Motorumun tekerleği acelesiz ama gergin bir ritimle hastane otoparkına
girdiğinde, güneş tepede yanıyordu. Şehrin ortasında, içimde kaynayan bir
fırtına vardı; dışarıdan belli olmayan bir sarsıntı. Park yerini bulduğumda
ellerim titriyordu. Telefonumdaki son mesaj hâlâ ekrandaydı: “Dedeyle nine
hastanede, ciddiymiş. Çabuk gel.”
Yürürken adımlarım yavaş değildi, ama zaman sanki inadına ağırlaşmıştı.
Acil girişinin otomatik kapıları açıldığında burnuma önce dezenfektan, sonra
gerginlik kokusu çarptı. Danışmadaki görevliye yaklaşırken dilim kurumuştu.
“Mustafa ve Hatice Demirci. Nerede yatıyorlar?”
Birkaç tuşa bastı kadın, yüzü ekranda. “Kat 2, Oda 214.”
Asansöre binmedim. Merdivenleri ikişer üçer atladım. Koridorda ilerlerken
babamı gördüm. Cep telefonunu kulağından çekti, gözleri bana kenetlendi.
“Gel oğlum… Geldiler işte.”
Kapı aralandı. İçeride kesif bir ilaç kokusu… Duvardaki saate gözüm ilişti:
13:48. İki yatak. Dedem sol yanda, anneannem sağda. Dedemin her iki kolu
alçıda; gözleri cama bakıyor ama düşünceleri başka yerde. Anneannemin başı
sargılar içinde; yüzünde yorgun bir ifade ama gözlerinde tanıdık bir kıvılcım
vardı. Göz göze geldiğimizde içimde bir sızı yükseldi; öfke miydi, suçluluk mu,
çözemedim.
“Geçmiş olsun gençler,” dedim, sesim titremesin diye çaba harcayarak.
Dedem döndü, hafifçe gülümsedi. “Zıpır oğlan... Gel hele buraya.”
Yanına gittim, ellerini öpemediğim için yanağını öptüm. “Yakışmamış buralar
size,” dedim.
“Yakıştırana bak hele,” diye güldü. Ama sesi yorgundu.
Anneanneme eğildim. “Sen nasılsın?”
“Sırtıma kadar sızlıyor başım... Ama dedenin suratına bakınca daha beter
oluyor canım,” dedi.
Gülmeye çalıştım, olmadı. Bu tablo, yüreğime sığmayacak kadar ağırdı.
Tam o anda içeriye beyaz önlüklü bir doktor girdi. “Odada sadece bir
refakatçi kalabilir,” dedi, kararlı ve umursamaz bir tonla. Annemle babam
dışarı çıktı, ben de onları takip ettim.
Koridorda yürürken babama döndüm. “Özel odaya alalım bunları. İkisi bir
arada olmaz böyle.”
“Oğlum... Masraf—”
“Ben halledeceğim.”
Birkaç evrak, bir iki imza... İşlemler beklediğimden hızlı bitti. Dedemle
anneannemi özel odaya taşıdıklarında, ben hâlâ tam olarak ne olduğunu
bilmiyordum. Ama içimde bir şey, bunun basit bir kavga olmadığını söylüyordu.
Bahçedeki kafeteryada babamla yan yana oturduk. Masaya iki çay geldi.
Birinin dumanı diğerinden yüksekti. Sessizlik, çayın buharıyla beraber aramıza
çöktü.
“Söyle artık baba. Ne oldu onlara?”
Babam bir süre sustu. Sonra gözlerini çay bardağının buğulu camından
uzaklara dikti. Dudakları aralandı. Sanki anlatacakları kolay olmayacaktı. Ama
ben o an, içimde bir şeye yemin ettim: Ne olmuşsa, kimin elinden çıkmışsa...
öğrenecektim.
Ve gerekirse, bedeli ne olursa olsun, bunun hesabı sorulacaktı.
Babam çayından bir yudum aldı, dudaklarını sıktı. Kırışmış alnında geçmişten
kalma bir yük geziniyordu. Gözlerini uzaklardan bana çevirdiğinde, ne
anlatacağını değil, nasıl anlatacağını düşünüyor gibiydi.
“Sabah… saat daha sekiz olmamıştı. Annen, kahvaltı hazırlarken ben arka
tarafta tarlaya uğramıştım. Bir komşunun traktör sesiyle döndüm eve. Ama
kapının önünde bir kalabalık...”
Gözlerini kaçırdı. Anlatmak zor geliyordu. Devam etti:
“Biri bağırıyordu. Diğeri el kol hareketleri yapıyordu. Babanla annenin
sesi yükselmiş... Dedem onları ayırmaya çalışmış. Derken... bir genç... dedenin
üzerine yürümüş. Hatice araya girince yere düşmüş. Kafasını... kaldırıma
vurmuş.”
“Kimdi baba? Tanıyor musun o genci?” diye sordum, boğazımda büyüyen yumruyu
bastırmaya çalışarak.
Babam başını iki yana salladı. “Yüzünü görmedim. Ama biri video çekmiş. Jandarma
bakıyormuş şimdi. Mahalleden bir delikanlı... ama kim olduğu belli değil.”
Masada elim çay bardağına gitse de içimden yudumlamak gelmedi. Damarlarımda
bir şey kaynıyordu; öfke değil sadece, gurur kırıklığı da vardı. Dedem gibi bir
adam… yıllarını hayvanlara, çiftçilere vermiş bir köy baytarı… sokak ortasında
bir çocuğun tekmesine hedef olmuştu.
“O çocuk… pişman olacak,” dedim. Sözlerim dudaklarımdan değil, içimdeki
derinlikten çıkmış gibiydi.
Babam bana baktı. Sözlerimi duymuştu ama sustu. Çünkü o da biliyordu; bazı
acıların karşılığı sadece adaletle değil, vicdanla ödenirdi.
Bir saat sonra hastane koridorunda dolaşırken, tanıdık bir yüz geçti
önümden. Sınıf arkadaşım Murat. Üç yıldır burada güvenlik görevlisiydi.
“Murat!”
Döndü. Gözleri beni seçince yüzü aydınlandı. “Oğlum, hayırdır? Duydum… çok
geçmiş olsun.”
“Sağ ol. Kamera kayıtları var mı? Sabah, acil girişte bir arbede yaşanmış.
Dışarıda.”
Gözleri ciddileşti. “Yukarıdan izin almadan bakamam. Ama… sabah gerçekten
bir olay olmuş. Başhekim bile geldi.”
“Kimler vardı biliyor musun?”
Başını sağa sola salladı. “Kesin bir şey demem zor. Ama senin deden... onu
herkes tanır burada. Böyle bir şeyin içinde olması şaşırtmış herkesi.”
Elimi omzuna koydum. “Lütfen, bir şekilde ulaş. Görmem lazım Murat. Bunu kendime
borç biliyorum.”
Bir sessizlik... sonra başıyla hafifçe onayladı. “Tamam. Ama dikkatli ol.
Bu iş, sadece bir tartışmadan fazlası olabilir.”
İşte o anda anladım. Bu olayın gölgesi uzun olacaktı. Dede ve ninemin
yataklarda yattığı bu şehirde, bir şeyler yerinden oynamıştı. Kimsenin dile
getirmediği, ama herkesin hissettiği bir şey vardı havada.
Bir kırlangıç, kanadı kırık düşmüşse toprağa, gökyüzünde bir suçlu vardır.
Murat sözünü tuttu. O akşam hastanenin güvenlik odasında, küçük bir ekrana
kitlenmiştik. Saat 07.54’te görüntü durdu.
Dedem... bastonuyla yavaşça yürürken, yanında ninem vardı. Sonra iki genç
yaklaştı. Biri uzun boylu, kapüşonlu. Tartışma çıktı. Derken itişme. Ninem
dengesini kaybedip düştü. Başını kaldırıma vurdu.
Nefesim kesildi.
Çocuklar kaçtı. Yüzler net değildi ama ben tanımıştım. O yürüyüş... o mont…
Mert’ti. Bir zamanlar okuldaki kavgalarıyla tanınan, köyün eski muhtarının
yeğeni.
Murat’a döndüm: “Bir yere uğrayacağım.”
Muhtarın kapısını çaldım. Açan kızı oldu. Sözlerim soğuk duvarlara çarpar
gibiydi:
“Dedem hastanede. Görüntüde torununuz var.”
Arkamda bir gölge belirdi. Muhtar.
“Siz de izlediniz demek?” dedi.
“Her şey ortada,” dedim. “Yarın jandarma da izleyecek. Ama önce Mert’le
konuşacağım.”
Cevap vermedi. Yüzü düşmüştü.
Oradan ayrılırken içimde tek bir cümle yankılanıyordu:
“Bazı hesaplar mahkemede değil, vicdanlarda kapanır.”
Kamil Erbil