Alabildiğine uzun dar bir vadinin yamaçlarında
kurulmuş bir köyde başladı öğretmenlik yıllarım. Çayla nehir arası debisi olan bir
suyun kıvrılarak aktığı vadinin gâh bir kıyısında gâh diğer kıyısında yılan
gibi kıvrılarak uzanan oturtulmuş yolla iki saate yakın bir minibüs yolculuğu
yaparak köye yaklaştım. Bunun üzerine de tam bir saat keçi yolu ile yürüyüp gençlik yıllarımı yaşayacağım köye
varabildim. Fazla büyük olmayan iğne yapraklı orman ve fındık bahçelerinin
arasında adeta gizlenmiş birbirine mesafeli evlerden oluşuyordu çalışacağım
köy.
Çayın
kenarında kurulmuştu köyün ilk evleri. Köyün, yamaca serpili son evleri çayın
akağından doksan dakikada zorlukla yülünülecek uzaklıkta son buluyordu. Yüz
elli haneye yaklaşan yolsuz, ışıksız bir köy. Öncelikle bir kat yatak, çok az
kap kacakla okulun yakınında tek odalı, ortası toprak bir eve kapağı attım.
Okulların açılmasına daha birkaç gün vardı. Birlikte çalışacağım
meslektaşlarımla çevreyi tanımak için köyün içinde kısa süreli geziler yaptık.
Topu topu üç öğretmendik. Tek katlı, sıvasız badanasız evler yeşillikler içinde
hiç de hoş görüntü vermiyorlardı.
Boyları iki metreden daha uzun yemyeşil mısır
tarlaları, aynı biçimde yaprakları daha sararmamış yeşil fındık bahçeleri manzarayı
daha bir alımlı kılıyordu. Köy içinde ve köyün yukarılarındaki köknar kümeleri
ve kestane, gürgen ağaçlarıyla zenginleşen ormanlar bir farklı koyu
yeşillikleriyle manzaraya ayrı bir güzellik katıyordu.
Köyde,
yüzleri, gözleri kapalı şalvarlı kadınlar göze çarpıyordu. Birde yaşlı amcalar
sakallı, sarıklı… Genç erkeklerin gurbet
günleri tamam olmamıştı daha. Dar pencereli evimde henüz üç gece geçirmiştim.
Evimin yakınındaki ormandan gelen kuş sesleriyle uyandım. Epey zamandan beri
banyo yapamamıştım. Banyo yapmak güne temiz ve dinç başlamak güzel olacaktı.
Güzel de benim su ısıtacak ne tencerem ne de büyük güğümüm vardı.
Evimin yakınındaki tek komşu eve müracaat
etmekten başka makbul bir çare yok. Ezile büzüle komşunun evine yaklaştım. Aman
Allah, gözlerim fal taşı gibi açıldı. Yıllar sonra izleyeceğim Selvi Boylum Al
Yazmalım Filminden Türkan Şoray çıkıvermiş karşımda duruyordu. Uzak bir vadide
nadide bir ceylan, iri yeşil gözleriyle bana bakıyor. Ceylanlar ürkek olur.
İnsanlarla karşılaşınca kısa bir an bakıştan sonra yıldırım hızıyla ormanların
derinliklerine dalıverirler. Henüz yirmili yaşlarında, öz güvenli tavırlarıyla
karşımda duran afetin hiç de ürkek bir hali yoktu. Yeşil gözleri, sarı
saçlarını yarım açık bırakan kırmızı yazmasıyla köyde gördüğüm kadınlardan çok
farklıydı. Yanaklarının tabi kırmızılığı, yay kaşları ve dolgun dudaklarıyla tam
bir şaşkınlık yarattı bende.
İlk kez
görüyordum komşu güzelini. Beni daha önce gördüğü belliydi. Söze o başladı:
“Bir
isteğiniz mi var? Ekmeğiniz var mı?” sözleri bir çırpıda çıkıverdi ağzından.
Köy içinde arkadaşlarla dolaşırken bizi gören kadınlar yüzlerini çevirip bizden
kaçıyorlardı. Bu vadi de gördüğüm korkusuz bu ceylanın hiç öyle bir tavrı
yoktu. Tencere veya bir güğüm verebileceğini sordum. Muzipçe gülümseyerek evine
yöneldi. İstediğim araçlarla az sonra karşımdaydı. Çarpıcı güzelliği vardı.
Vücudunun her bölgesi gençlik ve güzellik simgesiydi. Bu kez benim dilim
tutuldu. Sözler boğazımda düğümlendi. Orta büyüklükte çevresi isle siyaha
boyanmış tencere ve alüminyum güğümü kapıp tek odalı evime döndüm.
Günlerimi
yanıma aldığım kitapları okuyarak geçiriyordum. Okullar açıldı ders başı
yaptık. Öğrencilerle tanıştık. Zaman su gibi aktı. Velilerimiz ve
komşularımızla tanıştık. Komşu güzelin evli olduğunu, eşinin gurbette olduğunu
öğrendik. Kendi evi okulun biraz yukarısındaydı. Okulun yanındaki ev annesinin
eviymiş.
Eylülü
bitirdik. Ekim ayı köyde mısırların kesim zamanıydı. Ellerinde orakları,
şalvarlı kadınlar gün gün mısırları kesip sırtlarıyla evlerine taşıdılar.
Ağaçlar gazellenmeye başladı. Güneş yüzünü çok az gösteriyordu. Okulun hayli
yukarısında açıklık bir meranın ortasında ortalama otuz ağaçlı bir kestane
korusu vardı. Köye ilk geldiğimde kestane yaprakları yemyeşildi. Günler
geçtikçe yeşil yapraklar yavaş yavaş önce sarı renge daha sonra kahverengine
dönüştü. Güzel kestanelik hüzünlü bir hal aldı. Köyde kentlerin insanlara
sunduğu olanakları bulmak öğretmenliğimin ilk onlu yıllarında olanak dışıydı. Lakin
doğanın bu dönüşümünü her gün gözlemlemek tanımsız hoştu.
Kasımın
sonlarına doğru gurbetteki erkekler birer zafer kazanmış lejyonerler gibi köye
döndüler. Çoğu takım elbise, kendi deyimleriyle yumruk gibi kravatlarıyla
bekleyenlerinin yüzlerini güldürdüler. Uzun yaz günlerinde daha çok inşaatlarda
çalışıp biriktirdikleri harçlıklarıyla kalpleri gibi cepleri de sımsıcaktı. O
bölgede erkekler uzun kış günlerinde zamanlarını kahvehanelerde harcar. Parasız
oyun oynanmaz. Bu bakımdan ilkbahar yaklaşıp havalar ısınırken kahvehane
müdavimlerinin ceplerinde karakış rüzgârları eser.
Kasımı
yarılamıştık. Okulumuza yirmi yaşlarında şık kıyafetli, uzun boylu, kıvırcık
saçlı elmacık kemikleri çıkık bir genç geldi. Tanıştık. Hasan’dı genç
köylümüzün adı. İstanbul’da çalıştığını söyledi. Daha sonra konuşkan,
sıcakkanlı bu arkadaşın sessiz vadimizin güzel gelinin kocası olduğunu
öğrendik.
Çok
mal haramsız çok söz olmaz örneği Hasan sık sık okula gelip anılarını anlattı
sürekli. Anlatılarının tutarlı bir yönü yoktu. Eşini on yedi yaşında kaçırmış.
Ta Zonguldak’a kadar gitmişler kaçak sevdalılar. Başkalarına anlatılmayacak
konuları bize okul çocuklarının saflığında anlatıyordu. Mali durumunun yeterli
olmadığı kahvehanelere gidememesinden belliydi. Köyün kahvehanelerine gitmeyen
erkekleri namazında, niyazında insanlardı. Hasan’ın namazda, ezanda gözü yoktu.
Eşinin bin bir zorlukla fasulye ve mısır satarak kazandığı üç beş kuruş parayı
alıp kahvehanelerde harcadığını iyi bir iş başarmışçasına biz öğretmenlere
anlattı.
Hasan
askerlik görevini yapmamıştı. Asker kaçağı diye arandığını duyduk. Vadimizin
nadide güzeli Zeliha’nın aklı havalardan bir türlü kafasına oturmayan eşi
Hasan’a:
“Git
askerlik görevini yap. Kıt kanaat köyde kendimi geçindiririm. Seni beklerim…”
diye söylendiğini duyuyorduk. Naçizane biz öğretmenler de köyün bu hızlı delikanlısına
aynı öneride bulunduk. Nihayet bir gün Hasan’ın yakalanıp askere sevk
edildiğini duyduk. Çok kısa zaman sonra da Hasan’ın askerlik şubesinden
sülüsleri alıp izini kaybettirdiği haberi köyde söylenir oldu.
Bu
habere güzel Zeliha’nın çok üzüldüğünü işitiyorduk. Kar yağdı. Doğa beyazlara
büründü. Derslere aksatmadan devam ediyorduk. Okulda öğrendiğim pratik
bilgileri öğretmenlik yaptığım okulda uygulama olanağı buluyordum.
Öğrencilerimin çoğunun yaşları büyüktü. Boyları benim boyuma ulaşan çok
öğrencim vardı. Okulumuzun az yukarısında Mehmet amcamızın küçük bir bakkalı
tek sohbet ettiğimiz mekandı. Katırla beldeden taşıdığı malları pazarlardı.
Köyde sadece bu bakkalda oturup velilerimizde muhabbet ederdik.
Yine
bir gün öğretmen arkadaşım, birkaç veli bakkalda sohbete başladık. Kahvelerde
oynana paralı oyunlardan derken söz dönüp dolaştı Hasan’ın vefasızlığına geldi.
Milletin ağzı torba değil ki büzesin. Eşini doğumda kaybetmiş, bize de iki
öğrencisi gelen bir velisi anlatmaya başladı:
“Hayvan
oğlu hayvanın biri Hasan’ın eşi Zeliha’yla bizim köy mezarlığında sevişmiş. En
ağırıma giden kadını babamın mezarının üstünde karlar üzerinde yatırmış.
Zeliha’nın dolgun kalçalarının yeri alenen belliydi.”
Bu
habere inanmak istemedik. Mezarlıkta sevişme olayının üzerinden fazla zaman
geçmemişti. Köye yıldırım hızıyla bir haber yayıldı. Köyümüzden iki köy ötede
evli bir adamın Zeliha’yı ikinci eş olarak kaçırmış! Demek ki, bakkal dükkânında
velimizin anlattığı haber doğruymuş.
Öyküm
devam edecek.