BABA,OĞUL,TORUN
Bugün
babamın vefatının üzerinden beş yılı aşkın bir süre geçti. Ne cenazesinde
bulunabildim, ne de bugüne kadar mezarını ziyaret edebildim. İşte, yıllar sonra
babamın mezarını ziyaret etmek için yola çıktım. Araba ile ilerlerken hafif
hafif kar yağıyordu. İçimden, “Bu kadar zaman sonra, bu soğuk kış gününde neden
şimdi?” diye sordum kendime. Cevabını bulamadım. Arabanın sileceklerinden gelen
ses dışında etrafta hiçbir ses yoktu. Kalorifer içeriyi iyice ısıtmış, beni bir
rehavet sarmıştı. Sol camı biraz araladım, içeri dolan soğuk hava beni kendime
getirdi.
Şehrin
dışındaki mezarlığa vardığımda arabamı dışarıya park edip yürümeye başladım.
Girişin sol tarafında mezarlık görevlilerinin bulunduğu küçük bir bina vardı.
Oraya yönelip kapıyı çaldım ve içeri girdim.
“Merhaba,”
dedim.
İçeride
yanan sobanın etrafında oturanlar hep bir ağızdan “Merhaba,” dediler. Yüzüme
dikkatle bakıyorlardı; belli ki tanıyamamışlardı.
“Hayrola
abi, bu kış gününde?” dediler.
“Babamın
mezarını ziyaret edeyim dedim,” diye cevap verdim.
“İyi… iyi…
Abi, kim senin baban?” diye sordular.
Babamın
adını söylediğimde, sobanın başında oturanların yüz ifadeleri bir anda değişti.
Sanki hortlak görmüş gibi bana baktılar. İçlerinden biri, sanki başından savar
gibi, “Gel, beni takip et,” dedi ve hızla dışarı çıktı. Sessizce mezarların
arasından geçerek bir mezarın başında durdu. Eliyle işaret ederek, “İşte
amcamızın mezarı bu,” dedi. Ters ters bakarak hızlı adımlarla uzaklaştı.
Bir süre
mezarın başında öylece kaldım. Babamın vefatının üzerinden beş yıl geçmişti. Ne
ben, ne eşim ne de çocuklarım; onunla ölmeden önce yıllardır konuşmamış,
görüşmemiştik. Oğlumun sünnetine bile davet etmemiştik.
Kar hızını
artırmıştı. Mezarın ayak ucuna çöküp kaldım. Mezar yapılmamıştı, yalnızca
başında bir mermer levha vardı. Üzerinde sadece adı, soyadı ve ölüm tarihi
yazılıydı.
Bu kadar
zaman sonra, şimdi babamın mezarı başında ne yapacaktım?
Askerden
geldikten sonra, meslek lisesi mezunu olduğum için babam bana iki seçenek
sunmuştu: Ya bir fabrikada işe girecektim ya da kendi atölyemi açacaktım. Ben
atölye açmayı tercih ettim. Babam dükkanı tuttu, içerisini tamamen donattı ve
bana teslim etti.
Ticaret
kabiliyetim olmadığı için işlerim pek iyi gitmiyordu. Sanayide tecrübem
olmasına rağmen müşteriyle diyalog kuramazdım. Ne kadar iyi iş çıkarırsan
çıkar, müşteriyle iletişim yoksa olmuyordu. Bu arada evlenme kararı aldım.
Babam dükkan kirası, vergi, sigorta gibi tüm masrafları karşıladı. Galiba bu
durum bana da kolay gelmişti.
Ev tuttuk.
Beyaz eşyadan şofbene kadar her şeyi o aldı. Bir de oğlum oldu. Masraflar
arttıkça artıyordu. Ben işten para kazanıyordum ama o da yetmiyordu. Babam ise
tek kelime etmiyor, ele güne rezil olmayalım diye her şeyi karşılıyordu. Annem
kansere yakalandı, vefat etti. Allah rahmet eylesin.
Bir süre
sonra babam, "Bak oğlum, durumum iyi ama geleceği bilemeyiz. Dükkanda da
işler yolunda gitmiyor, seni bir fabrikaya sokalım," dedi. Çok
sinirlenmiştim. Belki de her şeyin hazır olması bana kolay geliyordu. Sonunda
istemeye istemeye fabrikaya girdim.
Annemin
vefatından üç yıl sonra, babam kendi rızamızla iyi bir hanımla evlendi.
Ardından babam bize verdiği maddi desteği yavaş yavaş kesmeye başladı. Aslında
değil bizi desteklemek, artık kendi geçimini bile zor sağlıyordu. Biz ise hâlâ
almaya alışık olduğumuz için onu baskı altına almaya başladık. Küçük
meselelerden dolayı küstük. Nihayetinde, onun söylediği küçücük bir sözle
ipleri tamamen kopardık.
Amacımız,
belki yine bir şekilde ondan bir şeyler koparırız diye düşünmekti. Babam tüm
çabalarına rağmen bizden uzak kaldı. Üvey annemiz hanım bir kadındı ama ondan
da çıkarımız kalmayınca onu da suçladık. Babam oturduğu ilçedeki evini satıp
başka bir yere taşındı. Kısa süre sonra da bir kızım oldu.
Kızım sekiz
yaşına geldiğinde karaciğerinin çalışmadığını öğrendik. Hepimiz büyük bir
yıkıma uğradık. Akrabalar, eş dost testler yaptırdı ama uygun donör bulunamadı.
Eşim, “Babana sorsak?” dediğinde “Bu saatten sonra, yaptıklarımızdan sonra
sence yardım eder mi?” dedim.
Eşim,
“Denesek ne kaybederiz?” dedi. Babamın çok yakın bir arkadaşını yolladık.
Babam, “Torunumu hiç görmemiş olsam bile o benim canımdır. Uygun olursa
karaciğerimi veririm,” demiş. Ama bir şartı vardı: Eğer uyarsa ve nakil
yapılacaksa, ne ameliyat sırasında ne sonrasında hiçbirimiz onu görmeyecektik.
Sebebi ise oğlumu, torununu çok sevdiği için bizden tamamen kopunca psikolojik
tedavi görmek zorunda kalmış. Aynı şeyi yaşamak istemiyormuş.
Kabul ettik.
Tahliller yapıldı. Dokular uydu. Nakil günü geldi. Doktorlar, babamın isteğini
yerine getireceklerini söylediler. Önce babam, sonra kızım alındı. Ameliyat
uzun sürdü. Sonunda ikisi de yoğun bakıma alındı.
Üvey annem
bizi gizlice babamın yattığı katın camına götürüp gösterdi. Ama öyle ezilmiştik
ki, ağlayamadık bile. “Babanız bunu duyarsa kızar, lütfen bu aramızda kalsın,”
dedi.
Babam
taburcu edilirken tekerlekli sandalyeyle çıkarken uzaktan gördüm onu. O mutlu
gülümsemeyi hiç anlayamamıştım. Bu, onu son görüşümdü.
Kızım çok
şükür iyileşti. Babam bizi hiç affetmedi. Sadece, “Ben onlara hakkımı helal
ediyorum, gerisini Rabbime havale ediyorum,” demiş. Babam öldüğünde
gömülmesinin üzerinden bir hafta geçmişti. Vasiyeti üzerine bize haber
verilmeden defnedilmişti. Kısa bir süre sonra da üvey annem vefat etti. O da
babamın yanına gömüldü.
İşte, bugüne
kadar babamın mezarına gelmeye cesaret edememiştim. Bu karlı, soğuk kış
gününde, utana sıkıla geldim. Mezarın başında öylece kalakaldım. Ne okuyabildim
ne dua edebildim. Başımı çevirince, üvey annemin mezarını da gördüm. Ayağa
kalktım. Tüm vücudum titriyordu. İki mezarın ortasında durup sadece bir Fatiha
okuyabildim:
“Her ikiniz
de bizi affedin,” diyebildim.
Hızlı
adımlarla mezar başından uzaklaştım. Gözüm görünmesin diye takkemi gözlerime
kadar indirdim, pardösümün yakalarını kaldırdım. Mezarlık görevlilerinin
yanından geçerken yüzlerindeki nefret dolu bakışları gördüm.
Arabama
binip mezarlıktan uzaklaşırken kar, daha da hızlanarak yağmaya devam ediyordu.
Kamil ERBİL