Ta 2011 yılında, yani on sene önce yazmış olsam da sevgili Adem Efiloğlu’nun ‘’
Z- KUŞAĞI’’ Başlıklı şiirine nazire olarak yayınlayayım dedim bu yazımı. Çünkü
asırlar geçse de bu kuşak çatışması sanırım hep olacak..
*****************************
Önce bir fıkrayla başlayalım:
Adamın
biri evine bir papağan almak için Mısır Çarşısına iner. Orada bir kafes içinde
çok güzel bir papağan görür. Kafesin altında da bir yazı: ’’ Bu kafeste
gördüğünüz papağan altı dil konuşur, şarkı söyler, şiir okur ’’ Adam heyecanla
’’ İşte aradığım papağan’’ der ve çok pahalı olmasına aldırmadan papağanı alıp
evine getirir.
Papağana evde bir yer yapar. Yedirir, içirir sonra geçer karşısına.
- Hadi oğlum baba de bakıyım.
-..........
-Evladım Baba de haydi.
-..............
- Yavrum baba desene.
-.............
- Hadi benim güzel tüylüm. Babaya bir kere baba de bakayım.
-.......
-Oğlum baba de!
-.......
- Baba de lan!
-.............
- Lan bana bak senin tüylerini yolarım! Baba de çabuk.
-......
- Bak keserim seni. Suyuna da pilav pişiririm.
-..........
Adamın sigortalar iyice atmıştır artık.
- Ulan tek tek tüylerini yolacağım senin. Taa ki baba diyene kadar
-.........
Adam artık dediğini uygulamaya başlar ve ’’baba de’’ diye diye papağanın bütün
tüylerini yolar ama papağandan çıt bile çıkmaz. bari bir ahh ya da gaakk
dese...O bile yok.
Adam hırsla papağanı balkona fırlatır. O cascavlak kalmış papağanı yani...
Salonda öfke ile bir sigara yakar. Daha iki nefes almıştır ki balkonda kızılca
kıyamet kopar. Adam telaşla koşar balkona bir de görsün:
Papağan bir serçeyi almış ayaklarının altına ve tüylerini yoluyor:
- Baba de ulan....Baba deeeee
Bu fıkrayı niçin mi anlattım? Şimdi sıra orada.
----------------------------------------------------------------------
1970 li yıllardı.
Bakırköy Lisesi dersem sanırım hiç kimse hangi ilde bu lise diye sormaz. İşte o
Lisenin Müdürü bana ’’ Yarın babanla birlikte gel okula ’’ deyince kendi
kendime ’’Raci yine bir halt karıştırdı’’ dedim. Çünkü hayatımın hiç bir
döneminde ne alnından öpülmek ne de kıçından tepilmek için velisi okula
çağırılan bir öğrenci olmamıştım. Sönük, silik, kaplumbağa misali kendi
kabuğunda yaşayan, arada sırada komik şiirler yazıp hocaları ve arkadaşları
güldürme dışında hiç bir hayati fonksiyonu olmayan biriydim. Pardon bir de
korolar için bas sese ihtiyaç olursa müzik öğretmenimiz Birsen Hanımın aklına
gelen ilk isimlerden biriydim. Offff ya deştikçe bakıyorum bayağı bayağı iyi
taraflarım varmış. İngilizce Hocamız Asuman Hanım’ın da gözbebeklerinden
biriydim. Zaten o matematik ve fizik olmasa takdirlik öğrenciydim ya ah o
ikisi. Onların sebebi de babamdı aslında.
Sosyal Bölümüne yazdığım dilekçeyi yırtmıştı ’’ Şair olup da açlıktan nefesin
mi koksun istiyorsun ’’ diye. Ona sosyal bölüm ile şairliğin direkt ilişki
içinde olmadığını anlatamazdınız.
Her neyse. Üç yıllık bir okul olmasına rağmen matematik ve fizik dersi yüzünden
ancak beş senede bitirebildiğim Bakırköy Lisesinin merdivenlerinden babamın
öfkeden kıpkırmızı olmuş yüzü ile birlikte çıkarken...
Öfkeden kıpkırmızıydı babamın yüzü. Çünkü oğullarının bir kabahati yüzünden
okula çağırılmaktansa dar ağacına çağırılmayı tercih ederdi hep ve maalesef bir
yaş küçük kardeşim Raci yüzünden de sık sık çağırılırdı okula. Bu çağırılar
genel olarak benim vasıtamla yapılırdı . Ben de çağırıların onda birini ancak
iletirdim babama ve yine çok şükür ki babam gezgin bir daktilo tamircisi olduğu
için onu evde bulmak zaten mucizeydi. Üvey anne ise vurduğu yerde gül bitmese
de çok da aldırmazdık.
Bizi okulun merdivenlerinin üstünde nöbetçi öğretmen karşıladı. Bir resim
öğretmeniydi ve ben müzik bölümü olduğum için bizim derslere girmiyordu. İri
yarı bir adam olan öğretmen kendisi gibi iri yarı olan babama yöneldi önce:
-Ooooo Pehlivan hoş geldin bre ! Abe Şumnu’dan mı Pirlepe’den mi?
Babam sertçe
- Kars’tan, Kağızmandan..
Resimci bozuldu. Bu sefer de bana döndü.
- Sen ne öyle yamuk yumuk duruyorsun. İnsan öğretmeninin karşısında şöyle
hazırola geçer. Ahhh ah bizim zamanımızda böyle miydi. Öğretmene saygı vardı
efendim saygııı.
- Hocam ayağım sakat. Özür dilerim hazırola...
Sözümü tamamlamadan aslan babamın
pençesi suratımın ortasında şakladı.
- Sen hocana cevap mı veriyorsun? Bu ne cür’et. bu ne terbiyesizlik. Hocam
kusura bakma bunlar hep analarına çekti böyle.
Sonara müdürün odasına gittik. Müdür Raci’nin tüm vukuatlarını babama bir bir
döktü.
Sonrasını ve eve nasıl geldiğimizi fazla hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey
ertesi gün Raci’nin kolunda bir askı, kafasında gazlı bezlerden bir külah,
gözlerinde morluklar ve vücudunun diğer yerlerinde pek çok çürükle okula
geldiğiydi.
İşte o gün nefret etmeye başlamıştım bu ’’ Bizim zamanımızda ’’
sözünden...Nefretttt, nefrettt ve nefreetttttt... Yemin etmiştim bu sözü bir
daha kullanmayacağım ve de elimden gelirse kimselere kullandırtmayacağım diye.
Tabii ki büyüdüğümde. Henüz 17-18 yaşlarındaydım.
Büyüdüm... Bir öğretmen oldum. Daha göreve başladığım ilk sene başladım çocuklara
bir şeyler anlatabilmek için ’’bizim zamanımızda’’ demeye. Yeminimi çoktan
bozmuştum.
Bu arada, o sıralarda hayatta olan babam yine ’’bizim zamanımızda’lı cümleler
kuruyor ve ben içimden ’’ Yahu sen dinozorlar çağında yaşamışsan, elinde hep
taş baltanla dolaşmışsan ben de öyle olmak zorunda mıyım? Ne yapalım yani? Sen
babanın yanında çocuklarını kucağına alamazmışsın bu çok büyük bir ayıp
sayılırmış diye şimdi ben de fare gibi o minicik gözlerini bana dikmiş ’’ Öp
beni, mıncıkla beni’’ der gibi bakan Cihangir’imi, Tuğrul’umu
öpemeyecek miyim?’’ diyordum.
Aradan çok yıllar geçti. Babam toprak oldu ( Allah rahmet eylesin ) Daha geçen
Ramazan bayramıydı. Oğlum Cihangir’e ’’ Oğlum bak amcana hiç gitmiyorsun. sana
gönül koyuyorlar. Haydi bu bayram git elini öp hal hatırını sor ’’ dedim...’’
Ya baba kız arkadaşımla buluşacağım. Akşama vaktim kalırsa bakarız artık. Yarın
ve sonrasında da vardiya var malum. Artık idare etsin amcam’’ diye cevap verdi.
’’Bizim zamanımızda’’ lı bir nasihata başladım.
-Oğlum bizim zamanımızda yakın akrabalar, özellikle de amcalar, kız
arkadaşlardan önce gelirdi.
- Oooooo baba yaaa... O dediğin sizin zamanınızdaydı. Şimdi varsa yoksa manita.
Hadi bayramın kutlu olsun. ( Çok şükür ki benim elimi öpüyor. O kadar da değil
yani ) Ben kaçtım...
- Oğlum bir kahvaltı yapsaydın. Bir bayram şekeri ağzına atsaydın..Bizim
zamanımızda
- Öptüm babişkom hadi bayyyy
Öteki oğluma dönüyorum ( O yıllarda üçümüz birlikte yaşıyorduk.)
- Tuğruullll kalk hadi oğlum öğle olacak neredeyse. Namaza da gelmedin. Hadi
kalk da bayramlaşalım.
- Ya doğruuuu bu gün bayramdı. Gece vardiyasından çıkınca günleri de şaşırıyor
insan ( Unuttum. Her iki oğlum da özel Güvenlik Görevlisi olarak çalışıyorlardı.)
- Bayramın Kutlu olsun babaların babası ( Bana hitabı budur hep )
- Gel kahvaltı yapalım.
- Baba biliyorsun ben kahvaltı yapmıyorum. Oradan bir bardak çay doldur yeter.
-Oğlum bak bizim zamanımızda insanlar güne mutlaka kahvaltı yaparak
başlarlardı.
- Ya baba bırak şu bizim zamanımızdayı artık. Çağ değişiyor. Çağa uy biraz.
Bayramda bile bizim zamanımızda...
Babam gözlerimin önüne geldi. Ona içimden söylediğim sözler aklıma geldi.
Özellikle de ’’bir daha bizim zamanımızda demeyeceğim ve dedirtmeyeceğim ’’
diye ettiğim yemin aklıma geldi. Hem güldüm hem ağladım.
Bir kaç gün geçti. Evin anahtarını unutmuştum. Cihangir’de vardır diye onun
görev yaptığı siteye gittim. Kapıda dikiliyordu. Tam o sırada sitede oturan
sevimli mi sevimli bir orta okul öğrencisi oğluma selam verdi
- Hello moruk hav ar yu ( İngilizce yazılışını kasten yazmadım. Bizim zamanımızda okunuş yazılırdı. )
Cihangir çocuğun yanına yaklaştı:
- Alpeeerrr bak ama ayıp oluyor abicim. Bizim zamanımızda büyüklerimize moruk
demezdik biz.
O kadar güldüm ki cadde ortasında, neredeyse hızla gelen bir araba çarpıyordu
bana. Allahtan Cihangir atak davrandı. Yoksa yeni bir konu çıkacaktı Cihangir’e
’’ Bizim zamanımızda insanlar böyle gülerken araba kazası geçirip ölmezledi ’’
diye
Konuya papağan fıkrasıyla başlamıştım değil mi? Ne alaka ise artık.
Evet, Bizim zamanımızda nesil denirdi. Sonra nasıl olduysa oldu kuşak denmeye
başladı. Daha sonra da X Kuşağı, Y Kuşağı, Z Kuşağı diye bir sürü kuşaklar
türedi. Hatta bir de Alfa Kuşağı geliyormuş. Oysa bizim zamanımızda kuşak denilince yaşlıların ya da köy kadınlarının
bellerine bağladıkları bezler ya da karatede geldiğiniz aşamaları gösteren
değişik renkte kuşaklar vardı.
Bu arada kesinlikle eminim ki bugün Z Kuşağı dediğimiz kuşak da şöyle on sene
kadar sonra ‘’ Bizim Zamanımızda’’ Diye başlayan cümleler kuracaktır.
Velhasılıkelam her nesil, kendinden sonra gelen nesli pek beğenmez.
‘’Papağan fıkrası ne alakaydı?’’ diye sormazsınız her halde ))))))
Evet, hangi kuşağın mensubusunuz merak ediyorsanız aşağıda:
• 1946’dan önce doğanlar, “Gelenekçiler”
• 1946-1964 yılları arasında
doğanlar, “Baby Boomers”
• 1965 ve 1976 arasında doğanlar, “X
kuşağı”
• 1977-1997 yılları arasında
doğanlar, “Millenyum” yani “Y kuşağı”
• 1997’den sonra doğanlar, “Z kuşağı”
yada “Zoomers” denilen “Gen 2020”
Son bir not: Bence en güzel kuşak Z Kuşağı. Ne dersiniz?