Sınıfça, heyecan içindeydik. Öğlen olmasını iple
çekiyorduk. Teneffüslerde 4. Ve 5. sınıfların sohbetlerindeydi kulaklarımız.
Kedi kulağı titizliğinde dinliyorduk büyük sınıfların sohbetlerini. Bizlere
devletimizin gönderdiği beyaz undan pişirilen ekmek gelecekti. Öğle
teneffüsünde yiyecektik pişirilen ekmeği.
Bir
gün önceden öğretmenlerimiz gerekli hazırlığı yapmış sınıflardan birer
öğrenciye görev verilmişti. Görev alan öğrenciler evlerinden getireceği bir bez
torba ile sınıflarının mevcuduna göre kendilerine verilen unu evlerine
götüreceklerdi. Bir ve ikinci sınıflar için velilerinin görevlendirildiğini
duymuştuk. Annelerin pişirdiği ekmekler öğlen teneffüsüne çıkış saatinde okula
getirilmiş olacaktı.
Öğlen
teneffüsü yaklaşıyordu. Okulumuz tek katlı, beş sınıflı güzel bir binadır.
Pencereden okula gelen ziyaretçileri gözlemlenebilir. Diğer sınıfların özlemle
beklenen ziyaretçileri penceremizin önünden geçtiler. Kemalettinlerden gelecek
ziyaretçiyi bekliyorduk. Öğretmenlerimiz bizi sınıflarda bekletti. Diğer
sınıflardaki arkadaşlarımızı kıskanmaya başladık. Onların sınıflarında nasıl
güzellikler yaşanıyordu, kim bilir.
Gözümüz
yollarda kaldı. Ümidimiz azalıyordu. Bir olumsuz durum mu olmuştu? Gelen giden
yoktu! Nihayet Sultan teyze görüş alanımıza girdi. Kemalettin’in halasıydı
Sultan teyze. Elinde oldukça büyük iki bez torba ile salına salına yürüyordu.
Taşıdığı ekmeklerin ağır olduğu yavaş ve salınarak yürüyüşünden belliydi. 34
mevcudumuz vardı. 34 çocuğa yetecek ekmeği taşımak kolay olmasa gerek.
Köyde,
arpa-buğday karışımı tahıldan, köy değirmeninde öğütülen undan yapılırdı
ekmeklerimiz. Kepekli ekmek. Gerçi lezzetine diyecek yoktu köy ekmeğimizin.
Fakat karışımda arpa oranı buğdaya göre fazla olursa böylesi undan yapılan
ekmekler erken bayatlar. Hele de katıksız yenirse… Öğlenleri evden getirdiğimiz
bir gün önceden pişirilen ekmeklerle karnımızı doyururduk. Bu durum okula evi
uzak olan çocuklar için geçerliydi. Evi yakın olan arkadaşlarımız öğleyin
evlerine giderlerdi.
Biz
köylüler ilçemizde fırınlarda pişirilen ekmeği “Beyaz Ekmek” diye
adlandırırdık. Ve çocuklar için beyaz ekmeği bir tesadüf bulup yiyebilmek bir
ayrıcalıktı. İlçeye, senede bir ya da iki kez ayağımız düşerdi. Babam, Orman
Kanunu’na muhalefetten mahkeme olmak, bazen de T.C. Ziraat Bankasından kredi
çekmek için ilçeye giderdi. Gönlü razı gelirse benim de ilçeye gitmeme razı
olurdu. İlk kez 6 yaşında gittim ilçeye. İki saatlik yolu yayan yürürken çok
yorulmuştum…
İlçedeyiz
babamla. Acıktık. 1960’lı yıllar. Köylü milletinin
lokantada yemek yemesi düşünülmezdi bile o yıllarda. Öğle yaklaştığında bir
fırına girdik. Bir ekmek, yanında da helva aldı babam. Helva ekmekle karnımızı
doyurduk. Bizim gibi 7-8 köylü amcalar da helva-ekmek, zeytin-ekmekle
karınlarını doyuruyordu. Fırın, 8-10 insanın rahatça oturacağı biçimde
tasarlanmıştı. Benim gibi arkadaşların da ancak 1 ya da iki kez tatmıştı beyaz
ekmeği. Kızlar belki de ilk kez göreceklerdi beyaz undan pişirilen ekmeği. Onlar
ancak hasta olunca ilçeye götürülürdü!
Sultan
Teyze artık sınıfımızdaydı. Öğretmenimiz ekmekleri yıldırım hızıyla kıyarken
bir taraftan da topluca yemek yeme ilkelerini anlatıyordu. Aç kurt yavruları
gibi daldık üzerinde ekmek kokusu gitmemiş ekmek dilimlerine. Katık filan
yoktu. Yetesiye doyamadım. Arkadaşlarımın durumu da benden farksızdı. Beyaz ekmekle
yemek güzeldi karnımız tam doymasa bile.
Devletimizin
bu uygulamasından memnuniyetimizi evde büyüklerimize de ballandıra ballandıra
anlatmaktan da geri durmuyorduk. Süt tozu neydi? Sütü bilmeyen yoktur küçük
büyük. Toz kelimesi de her çocuğun kelime dağarında vardır. Talaş tozu, kuru
toprakta üzerinde tepinince havaya yükselen toprak parçacıkları. Hani bir de
kulaktozu. Bu kelime şamarı hatırlatıyor. Nemize gerek şamar. Biz çalışkan
öğrencilerdik. Kulaktozu kalsın! Biz süt tozu nedir? Öğrenelim.
Okulun
öğrenci mevcudu 200’e yaklaşıyordu. Okul müdürümüz iki adet kazan edindi. Bir
gün okulun hizmetlisi okulun bahçesinde kazanlarda su doldurdu. Kazanların
altını tutuşturdu. Hoş bir mavi duman yükselmeye başladı gökyüzüne doğru.
Bizler derslere devam ettik. Öğleye
doğru öğretmenlerimiz kontrolünde okulun bütün öğrencilerini kazanların yanına
gittik. Geniş bir halka oluşturduk. Merakla yapılan çalışmayı izlemeye
başladık. Buharlar yükseliyordu kazanlardan.
Başöğretmen,
(okul müdürü) hizmetlinin yardımıyla içinde süt tozu olan çimento torbası
büyüklüğünde bir torbadan tıpkı toz kireç gibi beyaz bir tozu kazana dökmeye
başladı. Bir taraftan da yapılan çalışmayı bize anlatıyordu.
“Çocuklar
dost Amerika Birleşik Devletleri sizlerin iyi beslenmesi için gönderdi süt tozu
dolu çuvalları. Kazandaki su karıştırdıkça sıcak suya dökülen şu beyaz toz süte
dönüşecek…” Dörtlerin öğretmeni Nazım öğretmen söz aldı:
“Çocuklar
geçen gün tembihlemiştik evlerinizden bardak getirin diye… Şimdi sınıflara
gireceksiniz. Hazırlanan sütü sizlere içireceğiz…” Sınıflara girdik.
Heyecanlandık yeniden. Acaba sütün tadı nasıldı? Biraz sonra sevgili
öğretmenimiz bir güğümle yanımıza geldi. Bardaklarımız hazırdı.
Bir an
önce sıranın bana gelmesini bekledim. Öğretmeniz:
“Bekleyin.
Sütünüzün birazcık soğuduğunu hissettiğinizde içebilirsiniz…”
Bardağımdaki
süt bir farklı beyazdı ilkbaharlarda annemin bana içirdiği koyun sütünden; solgun
bir beyaz. Yavaşça bir yudum içtim. Tadından bir şey anlamadım. Sütünü içen
arkadaşlarla göz göze geliyorduk. Birbirimize kuşkuyla bakıyorduk. Dostluğun
hatırına bardaklarımızda sütü o gün içtik. Ekmeklerden aldığımız tat sütte hiç
yoktu.
Okulun
bahçesinde süt kazanları için bir kulübe yapıldı. Her gün süt kaynatıldı. Aramızda
sütü kana kana içen, içtikten sonra mutlulukla bir oh diyen arkadaşımız olmadı.
Süt boldu. Bazı günler evlerimizden şişe getirip eve süt götürürdük. Annem
okuldan götürdüğüm sütten yoğurt yaptı. Katı bir yoğurt oluşmadı. Manda yoğurdu
nerede, süt tozunun yoğurdu nerede! Karşılaştırılması bile yapılamaz. İki
kaşıktan fazla tadan olmadı süt tozundan yapılan yoğurttan.
İlkbahar
yaklaştı. Merekte ot suyunu çekti, can çekişiyordu. Koyunlarımız kuzu doğurdu.
Güzelim kuzular… İkiz kuzularımız bile doğdu. Babam, kalan otu karneyle veriyordu
koyunlara dersem abartmamış olurum. Bir türlü karlar yetesiye terk etmedi
çayırları. Koyunlar yarı aç köme (koyun-keçi barınağı) giriyorlardı. Yeterli
beslenemeyen hayvanlar kuzularına doyumluk sütte yapamıyordu. İkiz kuzuların
durumu içler acısıydı.
Bir
çözüm düşümdüm. Okuldan süt getirip kuzuları besleyebilirim. Zaten okulda süt
içmekten feragat etmiştim birçok arkadaşım gibi. Düşünceni uygulamaya koydum.
Kocaman bir şişe buldum. Eve süt getirmeye başladım. İlk günlerde uygulamam işe
yaradı. İkiz kuzularım durumdan memnundu birkaç gün. Giderek okulda bizlerin
Amerikan Süt Tozundan yapılan tatsız sütü içmekten feragat ettiğimiz gibi kuzular
da aynı sütü zoraki içtiler.
Bu
uygulamayı ancak bir hafta sürdürebildim. İkiz kuzulardan birsi gün gün
zayıfladı. Güneşli bir mart günü başlıyordu. Köme gittiğimde elimde süt şişesi
gelişme gösteremeyen kuzuyu aradım. Çayırlar da artık yeşermişti. Koyunlar
kırlara, çayırlara açılırken aradığım kuzu kömün köşesinde başını uzatmış halde
cansız yatıyordu. Ölmüştü! Boğazım düğümlendi! Ağladım! O gün okulda da yüzüm hiç
gülmedi.
Aradan
yıllar geçti. Yaşadıkça öğrendim. Yaşam öğretiyor öğrenmek isteyenlere. Ne bir
birey ne de bir devlet muhataplarına karşılıksız yardım yapmaz. Karşılıksız
alınan yardımlar bireyin onurunu zedeler, devletin ise saygınlığını törpüler...
Amerikan yardımı süt tozu, bir kuzuyu bile besleyememişti(!)