Bugün iş yerinde yüz seksen altıncı günüm. İlk günden bu yana bakıyorum da ne çok şey değişti. Hem benden yana hem de bulunduğum ortamdan. Başlarda üstümde başımda ufacık bir kırışıklık bile olmazdı. Saçlarım her daim derli toplu, yüzümün rengi ışık saçardı loşluklara. Ama gün geçtikçe patronum dâhil tuhaf bir değişimin içerisinde bulduk kendimizi. Tek bir asansör vardı ofise giriş için. Onun haricinde dışarıyı görebileceğimiz ufacık bir pencere bile yoktu.


Siyah takım elbiseli ayaklarında rugan, turuncu topuklu ayakkabı olan Üç Oğlanlar ilgimi çekmişti önce. Hiçbir zaman onlarla konuşma fırsatını yakalayamadım. Hep asansörden inen topuklarının sesini en sevdiğim şarkıya rastlamışım gibi bir sevinçle duyumsar, aceleyle koşar ama ne yaparsam yapayım turuncu topukların gölgesinden fazlasına yetişemezdim. Gölgeler benle dalgasını geçer. “Boşuna bir çaba seninkisi! İstesen de yetişemezsin onlara. Duymaz, görmezler seni. Sadece uzaktan bakarsın ömrün boyu. Kimler geldi kimler geçti senin gibi. Fazla da kurcalama derim. Sana bir dost tavsiyesi yoksa ezili verirsin.” derdi.


Üç Oğlanlar benim için hep keşfedilmesi gereken bir kıta gibidir. İlk günlerin acemi telaşıyla farkına varamadığım şeyler zamanla su yüzüne çıkar olmuştu. Aynaya baktığımda görmüştüm. İnceden, yeni yetme bir oğlanınkine benzeyen bıyıklarım vardı. Şaşırmış, defalarca izlemiştim kendimi ayna karşısında. Öğle arasını beklemeden koşa koşa köşedeki kuaföre inmiştim. Asansörün kapısı açılır açılmaz kuaför elinde ağda, ağzında yuvarladığı sakız, oturmamı bekliyordu. Geleceğimi nereden biliyordu bu kadın ya da asansörle bir anda nasıl gelebilmiştim? Bunları düşünmemeyi tercih ettim. Çünkü sadece yüzümün bu halde olması dünyanın sonuydu benim için. Kadının gösterdiği koltuğa oturduğumda başımı kaldırıp aynaya bakmıştım. Ve tek bir tüy bile olmadığını görmüştüm. Kuaför “Eh hiç çıkmamış ama olsun gel kız üstünden geçeyim.” derken ben hızla ayrılmıştım oradan asansöre binip üç numaralı tuşa basmıştım.


Burası ofisin çay ocağıydı. İçerideki tuhaf tütsü kokusu burnumu kanatıyordu. Çaycı Ali, yüzüne takındığı ciddiyetle içinde ne olduğunu anlayamadığım fokur fokur kaynayan tencereden gözlerini ayırmıyordu. Tam taşmak üzere olan tencereyi ocaktan alıp genişçe bir kepçe yardımıyla içindekini çay bardaklarına dolduruyordu. Birden bana dönüp “Ne bakıyorsun öyle? Şifa niyetine! Her gün en az üç bardak şekersiz, sıcak bulut içmek şart!”  Sesimin tınısını bulutların yumuşaklığında kaybetmiş halde Çaycı Ali ile asansöre binmiştik. Beşinci katta durup açılmıştı kapı. Bu kata ilk defa çıkıyordum.


O kadar çok bilgisayar vardı ki gökyüzüne kavuşmanın imkânsız ağırlığı oturuyordu kalbime. Milyarlarca parmak hiç durmadan aynı anda klavyelerin tuşlarına basıyordu. Bir zaman sonra bir melodiye dönüşüyordu sesler ve sonunda yitip gidiyordu ağırlaşmış boşluklara. Getirdiği bulutları bardak bardak dağıtmaya başlamıştı Çaycı Ali. Bir yudum alan herkes cebinden çıkardığı sarı renk peruk ve yıldızlı mikrofonla Nilüfer’in “kim arar söyle kim arar?” şarkısını söylemeye başlıyordu. Şaşkınlığımı saklamaya çalışsam da nafile bir çabayla bir anda loş ışıkları yanan pistin orta yerinde bulmuştum kendimi. Nereden geldiğini bilmediğim bir mikrofon ağzımda sarı renkli bir peruk başımda. “Elleri görelim!” diyordum. Boğuluyordum kendi sesimde. Kelimeler boğazımı yumrukluyordu dışarıya çıkmak için. Ama birden onca kalabalık sinsi ve uzun gölgelere dönüşmeye başlamıştı. “Kalabalıklara da güvenmemen gerektiğini anlamışsındır umarım. Zamanı gelince alkışladıkları gibi seni görmezden de gelmeyi iyi bilirler.” Sesin nereden geldiğini araştırırken patronum, parlak bir sahne kostümüyle yanımdan geçip belirsiz bir yere gitmişti.


Çıkış yollarını arayıp asansörden içeriye atmıştım kendimi. Saat kaçtı, gece miydi yoksa gündüz mü? Burada zaman mefhumu kayboluyordu. Çantamı bulup gitmek istiyordum. Son bir kez aynaya bakmak için girdiğim lavaboda sesi olmayan bir ciddiyetle Sekreter Emre, dudaklarını kıpkırmızı, parlak bir ruja buluyordu. Beni görünce hiç istifini bozmayıp “Erkek olmak kolay mı şekerim?” diyordu. Bense ayna karşısında üç günlük sakalıyla esneyen bir kadındım.


Dışarıya çıkmak ve bir daha ardıma bakmadan koşmak istiyordum. Ama ne yapsam bir türlü asansörle ofisin dışına ulaşamıyordum. Her seferinde çay ocağının olduğu kata açılıyordu kapılar. Çaycı Ali, bu kez kelimeleri kaynatıyordu kazanında. Hayretli bir tutuklukla yaklaşınca fokurtulara;

 

“Bunlar senin hakkında konuşulan kötü sözler.” dedi.


“Nasıl bu kadar çok konuşulabilir ki? Benim kimseyle bir derdim olmaz.”


“İnsanların en çok sevdiği şeylerden biri nedir? Güldürme de beni al şunu iç.”


“Bu ne?”


“İç sen! Şifa niyetine!”


Bir dikişte içmiştim pembe toz harelerinden oluşan çayı. Pembe renkli oyuncak bir pelüş ayıya dönüşmüştüm aniden.


“Ne yaptın bana? Hemen eski halime dönmek istiyorum!”


Çaycı Ali kahkahalarını suratıma püskürterek kendi halime dönüşmemi sağlamıştı. Koşa koşa kendimi zor attığım asansörde at, eşek ve tavuk kol kola girmiş ülkenin gidişatını tartışıyordu. Bir ara çok öfkelenen at, tavuğa okkalı bir tekme göndermişti. Yediği darbenin öfkesiyle atın gözlerine kanatlarını çırpmaya başlamıştı tavuk. Eşek ise asansörün en loş köşesine uzanmış sanki ortamı alevlendiren sözler onun geviş getiren ağzından çıkmamış gibi olanları seyrediyordu. Dilim şaşkınlıktan uzamış binanın dışına ulaşmayı başarıp asfalta yapışmıştı. Üzerinden hızlıca otomobiller geçiyordu. Ne yapıp edip dilimi kurtarmalıydım. Yolu boylu boyunca kaplayan bir şerit gibi ıslaklığını takip ede ede ulaşmıştım dilime ancak tam yanıp kül olmak üzere olan dilimin ucunu kurtaracakken Çaycı Ali, elinde bahçe makası, gözlerimin içine baka baka acımasızca kesmişti dilimi.


“Neden yerinizde değilsiniz? Size gezip dolaşın diye mi para ödüyoruz?” Patronum kıpkırmızı dudakları ve parlak sahne kostümüyle kulağımdan içeriye dalıvermişti. Ve tüm gün “Neden yerinizde değilsiniz?” cümlesini tekrarlayıp durmuştu. Ne yapsam beynimi kemirip tüketen sesini susturamıyordum. Sadece Sekreter Emre’nin kırmızı rujunu kulağımdan içeriye fırlattığım zaman susmuştu. Hiç bıkmadan dudaklarını boyuyordu kulağımın ıslak duvarlarında. Ancak yine de ne zaman yerimden kalkmak istesem sesi yankılanıyordu “Ama olmaz ki neden yerinizde değilsiniz?” Pembe takım elbiseli, saçlarını bir kaya gibi sertleştirerek geriye taramış Sekreter Emre:


“Bana bak kız! Yüzümü gerdirsem mi ne dersin?”


“Bilmem, siz bilirsiniz. Şey… Ben istifa etmek istiyorum.”


“Tabii, edebilmeyi başarırsan et tabii. Ama etrafına bir bak derim. Kapı var mı sence burada?”


Bir anda beyaza dönüşen saçlarının katılığından bir parça koparıp avucuma bırakmıştı. Sonra da kırmızı ışıkların olduğu bölüme karışmıştı. Avuçlarımda sımsıkı tuttuğum kaya saçıyla asansöre binmiş ve sonunda aydınlığa adımımı atmıştım. İnsan sesine karışan korna sesinin bastırdığı kuş cıvıltısı eşliğinde kollarını açıp atlamamı bekleyen özgürlüğe kavuşmak üzereyken şehrin karmaşası bir anda kaybolup yerine ofisin asansörünün uğultulu sessizliği kalmıştı. Tüm tuşlara aynı anda titreyerek basan parmaklarım arasından kayıp düşen kaya saçı, zemini delip yitip gitmişti. Asansörün kapısı açılmış ardımdaki loşlukta aniden belirip dışarıya çıkmıştı pembe takım elbisesi ve sarı renk, kaya saçlarıyla Sekreter Emre, beni görmezden gelerek geçip gitmişti yanımdan. Üç Oğlanlar telaşlı turuncu topuklarının gölgelerini artlarında bırakarak gizemlerinin kırmızı ışıklarında kaybolmuşlardı. Çaycı Ali, elinde dumanı tüten sarı renkli bir bardak bulut uzatmıştı bana. Ne olduğunu sormadan içmiş, yaşananları tuhaf karşılamanın aksine uyumlu bir destek sağlayan hiçbir şeyi dert etmeyen her şeyi olağan karşılayan duyguları aldırılmış birine dönüşmüştüm.


“Boşver, anlama! Anladın da ne oldu? Bak şimdi ne mutlusun. Onlara ayak uydurmaktan başka çare varsa de bana?”


Çaycı Ali’nin uzaklaşan ahmak mutluluğunun ardından boğazımda biriktirdiğim sarı bulutları asansörün gözlerine püskürtmüştüm. Bir damlası bile yetmişti gerçeklerin üzerini ipekten, nazlı tüllerle kaplamaya. Açılan kapıdan dışarıya atmıştım kendimi ve yine kuaför salonunun koltuğunda otururken bulmuştum. Aynadaki suretim bana her şeyin normal olduğunu söylese de tekrar bindiğim asansörün aynası ofise has halimi yansıtmıştı gözlerime.

BENGÜL ALKAN

( Tuhaflıklar Asansörü başlıklı yazı BENGÜL.A. tarafından 22.07.2021 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu