Benden iki yaş küçük kardeşim Kemal’le
bardan bardan yağan taze karları izlemek bizler için tanımsız zevk kaynağıydı.
Köyden hayli uzak, bakir doğanın tam merkezindeydi kır evimiz. Yakınımızda komşu
bir aile bile yoktu. Uzun kış günlerinde yalnızlığımızı paylaşacak
arkadaşlardan yoksun olmanın dayanılmaz hüznünü hep yaşadık…
İki erkek kardeş, bir de benden yirmi ay büyük
ablamla birbirlerini seven kafadar üçlüydük. İki de ablamız vardı. Karakışın
tam ortasındaydık. Sık sık kar yağar, güneşin yüzüne hasret kalırdık. Hava bir bozmaya görsün kar yağışı günlerce
sürerdi.
Evlerin, ahır ve samanlıkların çatısında bizim
boyumuzca karlar birikirdi. Bazı günler güneş azıcık yüzünü gösterir; kısa süre sonra bulutların arkasına
saklanırdı. Öylesi günlerde de önce hafif bir rüzgâr çıkar, yağan karları
sağa-sola savururdu.
Kar yağışının git-gide
şiddetini artırdığı bir güne uyandım. Meyve ağaçları beyaz kürklerini giymişti.
Görüş mesafesi kısalmış, evimizin hemen yakınındaki orman hayal-meyal
seçiliyordu. Bazen sert bir rüzgâr çıkıyor ağaçların üstünde biriken karları
savuruyor görüş mesafesi iyice kısalıyordu.
Çabucak kahvaltımızı yapıp üç
kardeş kendimizi dışarı attık. Dünya bizimdi! Babam, koyun ve sığırları yalağa götürmek
için yol açardı. Hayvanlar su içmeye gide-gele karları çiğneyerek yolu
genişletir biz çocuklara yetecek bir oyun yeri ortaya çıkardı.
Oyun yerinde buluştuk. Taze
karlara balıklama atlayarak oyuna başladık. Ağzımızı açıp kar tanelerini
dilimizle yakalamak istiyorduk. Bazen birbirimizi Kemal’in boyu kadar yükselen
karların içine iteleyip, karlara saplanan kardeşimizin ağlamaya yaklaşan acıklı
halini kısa süre izlemekten de gocunmuyorduk.
Kesif kar
yağışı devam ederken hava aşırı soğumazdı. Yine de büyüklerimiz uzun süre dışarıda kalmamıza müsaade etmezlerdi. Ellerimize annemin ve iki büyük ablamın
ördüğü yün eldivenleri geçirirdik. Çoraplarımız elde örülmüş yün çoraplarıydı.
Karların içinde uzun süre oynayınca ellerimizin iyice üşüdüğünü ancak eve girip
sobanın karşısına geçince anlardık.
Islanıp,
üşüyen ve moraran ellerimiz sıcak sobanın yanında aniden ısınınca parmaklarımız
sızlar, dayanılmaz acı hissederdik. Böyle anlarda büyüklerimiz aceleyle taze
karla ellerimizi ovarlardı. Bazen de bir tas soğuk suyun içine ellerimizi
daldırıp acının yavaş yavaş dinmesini beklerdik.
Eh ne yapacaksın! Her nimetin bir külfeti
var. Sonunda üzülmek, parmakların can
acıtan sızısını çekmek de olsa taze karlarda atlayıp-zıplamak, yuvarlanmak
güzeldi.
Babam bazı günler:
“Gelecek yıl okula kaydını
yaptıracağım. Okulda, yazın yaylalarda oyun oynadığın arkadaşlarınla bir arada
olacaksın…” diyordu.
Hakkımda söylenen bu sözler kalbimde
anlamlandıramadığım bir büyük heyecan yaratırdı. Okul, kara tahta, öğretmen;
bizim köyden uzak kır evimiz için fazla anlamı olmayan terimlerdi.
Ailece koyun ve sığırlarla
haşır-neşirdik. Soğuk kış günlerinde aralıklarla yumurtlayan tavuklarımızla,
sabah ve öğle saatlerinde uzun uzun öten bir çil horozumuz vardı. Annem:
“Horoz, öğle
olduğunu haber veriyor. Namaz vakti yaklaştı.” deyip çabucak abdest alır namaza
başlardı. Horozun, ötüşünü her günün aynı saatlerine nasıl denk getirdiğini
merak ederdim. Anneme biraz da muzipçe sorardım:
“Horoz,
şaşırmadan günün aynı saatlerinde ötüşünü nasıl ayarlıyor? Yoksa kanatlarının
altında saklı saat mı taşıyor?”
Annem, esprime hafif tebessüm edip, sorumu
cevaplardı.
“Horozlar, sabah,
öğle ve ikindi vaktinin geldiğini Allah vergisi hisleriyle anlarlar.”
Bu cevap beni pek tatmin
etmezdi. Annem de sözü uzatmaz bir türlü bitiremediği ev işlerine başlardı. Arada
bizlere yün çorap ve eldiven örerdi.
İki büyük ablam uzun kış ayları boyunca kilim
dokurlardı. Babam daha çok harmanda koyunların ot yemesini gözetir, gündüz
saatlerinde de çok az süre sobanın yanında vakit geçirirdi. Sobanın yanından
ayrılmayan kömür karası tüylü, iri, güçlü kedimiz hepimizin neşe kaynağıydı.
Bazı günler kucağıma alıp boynunu okşadığımda çok mutlu olur, tatlı bir sesle
mırıldanırdı.
Köyde, koyun sürüsü olur da
köpek olmaz mı? İri, gri tüylü cesaret ve sadakat simgesi Karabaş’ımız vardı.
Karabaş’ın yüzü ve başının üstü siyaha yakın tüylerle kaplıydı. Belki de onun
için adı Karabaş’tı. Ayrıca Atıl adlı bir de dişi köpeğimiz vardı. Babam O’nu sonbaharda
komşu köyden satın almıştı. Atıl’ı da Karabaş kadar sevdik. Onlar, ıssız doğada
bizim yegâne koruyucumuz, can yoldaşlarımızdı.
Annemin köpeklerimiz için
pişirdiği çorbamsı yallarını (köpek yiyeceği) şapur-şupur sesler çıkararak
yemelerini ilgiyle izlerdim. Bazı günler Karabaş uzanmış yatarken üstüne
binerdim. Hiç kızmaz, yerinden kalkıp yavaş yavaş yürürdü. Ben de fazla sırtında
tutunamaz yana düşüverirdim. Dişi köpeğimiz Atıl öyle şakalara gelmez, bizi
yanına fazla yaklaştırmazdı.
Evde sıkıldığım bir gün yine
başlıyordu. Dışarı çıktım. Her günkü
gibi hava çok soğuktu. Harmanda koyunlar
ot yiyordu. Koyunların arasına küçük kuşlar konup çimenlerden dökülen tohumları
gagalıyorlardı. Kuşların kısa süreli hareketleri dikkatimi çekti. “Bir kuş
yakalayabilir miydim? Neden olmasın.” diye düşünerek harmana iyice yaklaştım.
Babam, ladin ağaçlarının
dallarını budayıp harmana taşırdı. Aşırı soğuk günlerde bu dalların yeşil iğne
yapraklarını koyunlar kıtır kıtır sesler çıkararak yerdi. Elime saçaklı bir dal
geçirdim. Kedinin avına yaşlaşması sessizliğinde kuşlara yaklaştım. Soğukta yiyecek bulamayan aç bir kuş az sonra
başına geleceklerden habersiz boğaz derdine düşmüş önünde ne bulduysa
gagalıyordu.
Kuşa iyice yaklaşıp dalı
üzerine atıverdim. Zavallı minicik hayvan kısa süre sendeledi. Uçmaya zaman
bulamadı. Az sonra ellerimdeydi. Üşümüştü
ve titriyordu. Küçücük kahverengi gözleriyle bana bakıyordu. Çabucak eve
döndüm.
Annem kuşu odamızdaki en üst
rafa koydu.
“Birazcık ısınsın, daha sonra dışarı
salıveririz.” dedi. Önüne de ekmek kırıntıları bıraktı. Minicik gagası, gümüş
rengi tüyleriyle bir kuşum olmuştu. Onu besleyip davranışlarını yakından gözlemlemek
için sabırsızlanıyordum. Ablamlar halı tezgâhının başındayken annem günlük işlerine
geri döndü. Kardeşimle ben sobanın yanı başında oturmuş kuşu seyrediyorduk.
Kuş, aniden havalandı. Odanın
tavanına yakın yükseklikte tur atmaya başladı. Ne olduysa o anda oldu! Kedi,
sobanın altından çıkıp bir ok gibi havaya fırladı. Uçan kuşu yakalaması göz
açıp kapayacak kadar bir sürede gerçekleşti. Donup kalmıştım!
Annem de aynı hızla kediyi
yakaladı. Güçlü elleriyle hayvanın boğazını sıkarak kuşu kurtarmak istedi. Başardı
da! Kuşu avucunda tutuyordu. Benim minik arkadaşım, sevgili kuşumun boğazından
iki damla koyu kırmızı kan aktı. Az sonra da gözleri bir daha açılmamak üzere
kapandı.
Her şey gözlerimizin önünde olup
bitti. Boğazım düğümlendi. Uzun süre nefes alamadım. Çabucak odadan çıktım.
Arka balkonda parmağım kesilmişcesine hıçkıra hıçkıra ağladım. Kötü bir niyetim
yoktu! Zavallı bir kuşun ölmesine sebep olmuştum. Sonucunu iyice düşünmeden
yapılan bir eylemin acı sonuçlar vereceğini ruhum yaralanarak öğrendim.
devam edecek.