Uzaktan
görseler başlarını çevirip bakmazlardı bile. Eğri büğrü, onlarca dalları olan,
kasabaya hâkim bir tepede yıllardır duran biçimsiz bir ağaçtı. Bir gün kuşluk
vakti olsa gerek, kasabanın en eskilerinden, sözü dinlenilen, Hasibe Kadın’ın
dalına yeşil bir çaput parçası bağlamasıyla dikkatleri üzerine çekerek;
ünlenmeye ve ziyaret edilmeye başlanmıştı. Bu ilgi karşısında hayretler içinde
kalmıştı. İşte o vakitten sonra kasaba halkı akın etmiş ve o eğri büğrü
dallarına, rengarenk çaputlar bağlar olmuşlardı. Bir gelini süsler gibiydiler .
Her renkteki çaput parçaları ayrı ayrı dertlerin sembolüydü adeta. Ve o gün
bugündür de kasabalının dilinde “ Dilek Ağacı” diye anılır olmuştu.
Bu
ünlenmeye vesile olan Hasibe Kadın’ın derdi; müzisyen olma hayaliyle evi terk
eden oğlunun onca yıl geçmesine rağmen eve dönmemesiydi. Merakla ve özlemle içi
yanan Hasibe Kadın, inancı gereği hiç usanmadan beş yıl boyunca çaput
bağlayarak, dua ile bu kuru ağaçtan medet ummuştu. Ve bir gün oğlu çıka geldi.
Bahçe kapısında, elinde küçük bir valiz, yüzünde mahcup bir ifade, öylece durup
annesinden bir şeyler demesini bekliyordu. Sarıldı oğluna Hasibe Kadın. Bu olay
kasabada heyecan yaratmaya yetmiş ve ağacın her dileneni yerine getirdiğine
inanılır olmuştu. Oysa genç adam, babasının vefatını duyunca ve müzisyen olma
hayalini gerçekleştiremediğinden yaşlı anasını yalnız bırakmamak adına geriye
dönmüştü. Hasibe Kadın, her sabah hiç
aksatmadan, erkenden gelip “ Senin sayende oğluma kavuştum! “ Diye ağaca
methiyeler sunar olmuştu. Ve kasabalıya yaşadıklarını, ballandıra ballandıra
anlatmaya devam etmesi, ister istemez ağaçtan yardım beklenmesine sebep
olmuştu.
Her sabah gelmeyi ihmal etmeyen tek kişi Hasibe Kadın değildi elbette. Hele ki şu kasabanın üç kafadar kız kuruları yok mu? Dallarından tutup, gölgesinde bıkmadan kasabanın dedikodusunu yaparlardı. Hiç sevmezdi onları bir an önce gitsinler isterdi. Kısa boylu, kocaman kıçlı, ip gibi ince dudakları olan Asiye, aralarında en sevimsiz olanıydı. Asiye derinden bir ah çekip;
-Bağlayıp duruyoruz çaputları ne zamandır. Ne
işe yarıyorsa! Sanki kocanın gelip de bizi bulacak halimi var! “
Asiye’nin
aksine sırık gibi bir boya sahip olan Fatma :
-Hee
valla kız! Boşuna gelip duruyoruz. Evde bağlanacak çaput kalmadı. Ben artık
iyice umudumu kestim bu yamuk ağaçtan.
Kurnaz,
kömür karası gözlere sahip olan üçüncü kız ise;
-Kuruduk
kaldık bu kasabada! Kaçacak yer de erkek de yok. Bu gidişle kasabanın
yaşlılarına varacağız!
Asiye
omuz silkti;
-
Amaaan boşverin şimdi bunları. Asıl konuşmamız gereken konuya gelin!
-
Ne ola ki o?
-
Hacer karısının yaptıklarını duymadık
demeyin!
Diğer
kızlar bir ağızdan ;
-
Yoo biz hiçbir şey duymadık. Ne yapmış yine manyak karı?
-Hacer
karısıyla bizim Muskacı Hoca’nın arasında bir şeyler var diyorlar ya, ben
onların yalancısıyım! Aman bacılarım siz yine de benden duymuş olmayın emi!
Kurnaz
gözlü kız; - Kızlar onu ben de fark ettim. Hacer çıkmaz oldu hocanın evinden.
Zaten kasabaya geldi geleli gözüm hiç tutmamıştı o karıyı, bir orospuluk
yapacak dediydim !
Asiye
halinden memnun “ Çıkar yakında kokusu, siz hiç mi hiç merak etmeyin. Haydi
düşün önüme de bize gidelim. Dünden kalma börek vardı, çayın yanında iyi gider.
Evde devam edelim, böyle ayak üstü keyfi çıkmıyor” Dedi.
Oh
! Nihayet kalkıp gittiler diye sevinmişti ağaç. Sakin sakin başını
dinleyecekti. Kasabalının her gizli derdini, saklısını bilirdi ve bu dertler
yüzünden çürüyüp gitmekten korkardı.
Kasabanın
, dilekleri gerçekleştirdiğine inanılan bu ağaçtan başka bir de Muskacı Hocası
vardı. Ona da gözü kapalı inanırlardı. Oysaki ; düzenbazın , yalancı,
sahtekarın biriydi. Tek derdi kasabalıyı yolmaktı. Cahil, yobaz hocanın din ile
uzaktan yakından alakası yoktu. Kasabanın en cahilinin bile bilgisi ondan
çoktu. Tek derdi, bu kisve altında insanları sömürmekti. Ve o kadar ün saldı ki
civar kasabalardan ona muska yazdırmaya gelenlerin sayısı her geçen gün
artmaktaydı.
Kulaktan
kulağa “ Muskacı Hoca var ya, çocuğu olmayan bir kadına okuyup üflemiş bir de
muska yazmış ki bir ay sonra hamile kalmış yaa!” “Çok mübarek, nur yüzlü bir adam yedi kere
hacca gidip gelmiş!” “Allah onu başımıza
melek diye göndermiş. Hızır gibi eli öpülesice!” Mealinde üretilen söylentiler
almış başını gitmiş, Hoca Efendi şöhret olmuştu.
Hacer,
hemen hemen her gün , hocanın evine gider, soranlara da ;
“Dul
bir kadınım, evde iki çocuk ekmek getireyim diye beni bekler. Ne yapayım
bacılar, siz söyleyin, ölsün mü açlıktan bebeler? Hoca Efendinin evini
toplarım, hizmet ederim de bana acır, üç beş kuruş verir. Allah ondan razı
olsun, melek gibi adamdır. Laf çıkaranların dili tutulsun inşallah!” Derdi
demesine de her gece el ayak çekilince, soluğu muskacının evinde alırdı. Kapıyı
tıklattığında Hoca o davudi sesiyle ;
-Hacer
sen mi geldin? Deyip , hemen içeriye çekerdi kadını. Henüz kırk yaşlarında,
uzun geniş sakallı, iri gök gözlü, sivri burunlu, kel ve koca göbekliydi.
Hacer’i görünce ablak yüzüne yine bir gülümseme yayılmıştı.
-Gel
hele otur şöyle yanıma gız!
-Ah
ah hocam, bebeler evde aç aç beni bekliyorlar. Fazla vaktim yok.
-Canım
bu mu derdin yani! Al bakayım şu parayı, al al çekinme, neye ihtiyacınız varsa
alırsın.
Hacer
bir hamlede alıp, parayı koynuna attı. Bu telaş içinde sütyensiz, iri beyaz
göğüsleri ortaya çıkmış, hocanın içinin gitmesine, yutkunmaya başlamasına
yetmişti bile. Hacer durumun farkında; -Eh ben kalkayım da sofrayı kurayım.” Dedi.
-Rakıyı
da unutma emi!
Elinde
geniş bir tepsiyle, bir zaman sonra görüldü Hacer, işveli bir halde. Oturup
bardaklara rakı doldurdu. Muskacı bir hamlede dubleyi içmişti.
-Gel
hele yanıma Hacer, az daha yaklaşsana.
-Yaklaşayım
da bu böyle nereye kadar hocam?
Ağzındaki
yemeği şapırdatarak; -Ne nereye kadar kız, anlamıyorum ne diyorsun?
-Bu
böyle daha ne kadar sürecek, kasabada adım çıktı çıkacak. Bizim nikah işi ne
oldu?
-Yapacağım
dedim ya sultanım. Nikahı da yapacağım, sana da çocuklara da bakacağım.
Ve
Hacer’i kucağına aldığı gibi duvar kenarındaki yeşil çekyatın üstüne devirdi.
Hacer’in boş ve isteksiz bakışları; küçük masanın üzerindeki şifa dağıttığına inanılan,
eciş bücüş kağıtlara, muska malzemelerine ve sonra da duvardaki Arapça yazılı
çerçevede asılı kaldı.
Hoca sızdıktan sonra, sabaha karşı
oradan ayrılan kadın, yol boyunca ölen kocasını düşünüyordu. Onu bu hallere
düşürdüğü için öfkeleniyor, geceyi anımsayınca da utancından bağışlıyordu. Koynundaki
parayı yokladı. Orada olduğundan emin olunca içi rahatladı. Sabah olmak üzere
ve etrafta kimsecikler gözükmüyordu. Dilek ağacına uğramayı düşündü ve patika
yoldan tepeye tırmanmaya başladı. Başındaki allı güllü yemeniyi, dallardan
birine bağladı.
“Zengin
bir koca bulsam da şu ayyaş hocanın kahrını çekmekten kurtulsam. Ne olur ulu
ağaç, kabul et dileğimi, bu hayat reva mı bana?” Ağlamaklı halde başı öne eğik,
ağır ağır evinin yolunu tuttu.
Dilek ağacının tam karşısına denk
gelen Sağlık Ocağında çalışan Doktor Bey, dilek ağacından hiç hoşlanmazdı. Ne
zaman pencereden dışarıya baksa, tam karşısında duran dilek ağacını görür,
içinden “ Yahu akıl var mantık var. Bir kuru ağaç nasıl gerçekleştirsin
dilekleri. Ah şu zavallı insanlar, şu kuru ağaca nasıl bel bağlar ki?”
Kırıtarak gelen hemşire;
-Doktor
Bey, dışarıda sıra aldı başını gidiyor. Ne yapalım?
-Al
kızım içeriye hastalardan birini!
Yüzü
düşen hemşire, dışarıya seslenip, yaşlıca bir kadını aldı içeriye.
-Ah
dizlerim, ah midem, ah karnım… Ölüyorum yavrum yardım et!
-Fatma
teyze ne o, sen gitmiyor musun yoksa dilek ağacına? Yoksa ağacınız sizi
duymuyor mu artık? Dedi alaycı bir gülüşle.
-Öyle
deme oğlum, ulu bir ağaçtır o. Her kim ne dilerse gerçekleştirir. Böyle konuşup
da rahatsızlık verip küstürmeyelim.
-Peki
peki uzan teyze şöyle.
Akşamüzeri olup sağlık ocağı
tenhalaşınca, hademe Halil kapı önünde durup, içeriyi dinleyeme başladı.
Doktorun aniden kapıyı açmasıyla telaşla yerleri silmeye başladı.
-Gel
gel, uzak kalma. Ne diye kapıyı dinlersin ki, gizli bir şey yok. Magazin
olaylarından bahsediyordu hemşire hanım.
-Aman
beyim, ne dinlemesi. Sen de çok şakacı adamsın yani. Kapının önü çok kirlenmiş
de sileyim dediydim. Ama bizi bilirsin doktor, kimsenin lafında sözünde
kulağımız yoktur.
-Öyledir.
Eee ne var ne yok?
Anında
içeriye girip, doktor masasının karşısındaki sandalyeye kuruldu.
-Beyim
ne olsun işte, bildiğin gibi her şey. Bu kasabalı kadar ahmağını görmedim. Ağaç
da ağaç, tutturmuşlar işte. Hayatları ağaç olmuş. Doktora gelmezler, ağaca
giderler, şifa beklerler.
Doktor,
hafif baş hareketleriyle onayladıkça, hademe coşkuyla anlatmaya devam ediyordu.
-Her
şey o Hasibe Kadının başının altından çıkmadı mı, bilmez miyiz sanki? O
başlattı ya onu gören ahmaklar da inanır oldular. Dilek ağacı da dilek ağacı.
Doktor da hükümet de Peygamber de Allah da O ağaç olmuş gözlerinde. Valla beyim
bu dinsiz, kafirler ağaca tapar olmuşlar. Hepsini dayaktan geçireceksin ki
akılları başlarına gelsin.
Nefes
nefese, kıpkırmızı bir yüzle ayağa kalktı birden, fazlaca ileri gittiğini
anlamıştı. Yumuşak bir sesle;
-Öyle
ya kasabalı ne bilsin. Saftır, cahildir. Senin de kafanı şişirdim doktor bey,
işimin başına döneyim ben. Haydi kal sağlıcakla. Karanlık çökmüştü kasabanın
üstüne. Sakindi sokaklar. Esen ılık rüzgârın yüzüne teması hoşuna gitmiş, huzur
kaplamıştı içini doktorun…
Akşam
yine üvey babasından dayak yemiş, yüzü gözü kan içinde ağlayarak çıkmıştı Mert
evden, okuluna gitmek üzere. Yolunun üzerindeki dilek ağacına uğramayı ihmal
etmedi her zamanki gibi.
-Canım
ağacım, sen de mi beni sevmiyorsun? Neden babam bana karşı hep böyle kötü
davranıyor? O yetmiyor gibi annemi de her gece dövüyor. Ne olur bize yardım et,
güzel ağacım.
-Hişt
çocuk baksana! Osman Emmi ’nin sesini
duyunca aceleyle, çantasını alıp kaçmak istedi.
-Ne
o çocuk, sevgili ağacın istediklerini vermiyor mu? Çocuk sessiz kalıp, başını öne eğdi.
-Vermez
vermez, bilmem mi ben bunu. Yalancı, düzenbazın biridir. Biraz daha hayvanım
olsun, bir tane ineğim olsun istedim ondan. Bana bunu bile çok gördü. El alemin
kayıp çocuklarını geri getirdi. Bana, bir ayağı çukurda, fukara Osman’a bir
ineği çok gördü. Ne o sende mi bana düşman kesildin? Şu ağaca tapar oldunuz,
kurusun kökünden mendebur da kurtulalım!
Osman
Emmi, dileğinin karşılığını alamadığı için ağaca düşman kesilmişti. Her gün
gelip;
-Yalancı,
pis ağaç, kandırdın beni. Kuru, defol git bu kasabadan! Der, aradan birkaç saat
geçince tekrardan gelip;
-
Sende hiç insaf yok mu? Herkesin, hele de o kocakarının, o Hacer’in bile
dileklerini kabul ettin de yaşlı Osman’a bir ineği çok gördün. Ne ettim ben sana
da beni duymaz oldun? Bir bana mı kastın var senin?
Osman Emmi ‘nin sözlerinin bittiğini anlayan
çocuk, çantasını aldığı gibi fırladı. Yaşlı adam da söylene söylene kasabanın
dışına doğru yürüdü.
O sırada elinde poşetlerle dönmekte olan
Muskacı Hoca, ağaca bakıp gülümsedi.
-
Ne haber düzenbaz? Sen düzenbaz, ben
düzenbaz, nasıl olacak bu işler böyle? İki cambaz bir ipte, iki düzenbaz bir
kasabada nasıl oynayacak? Millet sana mı inanacak yoksa mübarek Muskacı Hocaya
mı? İşimi elimden alır oldun. İyisi mi sen çek git bu kasabadan. Deyip, içini çekerek kinle yürüdü.
Yolda
hocayı görenler, eline eteğine sarılıp aman diliyor, derdini anlatıyordu.
Teşekkür edenler mi ararsın, eline para sıkıştıran mı, tencere tencere yemek
veren mi… Sonunda evin yolunu bulmuştu.
-
Ne de zormuş be muskacılık, yoruldum.
Poşetten çıkardığı birayı içmeye başladı. Hacer kahpesi de az sonra gelir deyip
beklemeye başladı.
Gece
olmuştu. Issızlık çökmüştü kasabaya ve zifiri karanlık. Uğursuz bir kuşun ötüşü
hariç hiçbir ses duyulmuyordu. Ahali ölüm uykusundaydı sanki. O sessizlikte bir
hışırtı duydu Dilek Ağacı. Birdenbire üzerine, elindeki bidondan bir şeyler
döken insan silueti belirdi yanı başında. Sırılsıklam olmuştu. Sonra da bir
kibrit çakıldı ve turuncu alevler sardı etrafını. Ağaç cayır cayır yanıyordu.
İmdat sesini kimselere duyuramadı ve sabaha kadar yanıp kül oldu.
Sabah mesaisine gelen doktor,
pencereyi açtı ve dışarıyı izlemeye başladı, her zamanki alışkanlığıyla. Birden hayretle, gözlerini şaşkınca açıp
kapattı birkaç kez.
“Acaba
yanlış mı görüyorum?” - Halil Efendiii…
Halil Efendi! Halil telaşla, soluksuz
odaya daldı. – Buyur Doktor Bey!
-Gelsene
yanıma, gel gel, bak bakalım karşıya, ne görüyorsun? Daha doğrusu ne
görmüyorsun?
Halil
Efendi, ağzı bir karış açık; - Aaa ağaç
yok Doktor Bey!
Kısa zamanda ağacın yok olduğu duyulmuş,
kasaba halkı orada toplanmıştı. Ağlayanlar, ağaçtan arta kalan küllere bakıp. “
Canımız, atamız, dert babamız, neden
terk ettin bizi? Biz sensiz ne yapacağız şimdi?” Ağıtlar çeşitlendi, söylendikçe
söylendi. Hacer ve Muskacı Hoca da gelmişti. Muskacı;
-
Bu kuru ağaca ilah gibi taparsanız olacağı
buydu işte! Yüce Allah elinizden aldı ağacı. Sonuç ortada, Allah’ın lanetine
uğradı ağaç.
Tüm
başlar hocaya çevrilmiş, korkuyla haklısın der gibi tasdik ediyorlardı. Muskacı, meydan kendine kaldığı için içten
içe bayram ediyor, Hacer ise üzülüyordu. Ne de olsa derdini anlatır, dilekte
bulunur, gerçekleşmesi umuduyla avunurdu. Kız kuruları da ;
-
Kim ne istedi böylesine ulu bir ağaçtan?
Allah’ın lanetiymiş , bak hele sen palavracılara. Muskacı domuzuna da inandılar
ya yine pes!
-Tek umudumuz da elimizden gitti. Kim
yaktıysa elleri kırılsın!
Asiye
kurnazca ; - Bu iş Muskacıyla Hacer karısının işi olmasın sakın?
-
Hacer nerden bilsin be ağaç yakmayı. Onu
işi kaltaklık!
Hasibe
Kadın konuşulanları duymuş, kendini tutamayıp araya girmişti.
-
Saçma sapan konuşup iftira atmayın. Zaten
acımız büyük!
Asiye;
- Ee teyze, senin oğlun geldi. Daha ne dileyeceksin ki? Tabii bir suçlu aramazsın. Ama biz öyle miyiz?
Umut kapımız gitti. Yine kaldık evde, ne edelim şimdi?
Öte
yandan Osman Emmi, uzaktan uzağa bakıp, kıs kıs gülüyordu.
-Oh
olsun sana oh! Mendebur ağaç! Duam kabul oldu, kurtulduk senden! Kendisini tutamayıp kalabalığa doğru yürüdü.
Hacer;
- Osman Emmi, dün gece birisi ağacı yakmış!
-
Allah Allah , hiç şaşmadım. Bekliyordum zaten, şu çirkin
şey kasabalının huzurunu bozmuştu. Uğursuz bir ağaçtı. Kim yaptıysa ellerine
sağlık. Sevaba girmiştir.
Asiye
hemen atılıp; - Osman Emmi, sen de
nicedir şu ağaca düşman kesilmiştin.
Dedi imalı imalı.
-
Kız, sen bana ne diyorsun, doğru konuş,
ayağımın altına alırım seni! Yaşlı başlı adama iftira atıyor bir de zilli!
Muskacı; - Haydi haydi! Dağılın artık evlerinize.
Gördünüz işte, ağaç mağaç yok! Dedi keyiflice.
Kalabalık
yavaştan dağılmaya başladı. Herkes ağacın ne kadar uğursuz olduğundan bahseder
olmuştu artık. Zaten kimin dileğini
yerine getirmişti ki? Hasibe Kadının oğlunun dönesi varmış dönmüştü. Kasabalı
büyük bir uğursuzluğu defetmişti nihayet!
Doktor Bey , olup biteni penceresinden izlemişti. Ortalık sakinleşince, hafiften bir yağmur
başladı. Serinledi etraf. Pencereyi açtı, yağmurun kokusunu derince içine
çekti. Rahatlamış, huzurla dolmuştu yüreği. Yüzünde gülücükler mesken tuttu.