Yol
Bitmedi Bir Türlü
Eylülün
sonları yaklaştı. Bizim oralarda meyveler ancak Eylülde olgunlaşır. Armutların
hasat günleriydi. Birkaç gün içinde işimizi hayli ilerlettik. Meyveleri
devşirip, pekmezlerimizi kaynattık. Yine de birkaç armut ağacı kaldı
toplanacak.
Havalar
da umulmadık kadar güneşli geçiyor. Yazdan kalma günleri yaşıyoruz. Güneş altın
ışıklarını cömertçe sunuyor her gün. Çayırları yeşertecek yağmurlara hasret kaldık. Kırlar gri renge
büründü. Gökyüzünde değil kara bulutlar, çok yükseklerde görülen tül benzeri
ince ak bulutlar bile gözükmüyor.
İlçemizin
dutların bol yetiştiği köylerde pekmez kaynatılır dutlardan. Biz de hoş kokulu
nefis armutlarımızdan kaynatıyoruz pekmezlerimizi. Armut pekmezi de dut
pekmezini hiç aratmıyor.
Bir
ikindi vakti… Köpeğimiz heyecanla havlamasıyla meyveleri toplanmamış armutların
bulunduğu çayıra yöneldim. Elli yaşlarında olduğu tahmin ettiğim uzun boylu,
pos bıyıklı bir adam elinde bir değnek köpekten korunmaya çalışıyordu. Hoşt, yapma diyerekten adamın yanına yaklaştım.
Konuşmaya başladık.
“Bu
armutlar sizin mi?” sorarak, adının Hasan olduğunu söyleyen yurttaş, ilçede
oturduğunu, olanaklı olursa meyveleri satın almak istediğini söyledi. Canıma
minnet. Bu öneri yağla, bal gibi... Köyün farklı mahallelerinde meyve yok
denecek kadar az iken doğa bize cömert davranıyor. Meyve ağaçlarımız bol bol
ürün veriyor her yıl… Hele de armut ve elmalar… Armutları devşirmek, pekmez
yapmak oldukça meşakkatli bir uğraş.
Her yıl
bazı dostlara veriyoruz meyvelerimizin bazılarını. Onlar devşirip karşılığında:
“Allah razı olsun, aşılayanın canına değsin” diyerek memnuniyetlerini
belirtiyorlar. Çocukluk yıllarımda meyveler çuvallara doldurulup kağnı
arabalarıyla Ardahan ve Kars’ın köylerine götürülüp buğday, arpa gibi
tahıllarla trampa edilirdi. Devir değişti şimdilerde. Meyvelerden pekmez
kaynatılıyor sadece…
İlçede
oturan arkadaşın önerisi hoştu. Bizi uzun uğraşlardan kurtaracaktı. Zaten
yeterli pekmez kaynattık. Hemen aile divanını toplayıp durumu görüştük. Kardeşim,
gelinimiz de aynı düşüncedeydi. Meyveleri toplanmamış iki armudun ürününün
satılması uygun olacak… Fazla söze ne hacet. İlk kez para ile armut satışı
yaptık.
Parası
önemli değil. Mühim olan işlerin azalması. Köy demek iş demektir. Köyde işler
bitmez. Fasulyelerin toplanması, ayıklanıp kurutulması. Fasulye sırıklarının çıkarılması…
Cevizleri devşirme, temizlemek… hiç de kolay ve erken bitecek işler değil.
Alış-veriş
bitmiş sıra sohbete gelmişti. Hasan efendi armutları ilçede satacağını anlatıyordu.
Aynı işi her yıl yaptığını söyledi. Hele iki yıl önceki serüvenini anlatırken
coşkusu yüce dağlarımızın ilkbaharların ak köpüklü suları gibiydi. Böylesi
coşkulu konuşmada araya girilmez elbet. Adamcağız olayı yeniden yaşıyordu…
İki
yıl önce Düzenli Köyü’nden Osman Amcadan bir büyük armudun meyvesinin
pazarlığını yaptım. Ertesi günü arabamla çoluk-çocuk gelip armudu devşirdik. Hareket
edecektik. Osman amca, boynunu bükerek bir şeyler söylemek istedi. Yaşı
seksenleri bulmuş amcamız bastonuna dayanarak zor yürüyordu. Yeğenim diyerek söze
başladı:
Yaşlı
yengenle ikimiz yazları en güzel günlerimizin geçtiği köye dönüyoruz. Güzün sonuna
doğru da çocukların yanına İstanbul yolculuğuna katlanıyoruz. Köyde ne varsa, hepsi
artık çayır olan tarla, bağ-bahçe; tanıdıklara veriyoruz az bir paraya.
Gördüğün gibi meyvelerin de satışını yapıyorum.
İstanbul’a yakında döneceğiz… Döneceğiz de şu gördüğün köpeğe bakacak
bir yakınımız kalmadı köyde!
Ne
olur bu hayvanı ilçedeki köpek barınağına bırakı ver. Hayvanı başıboş bırakmak
olmaz. Bu iyiliği yapıver bana. Şu ileride gördüğün elmanın meyvelerini de sen
topla. Gerçi bana bu iyiliği yaparsan elmalar senin iyiliğini karşılamaz… Osman
amca çocuk gibi yalvarıyordu. Yaşlı adam üzmek olmazdı.
Kabul
ettim öneriyi. Arabaya koyduğum armutları ilçeye bırakıp hemen dönerim dedim.
Düzenliye tekrar döndüğümde akşam yaklaşmıştı. Osman amcaya:
Sen de beraber geleceksin. Köpeği
Belediyenin köpek bakım yerine bırakıp ilçeye döndüğümde sen köye kendin
dönersin… Anlaştık. Osman amcayı köpekle beraber kamyonetime aldım. Osman amca
bir metreden biraz uzun bir urgan başlamıştı köpeğinin boynuna. Ben önde,
köpekle beraber Osman amca arkaya oturdu.
Köpeğin
Kangal cinsi köpeklerden farkı yoktu. Oldukça iri, uzun boz tüylü bir hayvandı.
Sakin bir duruşu vardı. Düzenli’den hareket ettik. Sakin sakin yolumuza devam
ediyorduk. İlçeyi geçtik. Veliköy sapağında ana yoldan ayrıldık. 3 km yolumuz
kalmıştı. Yol bir türlü bitmiyordu. Ne olduysa o anda oldu.
Köpeği
sırtımda hissettim. Güçlü ön bacaklarıyla beni kıskıvrak sardığını hayal meyal
hatırlıyorum. Gözlerimi açtığımda perişan haldeydim. Yüzüm- gözüm kan
içindeydi. Vasıtamla yoldan çıkıp dik yamaçtaki ağaçların arasındaydık. İn-cin
yoktu yardım çağrılarıma cevap verecek.
Bin
bir güçlükle vasıtadan çıktım. Allah’tan bir tarafımda kırık çıkık yoktu.
İmdat! İmdat!.. Bağırarak yola çıktım zorlukla.
Osman
amca’ya ne oldu? Diye sordum. Sorma o soruyu dedi Hasan efendi.
Zavallı
ihtiyar hemen yolun al tarafında cansız yatıyordu. Olan olmuş…
Ve yeni tanıştığım armut tüccarı ertesi günü
gelip armutları çocuklarıyla birlikte devşireceğini söyleyip yanımızdan
ayrıldı.
Hasan
efendi, eşi, oğlu, kızı ile ertesi günü erkenden geldi. Son bir soru sormadan
olmazdı! Sordum:
Peki,
o elim kazayı yaşadınız. Köpek ne oldu?
Köpek,
o zalim hayvan yolun kenarında hiçbir olay yaşamamışçasına gururlu bir tavırla
yolun kenarında oturuyordu…