Hastanenin kasvetli havası, ölüm sessizliğinde
bir tül örterken şehrin üzerine. Aslı hemşire nöbetçiydi bu gece yine. Şu ana
dek bir vukuat yaşanmamış olmasının verdiği rahatlamayla, internette alışveriş
yapmaya başladı. Derinden derine gelen bir ses, irkilmesine sebep olunca, kulak
kesildi etrafa. Herhangi bir hareket oluşmayınca da tekrar alışverişine devam
etti. Ancak ses; öncekinden de şiddetli
ve peş peşe tekrar edince, huzursuzlukla, koridora bir göz atmak için yerinden
kalktı. Hayret! Olağan dışı hiçbir belirti yoktu. Sinirleri bozuldu. Son
zamanlarda çok fazla hastaları düşünür olmanın etkisiydi bunlar, uzaklaşmalıydı
bir süre. İçeriye geri dönmek için kapı kolunu çevirdiğinde, kitli olduğunu
fark edince;
-Kim
var içeride? Sibel sen misin? Bak hiç şakanın sırası değil! Herhangi bir karşılık gelmeyince, alt kattaki
görevliyi çağırdı. Elindeki aletle, kısacık bir zaman diliminde açtı kapıyı
adam.
Aslı hemşire, gördüğü manzara
karşısında donup kaldı. Beyaz, dekolte yerleri okşayan elbisesiyle; masanın
üzerinde, bacaklarını karnına kadar
çekmiş ve ellerini dizlerinde kenetlemiş Nilüfer oturuyordu. Ürkütücü bir film
karakterini anımsatıyordu bu haliyle. Kollarından aşağıya doğru savrulan,
kirden gerçek rengi belli olmayan saçlarının arasından, kin ve öfke saçan
bakışlarla , bir noktaya kenetlenmişti. Karnından konuşur gibi anlamsız sözler
kaçıyordu dişleri arasından, bir yandan da ileri geri sallanıp duruyordu.
-Geldi,
geldi o geldi işte! Tek anlaşılır
sözleri bunlardı.
Üzerinden
şaşkınlığı çıkarıp atan hemşire, düğmeye basıp odayı aydınlattı.
-Nilüfer!
Seni arıyorum her yerde, gece gece. Kalk yürü odana! Diyerek hasta bakıcı içeriye girdi soluğu
burnunda.
-Kurtar
beni! Kötü adam yine geldi! Bir saniye
olsun gözlerini ayırmıyor, sadece yalvarıyordu. Rahatsız edici bakışlardan
kurtulmanın çaresi olarak hastabakıcıya dönen hemşire;
-Alın
odasına götürün hemen. Ben de geliyorum şimdi. Dedi.
Gerekli
malzemelerin bulunduğu çantayı alıp, alelacele Nilüferin bulunduğu zemin kata
indi. Bu kat; insanı en mutlu anında bile kedere sürükleyebilecek marifetlere
sahip, tüyler ürpertici seslerden ve hastalardan oluşuyordu. Nilüfer’in odası;
koridorun en sonunda bulunan sağdaki odaydı. Hızlı adımlarla gelip, camlı
bölmeden izledi bir süre olanı biteni. Odanın duvarları gibi yatak ve yorgan da
bembeyazdı. Yatağın üst tarafındaki ufak, demirli pencereden ürkerek giren gün
ışığı olurdu yalnızca zamanı hatırlatan. Nilüfer; yatağın üzerinden demirlere
ulaşıp, var gücüyle sarsıyor, ürkütücü tiz kahkahalarından birini atıyordu.
Demirlere vurmaktan kan doldu avuçlarına. Ardından yerde bir bebek gibi
emeklemeye, her hamlede; kâh gülüp kâh ağlamaya, tuhaf sesler çıkartmaya devam
etti.
-Nefret
ediyorum senden, giiiitttt ! Gitsene beee! Bırak beni bıraaakkk! Deyip ,
haykırışlar eşliğinde hızla ayağa kalktı ve ekseni etrafında dönerek, çığlık
atmaya devam etti. Tüm olanı biteni izlerken , hastabakıcının sesiyle kendine
geldi Aslı hemşire.
-Gel
hemşire hanım, biz tutarız şimdi onu. Kafa mı bırakır bunlar insanda!
İçeriye
giren adamı görünce Nilüfer;
-Gidin,
pislikler, defolun yanımdan! ( Efendim, geldiler ne yapmalıyım? Peki efendim!) Diyerek, kendisinden başka kimsenin görmediği
biriyle konuşuyor, ondan talimatlar alıyordu. Elini kolunu tutup, yatağa
bağladılar. Yattığı yerden kalkmaya çalışsa da boşunaydı , kemer buna mâni
oldu. Aslı, gülümsemeye zorlayarak kendini, yaklaşıp, sakinleştirici verdi
Nilüfer’e. Göz kapakları ağırlaşırken mırıldanarak;
-Hemşire
kız, biliyor musun? Ben aslında deli değilim. Bunlar beni burada zorla
tutuyorlar. Bilmiyorsun sen, ben çok önemli biriyim. Güçlüyüm ben. Ama sen
sakin kimseciklere söyleme. Yoksa efendim çok kızar bana !
-Merak
etme söylemem. Cevabını alınca uykuya daldı.
Üç gün geçti. Aslı hemşire tekrardan
nöbetçiydi. Elindeki tepside yemek ve ilaçlar, camlı bölmede durup, izlemeye
başladı. Yine efendisine bir şeyler anlatmakla meşguldü Nilüfer.
-Hayır…
Hayır… Yalvarırım affedin beni.
Can
kulağıyla bir süre dinledikten sonra , olduğu yerde büzülüp, dertop bir halde
küçüldükçe küçülüyordu.
-Evet,
ben bir köpeğim. Doğru ama o yaptı. Kötü birisi o, beni sevmiyor hep
kıskanıyor.
Kendisine
seslenen hemşireyi duymuyor , ruhu başka yerlerde seyahat ediyordu çünkü. Bir
defa daha seslendikten sonra , camlı kısma sarsıntılı yumruklar attı hemşire.
Ancak Nilüfer kendinde değildi.
-Defol
git defol! deyip, koşarak yatağın
başucuna oturdu. İleri geri hareket etmeye başladı. Bu yaptıkları ona zevk mi
yoksa acı mı veriyor anlamak mümkün değildi. Aslı dehşetle izlemeye devam
etti. Nilüfer, gittikçe hızlanmış; tiz
ve aralıksız çığlıklar atıyordu. Birden doğrulup , kendisini yüzükoyun duvara
yapıştırıp, sürtünmeye başladı ritmik hareketlerle ve gittikçe hızlanarak. Çığlıkları hayvani zevkine eşlik ederken bir
an da sustu. Başını duvara vurmaya başladı şimdi de.
-Salak
, yapma dedim sana yapma! Ama güzeldi, o
yüzden oldu hepsi. Hem ben istediğimi yaparım, sana ne? Ben mühim biriyim ,
dünyanın bana ihtiyacı var! Bırakın gideyim.
Biraz
olsun sakinleştiğini gören hemşire, içeriye girdi. Hemen ardından da hasta
bakıcı. Adamı gören Nilüfer;
-Gitsin
o gitsin! Sırlarımı doktora söylüyor. Hemşire kız kurtar beni kurtar. Doktor
hepimizin düşmanı! Efendim söyledi bunu. Hem bir de (fısıltılı bir sesle) o
doktor bana tecavüz etmeye çalıştı! Çok kötü bir adam o!
-Tamam
Nilüfer, sen merak etme, söz kurtaracağım seni bu adamlardan. Ama sözümü
dinleyip ilaçlarını içmelisin.
Fısıltıyla;
-O
burada. Hey sessiz ol. Doktorun yaptıklarını duymasın, sonra bana kızar. Kocam
da bana kızardı hep, efendim de kızıyor. Doktor bana çok güzelsin dedi. Daha
neler neler dedi. Bebeğimi ben öldürmedim ki! Doktor ya da kocam öldürdü kesin!
Kendini harap ederek ağlamaya başladı.
-Neden
öldürdünüz bebeğimi? Katiller! Ne istediniz?
Birden sakin bir sesle;
-
Geçen yaz içememiştim. Deniz suyu çorbası istiyorum. Ne olur bana o çorbadan
yap anneciğim, bol köpüklü, dalgalı ve ılık olsun. Sözlerini bitirip cenin pozisyonunda yatağın
içine girdi. Hemşire;
-Haydi
iç canım şunları. Tamam çorba yapacağım sana.
Dedi.
Ertesi sabah, Nilüfer’in ziyaretçisi
vardı günler sonra. Aslı hemşire; hem bu
haberi vermek hem de nöbetini devretmeden önce ilaçlarını içirmek için Nilüfer’in
odasındaydı.
Onu
gören Nilüfer, gözlerini kocaman açıp;
-Saçların
nerede? Kel olmuşsun! Dedi.
-Hayır,
kel değilim. Saçım var.
-Yok
işte ! Yalan söylemem ben. Anne sen neden küçük kızına hep kötü davranıyorsun?
Oyuncağım nerede? Efendi, o benim dostumdur kızmayın. Hayır… Hayır. Bunu
istemeyin benden!
-Nilüfer!
Efendine söyle, biraz beklesin. Bak seni eşin görmek için geldi. Haydi gel
benimle.
-Anne,
benim eşim yok ki! Hayret içinde ellerini iki yana açarak;
-Anneee,
gitmeyelim ne olursun!
-Tamam gel, gezmeye gidiyoruz. Gezmeye gidileceğini duyunca hemşireden önce
odadan çıkmaya çalıştı. Bir yandan da ;
-Anne, ben kaç yaşındayım?
-
Otuz üç.
-Hayır!
Sen nasıl annesin be! Beş yaşındayım ben. Pis yalancı. Sen kocamı ayartmıştın
zaten. Kızımı da öldürdünüz. Şimdi de doktorla birliksin! Efendim bilir her
şeyi, o hiç yalan konuşmaz!
Ziyaretçi görüşme odasına
geldiklerinde ; üzerinde pembe renk, tuhaf bir elbise bulunan bir hastanın;
uzun boylu, genç ve yakışıklı bir adama sarılarak ağladığını gördüler. Pembe
elbiseli kadın;
-Sevgilim,
seni yıllar yılı bekliyordum. Neden bu kadar geç kaldın? Diyordu. Genç adam ise; kadının kolları
arasında hiçbir şey söylemeden, öylece hareketsiz duruyordu. Adam başını sağına
çevirince, Nilüferle göz göze geldi. Nilüfer bir hamlede kadını yere düşürüp,
yerlere kadar eğilerek selamladı adamı.
-Babacığım
hoş geldiniz!
-Kalk
ayağa Nilüfer.
Komuta
anında uyup, ellerini birleştirip beklemeye başladı uysal bir kedi gibi.
-Babaaaa.
O doktor var ya! Ben onla evlenmiştim ama boşandım. Bebeğimi kaçırdı o.
Aldırış
etmeyen adam;
-Nasılsın
Nilüfer? Dedi.
Korku
dolu gözler ve şaşırtıcı şekilde sağlıklı gözüken tavırlarla Nilüfer;
-Baba,
bak dinle beni. Doktor ve adamları çok tehlikeli. Annem bile gizlice hemşire
kılığına girip beni koruyor. Kurtarmalısın beni babacığım.
Dışardan
biri görse şu an Nilüfer’i gayet sağlıklı bir insan sanabilirdi. Ancak birden
gelen sağanak gibi;
-Gelme
git, gelmeee! Hiç kimsenin görmediği
biriyle cebelleşiyordu şimdi.
-Sakin
ol canım. Uslu bir kız ol üzme insanları. Şimdi gitmem gerekiyor.
Genç
adamın ayaklarına kapanıp;
-Babacığım
gitme, burada bırakma beni! İç parçalayıcı haline daha fazla dayanamayan
hemşire, alıp odasına indirdi Nilüfer’i.
Ardından , üzüntülü gözlerle bakakaldı adam.
Nilüfer; sırt üstü yatıp, tavanda
belirlediği bir noktaya gözlerini dikip, şiddetli kahkahalar eşliğinde, tavanda
gördüğü yüzlerle konuşuyordu.
-Hoş
geldiniz! Diyerek ayağa kalktı. Odanın orta yerine gelip, tuvaletini yapmaya
başladı. Akan sıvıya bakıp ;
-
Anne anneeee! Sürekli annesini çağırınca
hemşireye haber verdiler. Cama yaklaştığını görünce;
-
Anne nerede kaldın? Niye her yer sarı? Bebeğim okula mı gitti? Gibi alakasız sorular sormaya başladı. Hemşire sessizce dinleyip cevap vermedi.
-Heyyy!
Kime diyorum! Çok pis kokuyorsun sen! Anneler böyle kokmaz. Sen annem değilsin,
gelme gelmeee! Bağırarak eliyle bir yeri
işaret etti. Tuvalet artığıydı gösterdiği.
Hemşire;
-
Nilüfer, gel seni yıkayalım. Ama uslu olacaksın.
-Tamam.
Dedi yüzünde içten pazarlıklı bir tebessüm. – Ama adamlara haber verme
anneciğim.
-
İyi olur. Dedi hastasına acıyan hemşire.
İkisi banyoda yalnız ve etraf
sessizdi. Sıcak suyu ayarlamak üzere arkasını döndüğü an, ensesine sertçe bir
darbe indi Aslı’nın. Yere düşüp baygın halde kaldı bir zaman.
-Hahaha
efendim! Bakın işte başardım. Görev tamamlandı! Deyip, daha önceden keşfettiği
banyo penceresinden kaçtı gitti ardından da. Etraf kapkaranlık, pencereden
içeriye dolan rüzgâr ise ılıktı.
Esen
rüzgârda, arayıp durdular Nilüfer’i, fakat izi bile kalmamıştı geriye.
Nilüfer;
zafer kazanmış bir edayla, efendisinin verdiği görevi yapmış olmaktan gururlu,
sokaklarda dolaşıp durdu. Dışarıda kendisi gibi insanlar vardı ve mutlu
olacaktı. Gecenin karanlığında, gökyüzünden yıldızlar toplayıp, saçlarında
biriktirerek; dudaklarında bir şarkı, ıslık ıslık revan oldu yola. Rüzgârın
kollarında , derinden yaşamı çekti içine. Gelip geçen tek tük insanlar ya
korkup kaçıyor ya da gülüyordu. Aldırmadı hiçbirine. Ayakları onu sabaha karşı
şehir mezarlığına getirdi. Bir eylül ayında doğmuş , beş senenin sonunda yine
bir eylül ayında ölmüştü. Kıvırcık, siyah saçları vardı kızının. Kendisini;
elinde beyaz bir yastık, kızının yüzünü kapatırken hatırladı. Sonrası çığlıklar…
Sadece çığlıklardı. Toprağa elini sokup kızını kurtarmak istedi fakat
başaramadı. Bunalmış, yorgun yüreği, çılgınca çarparken; canı deniz suyu
çorbası çekti. Üstü başı toz toprak
içinde, onu kaldıran ayaklarına eşlik
etti. Hiç itiraz etmiyor yalnızca izliyordu.
Güneşin
doğuşuna baktı, hayretle. Ve ayakları sahil yoluna getirdi. Kum ayaklarını
yaksa da hoşuna gitti bu durum. Üstü başı, teni bile kararmıştı. Denize girdi,
daldı çıktı defalarca. Kumsala
döndüğünde, ince beyaz elbisesiyle aynı rengi aldı teni. Saçları, upuzun, siyah ve parlaktı artık.
Aklında olan tek şey; deniz suyu çorbasını içmekti. Kararlı adımlarla, yürüdü
suyun içinde. Ve avuç avuç aldığı suyu iştahla içti. Sahilden git gide
uzaklaşıyor, dalgalara karıştıkça, şevkle sarılıyordu son görevine. Büyük bir
dalga aldı götürdü onu. Kayboldu denizin maviliğinde. Çok istediği deniz suyu
çorbasının tadı dudaklarında; günler sonra bulundu Nilüfer, morarmış ancak
gülen bir yüzle.
BENGÜL ALKAN