendisiyle çelişir mi? Dün savunduğu fikirleri bu gün inkâr eder mi? Ya
da aynı anda farklı düşünceler girdabına takılınca aklı, bu girdaptan nasıl
kurtulur boğulmadan? Bu ve benzeri düşüncelerle haşır-neşir olma durumu
insana dair bir olgu. Aynı yazı içinde Köy
Enstitüleri ile ilgili yazıları görüp okuduğumda ve bu okulların hazin
akıbetlerini anımsayınca ağlarım diyorum. Daha sonra yazımın ilerleyen
bölümlerinde farklı duyguları dillendiriyorum. Fakir Baykurt’tan alıntılarla;
“Öğretmen yalvarmaz, öğretmen boyun eğmez, öğretmen el açmaz, öğretmen sadece
ders verir.” Diyerekten özgür düşünceli, iradesini kimselere satmamış
öğretmen görüntüsü çiziyorum. Bu görüşlerin neresindeyim?
Elbette öğretmen sadece ders verir. Ders vermeye çalıştım ben de. Bilir bunu
yolsuz, susuz, ışıksız uzak köyler. Kentlerin varoş semtleri. Almanya
ovalarındaki Türk sınıfları… Ağlamak-gülmek insanı duygular. Sevinçten de
gözyaşı dökülür. Ağlamamın nedenleri bir değil, çok fazla. Bir türlü ülke
olarak çağdaş uygarlık düzeyine ulaşamamanın hüznü. Halkımızın büyük bir
kesiminin kentlerde bile sorunlarına çözüm için yatırlardan, türbelerden
yardım umması. Güzelim kentlerimizin düşmanca işgal edilircesine talan
edilmesi. Plansız, programsız kentleşme. Bir başka ağlama, hüzünlenme
nedenim; hala ülkemizde kadınların ikinci sınıf insan muamelesine tabi
tutulması. Kadın cinayetlerinin artması. Kadınlarımızın büyük çoğunluğunun
özgür birey olma bilincine erişememesi. Kendime yeterliyim, özgür bir bireyim,
ayaklarımın üstünde durabilirim diyememeleri. Bunun yerine, “Beni
koruyup-kollayacak” eş arama çabasında olmaları.
Ağlamamın en büyük bir nedeni de bu güzel ülkede yurdumuzda evet bizim
yurdumuzda barış içinde bir arada yaşama kültürünü geliştirememiş olmamız.
Nihayet yarınlarımızın güvencesi genç kuşaklara nitelikli eğitim veremememiz.
Onların birçoğunun eğitimini cemaatlere, eğitim-öğretimden kişisel önce
çıkarını düşünen çeşitli kurumlara bırakmış olmamız. Öğretmen olma gibi yüce
duygularla dirsek çürüten, yıllarını harcayarak okul bitiren genç öğretmen
adaylarının atamalarının yapılmaması. Ümitlerinin söndürülmesi. Bu
olumsuzlukları çözmekle ilgili bir iradeyi ülke ufuklarında görememenin
ruhumda yarattığı yaralar hüzünlendiriyor, bazen da ağlatıyor beni.
Ağlamak çare değil elbet. Hoş benimki de bir an duygulara tutsak olma durumu.
Elbette mücadeleye devam. Hayat demek mücadele demek. Mücadele edeceğiz. Kim?
Sen, ben hepimiz… Niçin? İyiden, doğrudan yana güzellikleri yakalamak için…
Hani diyor ya, çağlar ötesinden Çinli ozan Kuan-Tzu:
“Ağaç dik, on yıl sonrası ise tasarladığın,
Ama yüzyıl sonrası ise düşündüğün halkı eğit.
Balık verirsen bir kez doyurursun halkı
Öğretirsen balık tutmasını hep doyar karnı…” Ve demiş ya Gazi Mustafa Kemal
Atatürk, “Köylü bu milletin efendisidir.” Özlü söz söylemek iyi hoş da
böylesi sözlerin içini doldurmak önemli. “Olmak ya da olmamak.” Sorun işte
orada başlıyor. Yani zurnanın zırt dediği yerde.
Gafil düşmanlar ülkeden kovulmuş, onların işbirlikçilerine de gerekli işlem
yapılmış. Peki, ülkede durum nasıl gülüm? Azıcıkta yirmili yılları
anımsayalım. Olmaz mı? Olur, neden olmasın!..
Nüfus azalmış. Adamlar savaş yapmış. Çoğusu şehit düşmüş. Çöllerde, bellerde,
uzak diyarlarda kalmışlar. Onları hep saygı ve minnetle anacağız… Onlar bize
büyük bir vatan bıraktılar. Uçsuz-bucaksız topraklar. Adem Baba usulü tarım.
Sanayi ne demek? Sanayi fabrika demek. Fabrikalarımız çok az. Sıtma, verem,
trahom kol geziyor. Hastahane, hastahane ne ki kardeş! Hocalar var ya. Gerçek
din adamlarını tenzih ettiklerimi belirterek söyleyeyim. Sarıklılar ne güne
duruyor!.. Fıs fıs bir şeyler okur, muska yazar!.. Tedavi bitmiştir. İki
olasılık var. Hasta iyileşir ya da ölür!...
Devleti kuranlar, cumhuriyeti ilan edenler yurttaşları aydınlatmak, ışığa ve
doktora kavuşturmak için okullar hastahaneler… Açmışlar. Mevcut okulları
nizama sokmuşlar. Hangi okullar mı? Yatılı Bölge Okulları, Yatılı Öğretmen
Okulları, Köy Enstitüleri, Eğitim Enstitüleri. Büyük şehirlerde üniversiteler
için; Milli Eğitim Bakanlığı Yurtları, Atatürk Öğrenci Yurdu, 19 Mayıs
Öğrenci Yurdu gibi. Ha bunları kim yapmış? Devler yapmış. Kimin için?
Kentli-köylü, işçi-memur, zengin-fakir tüm yurttaşlar için.
Şimdi azıcık günümüze çevirelim projeksiyonumuzu. Gözlerimizi açıp bakalım,
okul ve yurtların durumuna. Hükümetlerin, devletin; cumhuriyetin ilk
yıllarındaki gibi yapması gereken bu aslı görevinin çoğunu cemaatlere ve özel
kurumlara bırakılmış. Özel sektör her ne olursa; cemaat, şirket, şahıs önce
kendi çıkarını düşünür. Hele bizim gibi kontrolün yeterli yapılmadığı
ülkelerde iş çığırından çıkar. Çözümlenemez hale gelir sorunlar.
Gelelim işin uhrevi yönüne. Tüm âlemleri yaratan Cenab-ı Allah yer karasını
yaratmış öncelikle. Daha sonra baba Adem ve anne Havva’yı yaratmış. Yani
insanı yaratmış. Akıl vermiş, izan vermiş bizlere. Çalışın, birlik olun,
birbirilerinizi sevin demiş. Kabil olmayın demiş. Çağlar, yıllar geçmiş.
İnsanlar çoğalmış. Bizler de son vatan parçasında tutunuyoruz. Çinli ozanın
dediği gibi yüzyıl sonrasını düşünüp adam yetiştiren kurumların içini
boşaltmışız ya da kapatmışız. Ülkenin yeni ezici büyük çoğunluğunun köylerde
oturduğu bir ülkenin köy öğretmeni ulu çınarlar yetiştiren okullarını
kapatmışız. Ki, kapatılan o okul mezunu öğretmenler, halka balık vermeyip,
balık tutmasını da öğretecek donanımla yetiştiriliyormuş.
Köy Enstitülerinin kısa yaşamını ve hazin kapatılma öyküsünü bu okullardan
mezun emekli Midayet Bilgin öğretmenimizden dinleyelim. Seksenli yıllarının
sonuna yaklaşmış bir ulu çınardan.
“Cilavuz mezunuyum. Okulumuza ayrılan geniş tarlalar vardı. Bu tarlaları
ekip-biçiyorduk. Okulun iaşesini kendimiz üretiyorduk. Arı kovanlarımız
vardı. Bal sağıyorduk. Okulun aydınlanma ihtiyacını kendi kurduğumuz
santraldan sağladık. İlk kez Kars’a elektrik bizim kurduğumuz santraldan
sağlandı. Santral kurarken bir Malakan ustadan yardım aldık. Bunun içinde
okulda kültür dersleriyle beraber, sağlık, makine, motor, fotoğrafçılık,
kooperatif, ziraat, ağaççılık, sütçülük, hayvancılık, arıcılık, tavukçuluk,
inşaat, demircilik, dokumacılık, biçki dikiş, ev idaresi, yemek dersleri gibi
dersler görüyorduk. Okuldan mezun olan her öğretmen adayı en az 150 klasik
kitap okuyarak mezun oluyordu.
Bu okulları bitirip köylere giden arkadaşların çalışmaları yıllarca köylümüzü
sömürenlerin işine gelmedi. Ülkemizin kalkınmasında köylerde fitili ateşleyen
bizlerdik. Ellili yıllara gelindiğinde İkinci Dünya savaşı bitmiş yerini
soğuk savaş yılları almıştı. Dünya iki süper güç arasında alenen paylaşıldı.
Biz batı bloku içinde yer aldık. Batının lideri süper gücü ABD, doğunun ki
ise SSCB idi. Sovyet tarafı batıyı sömürücülükle, Amerikalılarda diğer tarafı
komünistlikle suçluyorlardı. Köylerde çalışan arkadaşlarımızın çalışmaları
çıkar çevrelerini rahatsız etti. Enstitülerimizi komünist yetiştiren kurumlar
olarak yaftaladılar. Daha çok partili hayata geçmeden iktidar partici CHP
içinden bile okullarımıza diş bileyenler oldu. Bakan Hasan Ali Yücel görevden
uzaklaştırıldı. Ellili yıllara gelindiğinde mevcut hükümet Amerika’dan bir
profesör davet etti ülkemize. Bu konuktan eğitim sistemimizin incelemesi çok
partili sisteme göre Milli Eğitim çalışmalarının nasıl olması gerekir
mealinde bir rapor istendi. Adam ülkemizi gezdi. Okulların çalışma
programlarını inceledi. Yazdı raporunu. İlgililere sundu. Ve enstitülerimin
ipini çeken muhteva içeriyordu verdiği rapor: Köylere öğretmen yetiştiren
okullar kapatılsın. Halk Evleri’nin çalışma ilkeleri değiştirilsin. Eğer bu
okullar ilerleyen zamanla daha da yurdunuzun her tarafına yayılırsa; sizler
gelecek yıllarda bu okullardan mezun olan öğretmenlerin eğittiği üretken
toplumu yönetemezsiniz. İşte bu düşünceler ülkemizde kabul gördü. 1954
yılında köy enstitüleri kapatıldı.”
Eğer biz o raporu şöyle okusaydık; ülkeler arasında dostluk değil çıkar
ilişkileri belirler aralarındaki yakınlaşmaları. Adam bizim için değil kendi
ülkesinin çıkarı doğrultusunda rapor vermiş. Üreten, kafaları aydınlanmış bir
toplumu biz kendimize sadık bir sözüm ona müttefik yapamayız demek istemiş…
Ülkemizi yöneten siyasilerimiz üst akla kanmayıp bağımsız politika gütselerdi
bu gün durumumuz farklı olurdu. Halkının aydınlanması, ülkesinin kalkınması
için izleyeceğimiz ana politikaları kendimiz belirlerdik. Kalkınma için yol
haritasını kendimiz çizerdik.
Ülkeler ancak nitelikli eğitim görmüş yetiştirdiği elit kadrolar eliyle
kalkınabilir. Nitelikli kadrolar ancak bilimsel yöntemlerle hazırlanmış çağa
uygun eğitim politikalarını devletin kurduğu, denetlediği okullarda
yetiştirilir. Böylesi programlar takip edilerek yetişen elit kadrolar iş başına
geçmesi sayesinde ülkesinin yer altı ve yer üstü zenginlik kaynakları halkın
çıkarına harekete geçirilir. Ancak çağdaş uygarlığı yakalama yarışında ses
getirici utkular kazanabiliriz. Hepsi birer ulu çınarlar gibi donanımlı
öğretmenler yetiştiren kaynakları kurutarak güzellikler yakalamak çok ama çok
zor. Yine de bir büyük yazın ustasının dediği gibi, “Enseyi karartmamak
lazım.”