Babamın anlattığı bir hikâyecikle başlayalım
öykümüze. Biricik zevki koyunculuk yapmaktı babamın. Koyunlarının yeşil çimenlerde
yayılmasını seyrederken ruhunda hissettiği zevk onun için ünlü sanat
yapıtlarından bedi zevk alan sanat insanlarının aldığı zevk oranından daha da yüksekti.
Koyunların, güneşli havalarda boy atmış
yeşil çimenlerle kaplı çayırlara yayılırken, kuş seslerinin çan seslerine
karıştığı zamanlardaki gözlerinin parlak ışığını çok görmüşüm. Mart ortalarında
havaların güneşli geçmesi bizlere bayram sevinci yaşatırdı.
Merekte
(samanlık) ot biter, mart ayaklarını uzatır; bir türlü gitmeyi bilemez, ev
sahibince hoşlanılmayan konuklar gibi.
Havalar açmaz. Sisli günler biri birini izler. Güneş yüzünü göstermez.
Çayırlarda karlar da erimeyince babamın yüzü gülmezdi. Nasıl gülsün? Kasım
başından beri doğa beyaz kürklerini hiç çıkarmaz. Evimiz1500 metre rakımlı,
dağların hemen eteklerinde kurulu. Koyunlar, sığırlar merekteki otla
besleniyor. Hazıra can mı dayanır?
Güneşin
yüzüne hasret kalmak hiç istenmeyen durumdur köylerimizde. Özellikle de bahar
başlarında. Uzun kış aylarında günlerce kar yağar. Güneşe hasret kalınır.
Olabilir. Kış günlerinde güneş yüzü görülse de olur görülmezse de. Kısa kış
gününde güneşin karları eritip çayırları yeşertecek hali yok… Bir an önce
havaların açık gitmesi beklenir mart ortalarında. Güneş demek çayırların
yeşermesi; koyun kuzunun merekte artık suyunu çeken ota muhtaç olmaması demek.
Bin
bir zorlukların yaşandığı çileli bir kış sonu yaşadığı bir olayı şöyle
anlatmıştı babam:
Merekte
çok az ot kalmıştı. Çayırlar yeni yeni göveriyordu. Tokluları (bir yıllık kuzu)
güneşli günlerde kırlara çıkarıyordum. Kırların güney yüzlerinde vakit
öldürüyordum önümdeki sürümle… Erkek toklulara da müşteri bekliyorum.
Sisli puslu
bir gün, toklularla kırlara açıldım. Öğleden sonra hava iyice soğudu. Rumi
takvime göre mart başı. Eve yaklaştım. Başımda bir kabalak. Karla karışık yağmur
yağmaya başladı. Islanmış, üşümüşüm. Dişlerim mitralyöz gibi tıkırdayacak neredeyse!
Köpek gibi titriyorum. Orta yaşta bir adam yanıma yaklaştı. Selam, aleykümselam
diyerek söze başladık. Komşu köyden olduğunu hissettiğim vatandaş sordu:
“Ali
ağa sen misin?”
“Bırak
ağalığı hemşehrim! Ali benim. Halime bakar mısın? Ağalık mı kadı! Böyle
ağalığın içine tüküreyim! Hayırdır! Bu soğuk günde ziyaretinin nedeni… Derdin
nedir?” Diyerek soğuk mart gününün bana ettiği azizliği vurguladım dilimin
döndüğünce. Hafif tebessümle söze
başladı komşu köylüm.
“
Maşallah! Toklularını beğendim. Sizin köyde söylediler. Hayvanlarını satılığa
çıkarmışsın. İste bir fiyat.”
Geçer
akçe neyse, bir fiyat söyledim. Adının Dursun olduğunu söyleyen müşterim yüzünü
ekşitti. Sanki tavuğuna kış demişim! Kurban pazarlığına döktü işi. Babamı
parmakla gösterirlerdi köy içinde; alış verişin aksakal kıdemlilerindendi… Elindeki
malı ucuza kaptırmazdı.
“Bu
arada Dursun Efendi cebinden bir tomar para çıkardı. Saymaya başladı parasını
koltuklarını kabartarak. Lafı uzatmadım. Zaten söz söylemeye mecalim
kalmamıştı.”
“Hemşehrim
senin paraların yetmez benim toklularımı almaya… Adam mızrağı düşmüş bir asker
gibi yanımdan ayrılarak köyünün yoluna revan oldu…”
Asıl
öykümüze dönme zamanı geldi de geçiyor bile… Kışların uzun sürmesine kaderimize
yazılmış bir yazgıydı. Kanıksamıştık doğamızın karlarla kaplı halini. İlkokul
öğrencisiydim… Kar tatili diye bir olgu yoktu yaşam mücadelemizin içinde. Karlı
bir güne gözlerimizi açtığımızda okula nasıl gideceğimiz kaygısı sarardı
benliğimizi. Neyse ki, her mahalleden bir büyüğümüzün kılavuzluğunda okula
varırdık. Kulaklarımız iyi kızartılmış pişi gibi kırmızı, yanaklarımız bahar
başlarında kırlarda gördüğümüz menekşeler morluğunda olurdu. Sınıfta yeni
tutuşturulan sobanın çevresinde yer kapma mücadelemiz her günkü olağan
uygulamaydı.
Kar,
altı aya yakın yaşamımızın bir parçasıydı. Çoğu kez sevimli arkadaş, bazen de
burnumuzu havuç rengine çeviren vefasız bir dost olurdu. Kar üstüne oyun
oynamak, kızak kaymak en büyük zevkimizdi. Gökten benek benek yağan karları
izlemenin tanımsız zevkini yaşardık. Görüş mesafesinin azaldığı sisler içinde
gökyüzünden nazlı nazlı süzülerek gelen karları açık ağzımızla yakalar böyle
günlerin ertesinde boğaz ağrısı, öksürerek yeni güne başlardık. Fazla uzun sürmezdi
taze karları yeme sonundaki soğuk algınlıklarımız.
İlkokul
3. Sınıfta okuyordum. Okulumuza birkaç çuval un getirileceğinin duyumunu aldık.
Duyduğumuz haberin doğruluğunu birkaç gün sonra yakinen gözlemledik. Evet,
okula un çuvalları ve daha başka malzemeler geldi öğlen teneffüsünde.
Şaşkındık. Her gün yeni bir şeyler öğrenmek isteyen çocuk merakımızla aramızda
olayın yorumunu yapıyorduk. Büyük sınıfların konuşmalarına kulak veriyor yine
de tatminkâr bir bilgi edinemiyorduk. Öğleden sonra 4. Derste öğretmenimiz
merakımızı gideren açıklamalar yaptı.
“Çocuklar,
Amerikan hükümeti ülkemizdeki okul çocuklarının iyi beslenmesi için bizlere
yardımlar gönderiyor. İlk etapta un ve süt tozu geldi okulumuza. Sınıf
mevcuduna göre her gün unlardan ekmek yapılacak sizlere. Sıra ile anneleriniz
evlerinize göndereceğimiz unlardan ekmek pişirecek. Süt tozundan da süt yapıp
sizlere öğlen teneffüslerinde içireceğiz…” Öğretmenimiz sözlerini şöyle
tamamladı:
“Babalarınız
bu uygulama için para ödemeyecek. Yarın Kemalettin arkadaşınızın annesi
pişirecek sınıfımızın öğle ekmeğini…” Doğup büyüdüğümüz köy ve küçücük
ilçemizle sınırlıydı dünyamız. Köy çocuklarıydık. Sütü, süt ürünlerini
tanıyorduk. Süt tozu acep ne ki diye bir birimize bakıyorduk şaşkın şaşkın…
Devam
edecek.