‘’Bir zaman aralığı diliyor evren
aslında bir kuramdan çıkıp da yola, varmaktan aciz hatta kölesi yetilerin,
darmaduman olmuş eşkâli yine kayıp insanların ayıp addedilen rotası sonra da
umarsızca ıslıkladığımız mahremiyet.
Bir sokağın çıkmazı, bir şarapnel
parçasının hayat ile insan arasına nifak sokması ya da doğumda ölen bir kadın,
bir anne ve dünyada terk edilmişliğin ne anlama geldiğini ilk öğrenecek olan o
kuvözdeki öksüz.
Sınır ihlali…
‘’Çık oradan. Ait olmadığın bir yerde
bulunmaya ne hakkın var’’ diyebilmenin resmini çizen üst tabaka ya alt tabakaya
denk düşen ne?
Çelimsiz bir imge mi ya da soytarı
bir kelamı sırdaş bilen kimsesizlik…
Önyargıların çeperinde, aşkın
ihanetinde sonra da gölgelerin kisvesine uyum sağlamak tıpkı reddedilmenin vuku
bulduğu o basit denklem…
Ya varsın ya da yok!
Bir insan ya iyidir ya da kötü!
Adalet insanların iki dudağı
arasındadır.
Şimdi temkinli yaklaşıyoruz insanlara
ve deliller sunuyoruz Yaratıcıya, demek kadar kayıtsız mı yoksa müspet bir
öngörüde istiflenmek mi?
Sıradan geçin sizi zalim ve münafık
insanoğlu, diyebilmek çok da elzem değil hani hele ki yanı başınızdaki
uyumsuzluğa riayet gösteremiyorsunuz ve sayın bayanlar, baylar artık ıslatalım
bu geceyi ve sizleri büyük salona alalım. Bu akşam bana gösterdiğiniz sabır ve
ilgi dolayısıyla tek tek teşekkür ediyorum efendim. Ve başlasın gece.’’
Dili damağı kurumuştu adamın ne de
olsa az sonra başlayacak parti öncesi pek de kolay değildi böylesine bir
sunumda bulunup üstelik davetlileri bunaltmadan pay etmek yazdığı metinin çok
çok kısa özetini aslında hazırlıklıydı da ne de olsa verilecek yemek sonrası
sunuma koyacağı videolar ile epey ilgi gösterecekti davetliler üstüne üstük
hazırlıksız yakalanacaktı her biri.
Cebindeki mendil ile sildi alnındaki
teri ve kuruyan boğazına yetmeyen bir sürahi suyun devamındaydı aklı enikonu da
acıkmıştı hani zaten burnuna gelen güzel kokular müjdecisiydi güzel bir
ziyafetin.
Burkulurdu içi ne zaman böylesine bir
resitalde boy gösterdiğinin bilincinde ötesinde ihtişamlı kadın ve adamların
pervasızca salındığı hani olur da biri sorsa adını o sadece Garip, demekten
kendini zor alıyordu ne de olsa adı Galip idi gerçi hüviyetinde yazılı ismin
mahiyetini kimseler bilmese de.
Telefonunu sessize almıştı sanki bir
ömür boyu yüreğine sessize alan adam için ne anlam ifade ederdi ki telefonun
sessizliği hele ki seminer sonrası kral dairesindeki odada onu bekleyen o
hulasa sessizlik gerçi otel çalışanları bir an olsun onun yalnız kalmasına izin
vermiyorlardı ama.
Belli belirsiz gülümsedi ve derin bir
iç geçirdi.
Büyük ihtimalle sunumundaki cümleleri
kurgu addedecekti katılımcılar ne de olsa kimseler bilmezdi Galip’in
garipliğini bir yandan da kıs kıs gülüyordu sonuç itibariyle o da bir insan
evladıydı ne bir leyleğin hediyesi ne de yapılan kazı sonucu bulunan bir
dinozor yumurtası.
Zorlu bir hayatı olmuştu adamın,
evet, zorlu yoksa zorlanan mıydı zorlayan mı?
Ya kuvöz dendiğinde yine gözleri
dolardı?
Ne çok ayrıntı vardı hayatında ve ne
çok karanlık elbette bu mefhumlar sadece yabancıların ön yargılarının
izdüşümüydü yoksa karanlık vicdanın lekesi değil miydi olsa olsa lakin…
fakirlik ya da kimsesizlik idi hep karanlık addedilen belki de sahipsizlik ya
adamın şimdi sahip oldukları?
Akıl sır erdiremiyordu kimse: bu adam
neyin nesiydi de bunca bağışa öncülük ediyor bu kadar evsiz ve kimsesiz insana
sahip çıkıyordu?
Hele ki o rehabilitasyon merkezine ne
demeli?
‘’Galip, sen aklını yitirdin
besbelli. Neredeyse iki aylık bütçemizi geçmekte bu projenin maliyeti. Mümkün
mü söyle mümkün mü? Sen İstanbul genelinde bir ön çalışma yap ve tüm sahipsiz,
evsiz insanları hele ki… o çöp…’’
İşte Galip’in şafağı o an atmıştı.
Biri çöp mü demişti?
Hayır, hayır, çöp toplayıcı daha
doğrusu kâğıt toplayıcı. Bunu bile ayırt edemiyordu insanlar…
Ya da gayri meşru doğan çocuklar hele
ki annesi bir de…
Devamını getiremiyordu çoğu şeyin
sadece emir yağdırıyordu emrinde çalışan müdürlere hatta üst kademede yakın
ilişkide olduğu devlet erkânına bile talimat verme cüretinde bulunuyordu.
‘’Kes!’’ dedi kızgın ses tonuyla
sonra da dilaltı hapını attı ağzına. Gerçi henüz ellilerinin bile sonunda
değilken bir sürü marazi hastalık musallat olmuştu Galip hele ki…
İşte devamını getiremediği bir sürü
cümle ve sadece az sayıda insanın bildiği gerçekler…
En büyük sırdaşı idi Remzi Hoca ne de
olsa bir ömür onun manevi babası sıfatına nail olmuştu tabii ki de kimselerin
bilmediği ne de olsa Remzi Hoca ile Galip-pardon Garip-benzer hikâyelerde rast
gelmişlerdi birbirine.
Münevver doğum yaptığı hastanede
Galip’i Remzi Hocaya emanet etmişti adeta kadının içine doğmuştu doğum
gerçekleşir gerçekleşmez Garip’in öksüz ve yetim bir çocuk olarak hayat
mücadelesine başlayacağını.
Aş evinde tanışmıştı kadın Remzi Hoca
ile. Yeni kaybetmişti ailesini Remzi Hoca ve henüz adı sadece Remzi idi ne de
olsa yirmisinde bile değildi o zamanlar tıpkı Münevver gibi. On yedi vardı ya
da yok hele ki Garip rahmine düştüğü gece sadece on altı idi ve sınırsız hüznü
ile içine atmıştı bu olayı ne de olsa sokaklarda yaşayan bir genç kızdı tıpkı
Remzi Hoca ile karşılaştığı aş evinde ansızın ona kanının ısındığı ve tüm
hayatının detaylarıyla paylaştığı sevgili Remzi.
Detaylardan alamazdı düşüncelerini
Galip sonuçta detaycı kimliği ile hayatta kalmayı başarmıştı.
Remzi Hoca idi Galip’e sahip çıkan ve
seneler sonra nüfusuna alan zaten evveliyatını asla ve asla kimse ile
paylaşmamıştı ta ki hastalığının ciddiyetini doktorlar yüzüne haykırırken.
Evet, haykırmışlardı zira Galip günün yirmi saatini çalışmaya adamış bir
insandı. Bazen hiç uyumadan gelirdi işine ya da ofisinde kestirirdi uyku
bellediği bir ya da iki saati annesinden dolayı doğuştan sayısız hastalık
taşıyordu üstelik genlerinde yine de sağlıklı görünümüyle gençlere taş
çıkartırdı. Sayısız bitkisel çay ve doping niyetine kullandığı takviye İlaçlarla
bir ömür genç kalacağına dair bir inanç geliştirmişti ve kimse ile de
paylaşmazdı özelini.
O sadece binlerce insanı istihdam
eden değerli bir iş adamıydı. Ne mazisi ne bir ailesinin olup olmadığı ve hatta
gerçek adının ne olduğu ya da gerçek anne babasıyla asla karşılaşmadığı gerçeği
ve gerçekleri ve sayısız gerekçesi ile birlikte lakin onun tek maruzatı vardı
insanlara:
‘’Ben sadece dünyaya gönderilmiş aciz
bir kulum ve kulların imdadına yetişmeye kendini adamış.’’
Kısa cümleler kurardı ve net söylemler
ile istirhamını sunardı insanlara ve insanlardan bunu beklerdi.
Zaman amansız bir uşaktı belki de ya
da zamanın kölesi miydi de kendini sonsuz yaşayacakmışçasına programlamıştı
belki de acele etmeliydi daha çok insanı kurtarmak için yoksa hiç mi vakti
kalmamıştı?
O geceyi yıllar evvelinden
planlamıştı belki de ünlü bir kâhinin ona sunduğu laneti fazla ciddiye almıştı
ve daha çok çalışmıştı daha çok insana yardım etmek için ve bu sayede sayısız
insanın geçimine katkı sağlayacak sayısız projesi ve sayısız insana istihdam
sağlamak adına.
Zaman içinde hastalığı baş
göstermişti ve ne kadar önlem alsa da gidişatı çok hızlı ilerliyordu işin
kötüsü canı çok yanıyordu oysaki onun uyku uyumaya dahi ayıracak vakti yoktu.
Bir şekilde son bulmalıydı acıları
lakin bu son onun hizmet ettiği insanların da sonu olabilirdi ne de olsa onun
gibi iyi insanların nesli çoktan tükenmişti.
Etkili bir sunum ile gecenin
organizasyonuna imza atmıştı işte ve seminer başarı ile ilerlerken nihai
noktayı da koymanın zamanı gelmişti elbette Remzi Hoca dâhil kimsenin haberi
yoktu bundan.
Hastane kayıtlarına ulaşmıştı
annesinin onu doğurduğu ve akabinde öldüğü gecenin her şey yerli yerindeydi
artık. Yapması gerekeni zaten fazlasıyla yapmıştı. Neredeyse devlet bütçesiyle
örtüşen bir geliri tüm şirketlerinin ve ülke ekonomisine yaptığı büyük katkı.
Hep de düşünmüştü: acaba onun bir
tecavüz sonucu dünyaya geldiğini bilse insanlar hele ki ömrünün uzun ve önemli
bir zamanını kâğıt toplayarak geçirdiğini her nasılsa kader Remzi Hocanın da onun
da yüzüne gülmüş ve ansızın her şey yolunda gitmeye başlamış yavaş yavaş refaha
çıkmışlardı.
Remzi Hoca, hocalık unvanını almak
için az çaba göstermemişti hani ve çocuğu bellediği Garip için de nasıl
çırpınmıştı ne de olsa ne gidecek bir evleri vardı ne de birbirlerinden başka
aileleri.
Annesi zaten gariplerin garibiydi:
zavallı Münevver, zümrüt gözlü küçük kadın aslında hayatın sillesini tam
manasıyla yemiş ve nihayetinde kendi kanı ve kederi içinde ölüme terk edilmiş.
Sayısız sıkıntı sayısız kırgınlık
sayısız kayıp… değil telaffuz etmek düşünmesi bile acı veriyordu ve kendini
insanlara adayan bir garibin hikayesi ve acıklı sonu… aslında henüz bir nokta
konmamıştı ama.
Galip büyük gösteriye hazırdı artık
ve yuttuğu ilaçlar zaten mültivizyon gösterisinin sonunda etkisini iyice
gösterecekti ne de olsa doktor yetkisi ile alıyordu morfini fazlasıyla muzdarip
olduğu ağrıları nasıl dinerdi yoksa?
Bir kadın.
İğfal edilen masumiyet ve günah yüklü
bir tohum ve çocukluğu sokaklarda ve kâğıt toplayarak geçen bir zavallı.
‘’Zavallıyım ben aslında hem de
zavallının önde gideni. Ne bir iş adamı ne de saygın bir insan sadece
kimsesizliğin himayesinde bir zavallı.’’
Vuruş cümlesini çoktan ezberlemişti
hatta seneler evvelinden ne de olsa biliyordu sonunu ne de olsa sahipsizdi ne
de garibin biriydi.
Sadece beş dakikalık bir sunum ve
işte herkes öğrenecekti Galip’in aslında Garip olduğunu zaten ne fark ederdi bu
saatten sonra insanlar onu yuhalasa belki de dünyaya rezil olsa.
Sahi ne çok utanıyordu geçmişinden.
Ne çok yalnızdı bunca kalabalık
içerisinde.
Ne çok azdı.
Ne az mutluydu.
Ve işte salon sessizliğe bürünmüştü
ve çıt çıkmadan insanlar izledi Galip’in hayat hikâyesini.
Ve çıktı sahneye Galip.
O ezberindeki cümleyi söyledi tek
seferde.
Herkes deli gibi alkışlıyordu adamı.
Ne ıslıklıyorlar ne de
aşağılıyorlardı. Herkes gözyaşlarına boğulmuştu üstüne üstük hayatını adadığı
tüm kimsesiz ve evsiz insanlar da onu seyretmiş ve gözyaşlarına boğulmuştu.
Rahatça ölebilirdi Galip lakin
böylesine mutlu bir sonu asla hayal etmemişti.
Rahatça unutabilirdi geçmişini ve
rahatça uyuyabilirdi ebedi istirahatında belki de hiç olmadığı kadar belki de
ilk kez birilerinin ona sahip çıktığını görüp.
Gerçi çok geçti ama.
Adamın yere düşmesi ile tüm kalabalık
sessizliğe teslim oldu.
Garip bir adamdı aslında hayatın
yükünü sırtlanmış ama başka bir kimlikle kendini bile inandırmışken.
Mutlu ölmüştü Galip hem de hiç
olmadığı kadar mutlu ve çok geç olsa da öğrenmişti; kimsesizliğin ve fakirliğin
ve evsizliğin asla bir suç ve günah olmadığını ve asla da kirlenmediğini çok
çok geç fark etmişti.
Hatta annesi bile kirli değildi onun.
Aslında tek suçlu vardı belki de
suçlular lakin kendinden başka kim ise ya da kimler.
Zavallı olmadığı öğrenmişti gerçi çok
geçti artık ama…
Salon yıkılıyordu o gece aslında
yıkılan sadece hayalleri idi insanların ama bir gerçek daha vardı ki; herkes
Garip’e ve tüm Gariplere sahip çıkmıştı ve çıkacaktı da zira tek kişiden ibaret
değildi kimsesizliğin adresi.