Berber Çırağı
İlkokulu yeni bitirmiştim. Yaz tatili başlamış, günler ağır
ağır akıyordu. Bir sabah, annem elimden tutarak mahalledeki berber Karam
Usta’nın dükkânına götürdü. “Buyur usta,” dedi, “çocuğumu sana emanet
ediyorum.” Karam Usta, başımı okşayıp gülümsedi: “Gel bakalım delikanlı,”
diyerek beni içeri davet etti. Mahallemizden tanıdık biriydi; ailecek sıkça
görüşürdük, annemle eşi birbirlerine sık sık misafir olurlardı.
Burası yalnızca mahallede değil, tüm şehirde bilinen en iyi
berber dükkânıydı. Kaymakamından hâkimine, savcısından doktoruna herkes burada
tıraş olurdu. “Berber Karam” denildiğinde, ilçede tanımayan kimse kalmazdı.
Dükkânın duvarları kireçle karıştırılmış çivit boyasıyla badanalıydı; kendine
özgü bir aroması vardı. Her sabah içeri girdiğimde derin bir nefes alır, oraya
ait olduğumu hissederdim.
Görevim belliydi: Elimde gazete kâğıdından yapılmış bir
yelpazeyle, tıraş olanların yüzlerine konmaya çalışan sinekleri kovalamak. Ne
tuhaftır ki, koltuğa oturan herkes bir süre sonra uyuklamaya başlar, kimi zaman
horlamaya kadar giderdi.
Üç koltuklu bu dükkânda, Karam Usta'nın yanında iki kalfa
daha çalışıyordu. Benim gibi bir çırak daha vardı. Bizim görevimiz, müşteriye
saygı, dükkâna titizlik, ustaya bağlılık göstermektir.
Bir müşteri içeri girdiğinde, önce şapkasını, ceketini —
varsa paltosunu — alır, askıya asardık. Sonra koltuğu hafifçe geri çekip öne
iter, oturmasına yardımcı olurduk. “Saç mı, sakal mı?” diye sorulduğunda,
müşteri aynaya eğilir, çenesini yoklar, “Sakalı da yapalım ustam,” derdi. Bu,
hem saç hem sakal demekti.
Önce saç tıraşı başlardı. Usta, temiz bir önlüğü müşterinin
boynuna sıkıca bağlar, saçları yokladıktan sonra makasla işe koyulurdu. Makasın
“şık şık” sesi, insanı sanki masalsı bir uykuya davet ederdi. Yere dökülen
saçları süpürmek de bana düşerdi; toz kaldırmadan, sessizce...
Sıra sakal tıraşına geldiğinde, elimde porselen tıraş
kabıyla kahvedeki sıcak su kazanına koşardım. Su dikkatlice ılıtılırdı; müşteri
yanmasın diye. Fırçayla Arko sabun köpürtülüp, yüzüne sürülür, usta bir
parmağıyla sakalların yeterince yumuşayıp yumuşamadığını yoklardı.
O yıllarda jilet takılan usturalar henüz yaygın değildi.
Ustura, aynanın yanındaki kayışta bileyle keskinleştirilir, sonra ispirtoya
batırılarak temizlenirdi. Müşteri uyuklarken, başı nazikçe sağa sola çevrilir,
ustura usta ellerde zarif bir dans ederdi.
Dükkânda dedikodu da eksik olmazdı. Tıraşla birlikte sohbet
de akardı. Kim nereye gitmiş, kim kiminle nereye kaçmış, kim ne iş çevirmiş...
Bazen sırf kulak kabartmak için gelenler bile olurdu.
Tıraş bitince, havluyla yüz silinir, ardından kolonya
sürülürdü. Sonrasında küçük bir masaj başlardı: Alından şakaklara, enseye
kadar... Ardından Arko krem, son dokunuş olarak pudra... Saçlar taranır,
müşteri kalkarken ben ceketini, paltosunu uzatırdım. Omzunu, yakasını bir güzel
fırçalardım. “Sıhhatler olsun,” derdim. Müşteri de gülümseyerek “Sağ ol
delikanlı,” der, cebinden bir on kuruş bahşiş çıkarırdı.
Haftalık kırk kuruş alırdım ama bahşişlerle elime daha
fazlası geçerdi. O parayla bisküvi, rahat lokum alır, eve dönerdim. Lokumları
bisküvilerin arasına koyar, annemle gülerek yerdik.
Bugün bir berber koltuğu görsem, elimdeki yelpazeyi, tıraş
sabununun kokusunu, sıcak yaz sabahlarını ve annemin bana gözlerimin içine
bakarak “emanet” deyişini hatırlarım. Ve içimde bir yer, hâlâ o yazın küçük
çocuğu olarak kalır.
Kamil Erbil