Anıl’ı kaybetmek evimizde unutulmaz bir acı bıraktı.
Bizimle 6 ay bile yaşayamadı zavallı köpeğimiz. O’nu yetesiye tanıyıp
sevemedim. Uzun koyu mor ve gri tüylerine yakından dokunamadım… Babam,
boğazında bir zincire bağlı getirdiği zaman zayıf, çelimsiz bir haldeydi. Tüyleri
uzamış, karnı sırtına yapışıyordu.
Annem, köpeklere de iştahla kaşık çaldığımız
çorbalar güzelliğinde yal yapar. Hayvan, bizde toparlanmış, güçlü bir köpek
olmuştu. Lakin kurtların fenni köpeğimizi yenmişti. Gözünü budaktan sakınmaz cesareti
canına mal oldu...
Onun,
kendine güvenli dişi kaplanlar gibi çalımlı yürüyüşünü unutamıyorum. Yanına
yaklaşmaya korkardık. Fakat yine de o kadar korkutucu bakışları yoktu. Biz
çocuklarla oynamaya tenezzül etmez, yalını yediği zaman kilerimizin güneş alan
tarafında çekilir sessizce uyurdu.
Belki de
Anıl ölmemişti! Çocuk kalbimle dualar ettim. Kim bilebilir! Hiç ummadık bir anda ormanın derinliklerinden
çıkıp gelir… Beklentim gerçekleşmedi. Hayal
kırıklığım günlerce sürdü. Aynı duyguyu ablam ve Kemal’de yaşıyordu…
Bazı
günler üç kardeş bir araya gelip bir daha yüzünü göremeyeceğimiz Anıl’la ilgili
anılarımızı anlattık. Karabaş bile önüne konan yalı hemen yemeğe başlamıyordu. Uzun uzun ormana bakıp, zaman sonra hüzünlü
gözlerle iştahsızca yalını şapırdatıyordu. Ailece üzgündük yaşanan acı olaydan.
Annem:
“Çocuklar
giden geri gelmez, oyunlarınıza dönün…”diyerek bizlerin her zaman ki gibi
şen-şakrak, kaygısız hale gelmemizi istiyordu.
Kışı
yarıladık. Günler birazcık uzadı. Güneş sırtımızı ısıtmaya başladı. Karlar
oturdu. Çatılardan bazı günler damlalar akmaya başladı. Geceleri sular yine de donuyordu.
Saçaklardan benim boyum kadar sarkıtlar sarkıyordu.
Anlatmayı
unutmadan söylemeliyim. Ramazan ayı içindeydik. Benden bir büyük ablamla oruç
tutan büyüklerimize özeniyorduk. Anneme sürekli ısrar ederdik:
“Savur yemeği yerken bizleri de
uyandırın! Oruç tutmak istiyoruz…” diye.
Sabahleyin güneşin doğma saatlerinde
uyandığımızda çocuksu da olsa kızardık büyüklerimize. Söylenirdik için için… ‘Bizi
niçin savur yemeğine uyandırmamışlar!..’ Her gün aynı ısrarı sürdürmeye devam
ettik.
Bir
gecenin köründe uyandırıldık. Yarı uyur yarı uyanık halde savur yemeği yedik.
Mevsim kış, günler kısa… Bir gün oruç tuttuk ablamla. İkindi vakti açlıktan
kıvransam bile durumumu büyüklere hissettirmedim.
Akşam
oldu. Elimde kaşık çabucak sofrada yerimi aldım. Babamın söylediği iftar
duasını O’nunla birlikte söyleyerek iftar ettim. Babam, ablamla bana:
“Aferin
sizlere bir gün oruç tutmayı başardınız… Daha çocuksunuz; büyüdüğünüzde bol bol oruç tutarsınız…”
diyerek başarımızı takdir etti. Biz çocuklar en çok ramazanın bitip bayramın
erkenden gelmesini istiyorduk. Bayramda güzel yemekler ve akrabaları ziyaretler
vardı özlemle beklediğimiz…
Arife
günü akşamı babam kuru çam odunları hazırladı. Çam odunlarının hazırlanması
sabahleyin pişi pişeceğinin müjdecisiydi. Aynı günün akşamı bayram gününün
işleri planlandı. Bir defaya mahsus sabahın erken gelmesi mümkün olmaz mı diye
hayaller kurdum. Tatlı hayallerimle birlikte uyumuşum.
Uyandığımda
odamız yarı aydınlıktı. Ocağın yanı başında annem, ablalarım pişi
kızartıyorlardı. Yanık yağ kokusu burnumun direğini sızlatacak düzeydeydi. O
kadar önemli mi keskin yağ kokusu! Bir tepside kırmızı kırmızı pişiler bizleri
bekliyordu. Annem her zaman ki tavrıyla:
“ Önce
elbiselerinizi giyinin!.. Çabucak yüzünüzü yıkayın!.. İşimiz bitmek üzere. Hemen
sofrayı kuracağım. Sıcak sıcak yiyelim pişileri.”
Kemal’i de uyandırdık. Ablam benden önce
uyanmıştı. Hemencecik sofra kuruldu. Büyük ablam kilerden büyük bir tabak
dolusu bal getirdi. Herkesin neşesi yerindeydi… Önce bayramlaşma seremonisi
yaptık. Sırayla annemin ellerinden öptük. Ablalarımıza sarıldık… Nihayet
sofrada yerimizi aldık. Sofrada bal ve pişi görmek sadece bayram günlerine has
bir durumdu!
Arife akşamında yapılan
iş bölümüne göre önce hayvanların beslenme ve günlük sabah işleri yapıldı. Evde
tatlı bir heyecan vardı. Herkesin yüzü gülüyordu. Ramazan Bayramının ulvi
havası evimizin her tarafında hissediliyordu. Babam erkenden Bayram Namazı için
camiye gitmişti. Annem ablalarıma:
“Kızlar sizler sabah
işlerinizi çabuk bitirin!.. Köy içine önce sizler gidin. Akrabalarımızı ve
arkadaşlarınızı ziyaret edip bayramlaşın! Akşamleyin babanızla eve
dönersiniz!.. Ben de çocuklarla yarın gidebileceğim bayram ziyaretine…”
İçim kıpır kıptırdı. Yarın köy içine
gidebileceğim. Yaz aylarında yaylalarda buluşup oyunlar oynadığım arkadaşlarımı
görebilecektim.
Ablalarım süslü
elbiselerini giyip evden çıktılar. Yüzlerinde güller açıyordu. Uçarcasına yola
düzüldüler. İki nazlı ceylandan farksızdılar. Halı tezgâhının başındaki tutsak
günlerinden kısa süre de olsa azat olacaklardı. Köyden ırak sakin bakir
topraklarda yaşamak hoştu. Lakin uzun süre arkadaşsız yaşamak da insanın ruhunu
acıtıyordu!..
Bayramın ikinci günü üç
kardeş anne tavuğun yanı başından ayrılmayan korkak civcivler gibi annemin
kanatlarının altındaydık. Hedef köy içi. Amcamların, dayılarımın ve teyzemin de
pişileri de kırmızı mı diye görecektim.
Cuma günleri ve sair
günler babamın köye giderken kar üzerinde oluşturduğu patikadan yürüyorduk.
Bazen kaygan yolda kapaklanıp taze karları öpmeden yolculuk biter mi! Elbet
bitmez! En çok da Kemal’in ayakları
kayıp karları öpüyordu.
Son kez güz ortasında, ağaçların yapraklarını
döktüğü zaman gitmiştim köy içine. Rüzgârlı bir gündü. Yollarda serili sarı,
kahverengi yapraklar uçuşuyordu. Bu kez beyazlara bürünmüştü köyümüz.
Köyün mahallelerini uzaktan seyretmek güzeldi.
Güneş yanığı koyu kahverengi evler, kirli gri samanlık ve ahırlar beyazlık
denizinde tek tek adalar gibi dağınık gözüküyordu. Bazı evlerin bacalarından
solgun mavi dumanlar yükseliyordu. Uzaklardaki köpek havlamaları beni
korkutmuyordu. Annem yanımdaydı…
Önce amcamları ziyaret
ettik. Mehmet ve Osman amcam; ikisi de güler yüzlü insanlardır. Hepimize ayrı
ayrı ilgi gösterdiler. Hele Mehmet
amcamın:
“Baban köye gelirken
takıl peşine gel bize. Cemil’le oyunlar oynarsınız. Ertesi hafta geri gidersin
babamla…” Söylediği bu dost sözleri beni çok mutlu etti. Amcamın ağzındaki inci
gibi beyaz takma dişlerini çok hoştu.
Osman amcalarda yemek yedik. Günler kısa,
dayımlara geçtik. Yolda kızak kayan çocukları gördük. Kemal’le anneme
yalvarmaya başladık:
“Biz de kızak isteriz…”
Bugüne kadar hiç kızağım olmamıştı. Annem,
isteğimizi olumlu karşılarsa yüzü gülerdi. Tıpkı az önceki gibi… Beş tane dayım
var. Nafiz, Nazım, Kâzım, Rasim ve Nesim’i dayım. Kâzım ve Nesimi dayılarım
öğretmendir. Annem Onlar uzak köylerde öğretmenlik yapıyorlar diye anlatırdı.
Köyde oturan dayımları
ayrı ayrı ziyaret ettik. Annemin bizlere söylediği gibi el öpüp büyüklerin
konuşmalarını sessizce dinledik. Rasim dayımlarda annemin konuşmalarını hiç
unutamam.
Bir kızak sahibi
olacaktık üç kardeş. Rasim dayıma annem:
“Çocuklara bir kızak yapmanı
istiyorum!” diyerek öneride bulundu. Dayım:
“Tabi abla. Yeğenlerimi
sevindirmekle ben de mutlu olurum.” derken göklere uçacaktım sevincimden.
Üçkardeş ilk kez bir kızağa sahip olacaktık. Annem, ablamla evleri köyün uzak
mahallerinde olan büyük dayıma ve teyzeme gitmek için bizden ayrıldı. Kemal’le
ben o gece Rasim dayımların misafiri olacaktım. Ertesi günü annem gelip yeni
kızakla bizi evimize götürecekti.
İlk kez annemden ayrı bir
gece yaşayacaktım. Kızak sevgisi galip gelmişti ayrılığa. Akşam karanlığı
başlayınca ruhumu umarsız bir yalnızlık duygusu kapladı. Yengem ve dayımın tatlı konuşmaları az da
olsa yalnızlık duygumu azaltıyordu. Kemal’in durumu da benden farksızdı. Altı
ve dört yaşlarında yabancı bir evde karanlık geceyi karşılayan iki çocuk…
devam edecek.