Hangi düş’ün tanığısın, sevgili mavi
ve hangi yakamozun çığlığısın?
Sesinde efkâr saklı Zühre Yıldızı
hani, hani…
Döktüğün yıldız tozlarından ördüğün
danteller ve örtüler.
Renginse hazandan mirası safran
sarısı ve öykündüğün illa ki o uzun kirpikleri aşkın ve örüldüğün değil gerçeğe
şerh düşen ne de olsa görünmezliğin minvalinde saklı bir sarkıt gibi
sıvazlıyorsun gecenin sırtını…
Düşler saklı insanların akıl denen
meskeninde.
Ve menkıbeler istifliyor kalem ve
kalender meşrebi iken sevginin, haciz geliyor yüreklere ve bir koşturmacadır
gidiyor.
Gidenler var ayda saklı hüznün bekası
iken gözyaşı ve saatler içindeki gün doğumu.
Farazi kimi zaman söylemler.
Belki de kuşluk vakti sekiyor illa ki
kuşlar ve evin pervazında ekmek kırıntıları ve işte gün telaşla başlıyor
mesaisine.
Göğün tanıkları onlar: hem Yaratan
hem de kanadı kırık kuşlar ve ellerimle alçıya alıyorum yorgun ruhlarını derken
kanatlarını tamir edip ben de onlara eşlik ediyorum.
Alametifarikası adeta hayallerin ve
kuyruğu yok kayan yıldızın hatta sokağın kedilerinin de.
Kendinden geçen bir gün sabahı
uğurlamış ve yakıcı güneş ile dans ediyor ve boşalmış şehrin sadık sakinleri
nöbet tutuyoruz.
Ayrıcalıklı bir yeri var duyguların
ve şehrin de.
Şehrin dilemması ve şerh düşülen
kaldırımlar ve insanlar un ufak etmiş umudu belki de harcadıkları cepten
yediklerine tanık iken.
Bu, aslında şehrin değil şehirlinin hikâyesi
ve kandan geçilmiyor kanamalı ruhlar elbet endamlı bakışlar ve iç çekişler…
İlla ki yakasından çekiştiriyorlar
şehrin yine de iki yakası bir araya gelmiyor.
Bir şehir efsanesi iken kavuşma ve
ayın cilveli sunumunda baştan ayağa yıkanıyor gök kubbe şehrin temelinde ise
yas var ve terk edilmiş haneler yangın yeri.
Yüreğin közü.
Sözcüklerinse latife yaptığı ve
muammalı bir ıssızlık: gecesi ayrı güzel gündüzü ise ayrı yorgun ve dilediğince
koşturuyor gölgeler.
Sahip oldukları bir vücut değil asla
ne de olsa vücutlar uykuda iken ruhlar firar ediyor bazen ortalıkta dolaşan
bazense kuytulara kaçışan.
Hüzünse bir katedral.
Hükmeden duygular ve şehrin bekçisi
iken dualar.
Aşkın da hulasası ve işte demlendikçe
dertleniyor sözcükler.
Bozguna uğramış bir şehrin son
görüntüsü sadece temizlik işçilerine kaldı şehir ve gerçek sakinlerine emanet
İstanbul.
Bulutlar bazen tekdüze.
Hüzün ise farklı açılımlarla eşlik
ediyor koyudan örtüsü aşkın ve göğün ve işte başına kadar örtmüş şehir
şarkıları sadece melodiler de değil uçuşan sözcüklerinse ferinin sönmeye hiç mi
hiç niyeti yok.
Duygular renklerle eşleşen ve işte
uyumlu gölgeler nihayetinde firar ediyorlar bulundukları köşeden.
Simit yiyen martılar gazeli çoktan
susmuş.
Bazense azap gagalanan.
Gece bekçileri ise tavaf ediyor
yorgun ruhların yorgun hanelerini.
Bir misafir ise yatıya kalan aslında
şairin sessizliği ile örtüşen o boş ve de pür-ü pak sayfa.
Canlanacak elbet ölüler ve sözcükler
ve şehir sakinleri dönene kadar şehri istila edecekler.
Dolunaydaki o mahcubiyet ve toprağı
eşeleyen yaşlı ve tombalak kedi ki ne zaman pisipisi, desem duymazdan geliyor
sonra da bir insanla konuşur gibi kendi dilimden çağırıyorum kediyi.
Hurafeler var şehrin mezarlığında
eşlik eden kabristana.
Topraklar kuru.
Ruhlar elbet nemli.
Duanın gücüne inanan kimse bir koşu
gidip geliyorlar yakınlarının mezarına ve kendileri için de hazırlık
yapıyorlar.
Mezarları otlar bürümüş ve gecenin
zifirinde saklı zikri ölümün bağdaş kurmuş bekliyor sıradakini.
Uyumlu olan sadece kaldırımlar ve
duvarlar.
Eşlik edense huzurun bir adım öncesi
elbet yüreği tırmalayan iç çekişler külliyesinde yaşanıyor acılar ve tevazu
yüklü kimse sırtında taşıyor mezar taşını ve de rüzgârı.
İçten içe esen.
Dıştan içeri kaynayan bir şelale
gibi.
Öykünülense sadece dünü şehrin bazen
matemi sırtlayan bazense Marmara Denizinin çırpınışı ile geleceğe hükmeden bir
su damlası aslında göğün gözünden düşen o tek damla.
Geceyi mühürlemiş zabıta ve boş
yollarda fareler ve kediler cirit atıyor gelin görün ki kovalayan kediyi şehrin
devasa sıçanları.
Hüzün katedralinde yaslı melodiler
aslında çıt çıkmıyor ama Tanrı yabancı değil olup bitene ve en makul sonu
hazırlıyor şehre.
Deniz köpürecekse tedbiri şimdiden
almalı ve şehirli insanlar geride her şeyini bırakıp yavaş yavaş terk ediyorlar
şehri tıpkı öncesinde giden kalabalığın gittiği gibi değil elbet ölüm de acı da
sessizlik isteyen ve beklentisi yok kimsenin.
Alışagelmiş bir coşkudansa eser yok
ve esareti sessizliğin git gide tükenen bir vücut gibi içine çekilesi nefesi
içinde saklamaya yeminli ve sabah ezanı okunmadan şehir hepten tahliye edilmiş
olacak.
Izbandut bir rüzgâr kaldırım
taşlarını yalıyor ve yaprakları süpürüyor düştükleri ağaç dibine topluyor
vatansız kalmış yaprak ve çiçekleri bir bakıma ekiyor düş iklimine elbet şehrin
rüyasında gördüğü hayaletler çoktan firar etmişken rüzgâr da ıslıklıyor ansızın
ve ıskartaya çıkan hangi duygu ve hangi çiçekse gün olmadan onlar da gitmiş
olacak.
Şair ise gecenin bel kemiği ama
yerini ve geceyi terk etmeye de hazır değil ve şiirler basıyor çıplak
kaldırımları ve şiir, tek tek dikiyor söküklerini belki de gidenlerin ardından
bir hatıra diye bekletecek dimağında.
Hırpani bir gülüş sessizliği baştan
çıkaran.
Yalnızlık ise geleceğin iz düşümü ve
resimlerde kalacak kalabalık İstanbul sokakları.
Sokak lambası hıçkırıyor ve aniden
sönüveriyor ve uçuşan pervaneler ölümle yüzleşiyor.
Derken bir diğer sokak lambası ve bir
diğer…
Tekmil veriyor rüzgar.
Basireti bağlanan huzur ve imtiyaz
sahibi iken gecenin karanlığında zuhur ediyor anılar.
Koyudan gözleri gecenin ve de
karartma akşamlarından geride kalan bir gaz lambası belki de şehrin aydınlık
gülüşünün yanında cılız kalan bir ışık.
Perdeleri örtülü hanelerin ve tek
ayak sesi duyulmuyor ve kapılar da açılmıyor ama gidenler çoktan gitmiş.
Yer altında ne mahzen var ne de bir
tünel ve uğursuz sesi ile baykuşun rüzgâr taziyelerini sunuyor şehre.
Dolunayda daha da büyüyor ve
yıldızların cephesinde değişen bir şey yok.
Kara gecenin kara silueti ve telaşla
yuvalarına yem taşıyan kara karıncalar elbet duyum sahibi iken Yaratan insanlar
gibi kaçışmıyor karıncalar sadece istikrarla yarına yatırım yapıyorlar.
Bir matemse ön sözü.
Ve de devasa bir sessizlik şehrin iç
çekişinde biliyor da İstanbul, sakinlerinin duyarsız ruh halini elbet gemisini
kurtaran kaptan ama şehri terk etmeyenler de var.
Uzaklardan gelen bir çocuk sesi ve
coşkuyla el çırpıyor geceye aslında sabaha da sayılı dakikalar kalmışken.
Peşi sıra başka çocuklar da eşlik
ediyorlar arkadaşlarına.
Hepsi küçük ve hayalperest ve
yanlarında anne babaları yok.
Bir çığ gibi büyüyor çocukların
çığlığı ve varlığı.
Zimmetli iken sevgi yeryüzüne ve
şehir de açmış kollarını yeni sakinlerini beklerken…
Zincirleme bir kaza adeta boşluğuna
gelen şehrin ve gecenin fısıltılarını bastıran ayak sesleri.
Küçük ayakları ve minik cüsseleri ile
akın akın doluyor çocuklar şehrin ta içine yürüyorlar ve gökteki o dalgalanma
adeta pembeden bir rüzgâr dağıtıyor saçlarını umudun ve yaralı şehrin.
‘’Haydi, saklambaç oynayalım.’’
Derken diğer çocuklar karşı geliyor
ve tutturuyorlar:
‘’Haydi, top oynayalım’’ ve gökte
saklı dolunayı koparıyorlar gökten ve bildikleri gibi oynamaya başlıyorlar.
Derken gökten düşen yıldızlar.
Bu sefer kız çocukları ellerinde
makas ve iplik göğü yamalıyorlar yetmezmiş gibi elbiseler dikiyorlar yıldızları
ise bir süs gibi konduruyorlar göğüslerine ve hırçın rüzgâr apoleti oluyor kimi
çocuğun ve dikiş tutmayan kim ya da her ne ise biçimleniyor ruhları ve
büyüklerini aratmıyorlar bile hatta aramıyorlar da çocuklar.
Bir düş havuzuna düşen şehir ve gece.
Yakut gözleri yakamozların ve
dallarına tırmanan yapraklar.
Ve saati kuruyor Tanrı ve en güzeli
yaratıyor çocukların dünyasında eksik ne varsa donatıyor sofrayı.
Artık ne zulüm var ne terör ne yalan
ne şaibe.
Herkes mutlu ve kutlu çünkü
çocukların ruhu ve hayatı nasıl da kutsal ve masum, gidenlerin ardından yas
tutmak için artık çok geç ama yeni bir başlangıç yapmanın da tam zamanı…