Minicik kuşumun, annemin ellerinde gözlerini bir daha
açmamak üzere kapamasını günlerce unutamadım. Hemen yanı başımızda, kedinin
acımasızlığına tanık olduk. Engelleyemedik. Altı yaşında bir çocuktum. Kedinin
harmanda fare yakalayıp, hemen tenha bir yere sıvıştığını kaç kez görmüştüm. Fakat
kedilerin kuşları sevmediğine ilk kez tanık oluyordum. Demek ki, kuşlar da
kediler için bir avmış…
Rüyalarıma
girdi bu hazin olay. Kaç gece tatlı uykularım bölündü.
İlkbahar
gelmiş. Güneş, Cin Dağı’nın yücelerinden yüzünü iyice hissettiriyor. Saçtığı
altın ışıklar en tatlı sıcaklığı ile içimi ısıtıyordu. Çayırlar yeşile kesmiş.
Meyve ağaçlarımız çiçeğe durmuş. Bu kez kürkleri beyaz ve pembe çiçeklerle
bezeli... Koyunlarımız çimenlere yayılmışlar. Çan sesleri ile kuş sesleri
birbirlerine karışıyor. Yeni doğmuş kuzular annelerinin yanında havaya atlıyor,
zıplıyorlar.
Babam
çayırın bitimindeki ahlat ağacına yaslanmış. Uzun kış gecelerinde destansı
hikâyesini anlattığı Karakoyun melodisini yanık sesli kavalıyla üflüyor.
Karabaş’la diğer köpeğimiz Atıl koyunlarımızın ilerisinde sere serpe yatmış,
uyuyorlar.
Ben, çiçek açmış meyve
ağaçlarının dallarının aralarında saklanarak öten kuşları izliyorum. Kuşum,
elma ağacının en üst dalında, yüreğime işleyen hüzünlü bir sesle ötüyor. Yanına
yaklaştım. Aniden ayaklarım yerden kesildi. Kollarım kanada dönüştü. Uçuyorum. Kuşun
yanındaki bir dala ata binercesine tünedim. Kafamı kaldırdığımda, sarı saçlı
benim boyumda bir kız belirdi karşımda. Gökyüzünün en mavisinden daha mavi
gözleri, pembe ince bir yüzü vardı. İlk kez bu kadar güzel bir kız görüyordum.
Gözlerim kamaştı. Utandım bu güzellik karşısında. Gözlerimi kaçırdım bir çift
mavi gözden.
Kız ağlamaklı bir yüzle bana
bakıyordu. Hıçkırırcasına, ilk kez
duyduğum tatlı bir sesle:
“Seni sevemem. Bana arkadaş
olamazsın! Bir kuş olarak harmanınıza gelmiştim. Açtım. Üşüyordum. Korunamadım! Yakalandım, tutsak oldum… Kediniz
öldürdü beni.”
Konuşacak halde değildim. Ne
oldu bana… Dilimi mi yuttum! Özür
dilemek istedim. Sesim bir türlü çıkmadı. Konuşmak için zorlanırken yarı
karanlık bir ortama gözlerimi açtım.
Yataktayım. Birlikte aynı
yatağı paylaştığımız kardeşim Kemal yorgana iyice sarılmış tatlı tatlı uyuyordu.
Bir kez daha büyük hayal kırıklığı yaşadım. Az önce gördüğüm yeşil çayırlar,
koyunlar ve mavi gözlü kız… Hepsi rüyaymış!
Daha da uyuyamadım. Yatakta sağa-sola dönüp durdum. Her günkü gibi
horoz borazan sesiyle sabah olduğunu haber vermeye başladı.
“ü ürü üüüü… ü ürü üüüü…”
Annem sobayı tutuşturdu.
Babamla birlikte sabah namazı kıldılar. Soba kısa sürede gürül gürül yanmaya
başladı. Odamız ısınmıştı. Herkes ayaklandı. Kır evimizde yeni bir gün
başlıyordu. İş başı yapıldı. Büyük ablamla babam, koyun ve sığırların beslenme
işleri için odadan çıktılar. Annem sabah çorbası pişirirken, biz küçüklere,
“Elinizi-yüzünüzü yıkamayı geciktirmeyin.
Sabah erken kalkıp hemen yüzünü yıkanlara Allah zihin açıklığı verir…”
El-yüz yıkama alışkanlığını
edinmiştik. Annem yine de her gün aynı tembihi yapardı…
Yüzümü yıkayıp balkona çıktım.
Evimize fazla uzak olmayan Sahara Dağı tarafından rüzgârın uğultusu geliyordu.
Rüzgârla beraber kar yağıyordu. Çayırlar, meyve ağaçları, orman sislerin
pusların arasında kaybolmuştu. Babam harmandan yanıma geldi. Elbiselerine
bulaşan karlarla kardan adamdan farksızdı. Üzerindeki karları silkelerken
konuşmaya başladı..
“Oğlum, böyle şiddetli rüzgârla
beraber yağan kara tipi diyoruz. Allah yolculuk yapanları korusun…”
Biraz sonra sabah kahvaltısı
için soframızın etrafını sardık. Çorbamızdan yükselen sıcak buhar içimi ısıttı.
Odamız yarı karanlık bir hal aldı. Rüzgârın uçurduğu karlar penceremizi kapladı.
Sanki güneş tutulmuştu. Babam çok az konuşur işleriyle ilgilenirdi.
Annem bilgi küpüydü. Hemen
hemen her gün altın değerindeki öğütlerini dinlerdik…
“ İnsanlara lakap takmak, onları
kızdıracak sözler söylemek… Hele hele de yalan söylemek insana yakışmaz” derdi.
Daha nice öğütler duyardık annemden. Bugün farklı bir olayı anlattı sevgili
annem:
“Çocuklar, sürekli yağan karlar
çıplak yamaçlarda da birikir. Fakat iyi tutunamaz yamaçlarda taze karlar. Bir
kuş kanat çırpsa dahi oluşacak sesten bile karlar bulundukları yamaçlardan
kopar. Aşağılara doğru büyük bir hızla kayar. Bu doğa olayına çığ denir. Çığdan
saksağanlar hariç hiçbir canlı kurtulamaz.”
Üç kafadardan en büyüğümüz Ayten ablam sordu anneme,
“Saksağanlar nasıl kurtulur?”
Annem, hiç düşünmeden her zamanki bilgili haliyle:
“Saksağanlar tehlike sezdiklerinde
dikine uçarlar. Öylece çığın kopmasıyla oluşan kar ve sisten kısa sürede
uzaklaşıp canlarını kurtarırlar.” Bu bilgiyi ilk kez duyuyordum. Yeni bir
şeyler öğrenmek güzeldi.
Günün ilerleyen saatlerinde kar
yağışı ara ara yavaşlasa da iki gün güneş yüzü göremedik. Üçüncü gün uyandığımda
güneş Cin Dağı’nın doruklarından yüzünü henüz gösteriyordu. Yumurta sarısı bir
ışık huzmesi ormanları ve çayırlarımızı aydınlatıyordu.
Taze karların üstünde binlerce
mini mini yıldızlar parıldıyordu. Olay Güneş ışınlarının kristalleşen kar tanecikleriyle
göz kamaştırıcı dansıydı. Açık alanlar dümdüzdü. Ağaçlar en kalın ve bembeyaz
kürkleriyle masal dünyasının gizemli yaratıklarına dönüşmüştü. Deremiz
kaybolmuştu.
Gökyüzü en tatlı mavi renge
boyanmıştı. Doğada dingin bir sessizlik vardı.. Bir masal şehrinde, tek
evimizin yalnız müdavimleriydik. İkindiye doğru keskin bir ayaz çıktı. Karların
içinde oynayamazdık. Soğuk yüzümüzü yakıyordu. Balkona çıkıp, hemen sobanın başına koşuyorduk.
Babamın biz çocukları çağıran sesini duyduk. Çabucak üç kardeş dışarı çıktık.
Babam:
“Çocuklar yukarıya, ormanın
bitimindeki yamacın en üst kısmına bakın. Ne görüyorsunuz ?” Ormanın kenarında üç tane köpek yavaş yavaş
tepeye doğru yürüyordu. Kemal, heyecanla:
“Baba, bu köpeklerin sahibi yok
mu? Karların içinde kalmışlar! Zorlukla yürüyorlar?” dedi. Babamın soğuktan iyice esmerleşen yüzünde
hafif bir tebessüm oluştu.
“Çocuklar, gördüğünüz hayvanlar
köpek değil. Onlar kurttur, aç kurtlar. Çaresiz kalmışlar. Az önce uluyorlardı. Bana
çok zararları dokunmuştur kurtların.”
Belli ki, babamın kurtlarla
ilgili hoş olmayan anıları vardı. Karlara bata-çıka yürüyüşlerini ilgiyle
izliyorduk. Babam anlatmaya devam etti.
“ Son güzdü(sonbahar).
Koyunlarımı ormanın bulunduğu tepenin arka yüzünde otlatıyordum. Karabaş
havlamaya başladı. Köpeğin sesi gittikçe arttı. Çabucak o tarafa koştum. Ne
göreyim. Semiz bir koyunumu parçalamış
iki canavar! Yıldırım hızıyla yiyorlar… Hayvanın yarısını yiyip bitirmişler…
Akşama sizlere kurtlarla ilgili bir başka anımı anlatacağım. Şimdi içeri girin,
üşümeyin…”
Akşamın gelmesini iple çekmeye
başladım. Acaba babam kurtlarla ilgili neler anlatacaktı… Büyük ablamlar bin
bir zorlukla çeşmeden su aldılar. Hayvanların beslenme işleri bitti. Kemal’le ben
babamın kırdığı odunları ocağın yanına taşıdık. Günün son işleri tamamladı.
Güneş çoktan sıcak ülkelere gitmişti.
Akşam yemeğinden sonra tüm ev
halkı bir aradaydık. Sobanın üstünde ıhlamur çayı kaynamaya başlarken babam da sekide
yerini almıştı. Sözü kurtlara getirdik. Nihayet babam anlatmaya başladı.
Babamın anlatışı da güzeldir. Ağzından bal akıyordu.
“Askerden döneli iki sene
geçmişti. Kır evine yeni çıkmıştık. Otlaklar geniş. Köyde koyun besleyen az
aile vardı o zamanlar. Çok güzel koyunlarım vardı. Hele bir köpeğim vardı ki
ünü uzak köylere bile yayılmıştı. Adı
Zalım’dı… Şimdi öyle bir köpek bulsam hiç düşünmeden on koyun verip satın
alırım…”
Evde çıt çıkmıyordu. Hepimiz
kulak kesilmiş babamı dinliyorduk. Babam anlatmaya devam etti.
“Aynen bu kış gibi soğuk ve karlı
bir kış mevsimi yaşıyorduk. Geceleri evimizin karşındaki ormandan kurtların
ulumaları eksik olmazdı. Bir gece yarısı Zalım’ın telaşlı havlama sesine
uyandım. Sesler yakından geliyordu. Çabucak pantolonumu giyip dışarı çıktım.
Çok hafif bir mehtap vardı. Derenin kenarında iki köpek resmen savaşıyordu.
Birisi Zalım’dı. Bilmiyorum elime ne geçirdim. Dereye koştum.” O geceye tanık olmuş olan annem bile bizim
gibi heyecanla babamı dinliyordu.
“Olay yerine gittiğimde ne
göreyim. Zalım keskin kocaman ağzıyla kurdun boğazını çenesinden altından
tutmuş sağa-sola sallıyor. Kurt can havliyle çırpınıyor, bir karış açık
ağzından hırıltılar yükseliyordu. Zalım’ın gözü kararmış beni duymuyordu. Zaten
rakibiyle boğuşan (dalaşan) kızgın köpeklere yaklaşmak akıl işi değildir…”
“Kısa süre sonra kurt öldü.
Zalım öylesine cesur ve acımasız acar bir köpekti… Onun gibi cesur bir köpek bir
kez daha edinemedim…”
Zalım’ın kahramanca savaşı ve
zaferi tüm ev halkını heyecanlandırdı. Kurdun ölümüne de üzüldük. Doğa kanunu
böyleymiş meğer! Kurtlar koyun ve kuzuları acımasızca parçalayıp yiyorlar.
Kendileri de Zalım gibi köpeklerin hışmına uğrayabiliyorlar.
Kocaman sobamız sürekli
yanıyordu. Esnemeye başladım. Kemal uyumuştu. Ben de biraz sonra uykunun tatlı
kollarına kendini bırakıverdim.
Aynı gecenin sabahına telaşla
uyandım. Annemle babam heyecanla konuşuyorlardı. İkisinin de yüzleri asıktı.
Ablalarımdan birisi hasta mı olmuştu! Aile bireyleri bir araya toplandık. Babam
ağzından sürekli,
“ Tüh! Allah kahretsin! Çok
yazık oldu! Vay canavarlar alacağınız olsun benden!” sözleri yükseliyordu.
Bir de ne göreyim! Karabaş’ın
boynunda kocaman bir yara vardı. Köpeğin yarasından akan kanlar tüylerinin
ucunda kırmızı boncuklar gibi asılmıştı. Babam mereğe (samanlık) doğru yöneldi.
Bizler odaya girdik. Meraklı gözlere annemin yüzüne baktım. Annem merakımı
anlamıştı. Üzgün bir sesle anlatmaya başladı.
“Gece yarısı, kurtlar dişi
köpeğimiz Atıl’ı parçalamışlar. Atıl’ı kaybettik. Babanız sabahleyin ormanın
kenarında gri tüylerini bulmuş!..” O gün evimizde yemek yenmedi… Günlerce
Atıl’ı unutamadık…
devam edecek.