KUTB: Arapça, değirmen
taşının miline denir. Kutub, manevî derecesi büyük, veli bir kuldur ve âlemin
ruhu olarak değerlendirilir. Kutb, Allah'ın izniyle hareket eder, kendi
kafasına göre değil. Mutlak bağımsız yetki ve güç, sadece Allah'ındır. Kutub
da, Hz. Muhammed (sav) gibi bir kuldur, Allah değildir.
HÂCEGÂNİYYE: Nakşibendiyye
Tarikatı'nın tarihi boyunca taındığı isimlerinden birisi. Hâcegân, Farsça'da,
"hoca" veya “Efendi” kelimesinin çoğuludur. Hace YusufHemedani(ks) /
veya Hace Abdülhalik Gucdevani (ks) dan sonra tarikat bu isimle anılmıştır.
HAKİKAT: Gerçek manasına
gelen Arapça bir kelimedir. Hacı Şaban Veli, şeriatın beden, tarikatın kalp,
hakikatin ruh, ma'rifetin de Hak olduğunu söyler.
HÂLİDİYYE: Ebu'l-Bahâ
Ziyâüddin Halid b. Ahmed b. Hüseyin el- Osmanî eş-Şehrizûrî (ö. 1826-27) den
sonra Nakşibendi tarikatının bazı kolları Nakşibendi-Halidi adıyla
tanınmaktadır.
HALİFE: Tasavvuf
okullarında ise; şeyh, müridlerinin yetişkinleri arasında, kendisi gibi
mürşid-i kâmil olmaya ve derviş yetiştirmeye manevî yetenek kazananlara, özel
metodlarla halifelik denilen bir emanet verir. Bu bakımdan halife, o mürşidin
naibi ve kâim-i makamı olurdu.
BÂZ-GEŞT: Nakşibendî
ıstılahındandır. Nefy-ü isbât dediğimiz, bir tek nefes de, tefekkür olarak 21
adet "la ilahe illallah" zikrinin
çekilmesinden sonra, zikreden dervişin soluğunu bırakırken, zikrettiği şeyin
mânâsı üzerinde tefekküre dalması, ve "ilahi ente
maksûdî ve rıdâke matlûbî" (Allah'ım maksudum ancak Sen'sin ve matlûbum
ancak Sen'in rızandır) diyerek tefekkürde derinleşmesi olayına bâz-geşt
denilir.
HALVET
DER-ENCÜMEN: Farsça,
toplum içinde yalnızlık manasına gelir. Nakşî ıstılahı olarak, toplulukta Allah
ile yalnız kalabilme san'atını ifâde eder. Nur süresindeki "ticaret
ve alışverişin Allah'ı hatırlatmaktan alıkoymadığı kişiler" (Nur/37)
espirisi, bu prensiple terimlendirilmiştir. Nakşîlikte sohbet esastır. Yani,
tek başına halvete çekilmek yerine, toplulukta halvet temel alınır.
HUŞ DER DEM: Farsça her an
uyanık olmak demektir. Nakşî ıstılahıdır.
SEFER-DER-VATAN:
Bu bir Nakşbendîyye tâbiridir. Sâlikin, fena huylardan iyi huylara yönelmesi:
beşerî sıfatlardan, melekî sıfatlara ulaşması demektir.
NAZAR BER KADEM: Nakşî
ıstılahındandır. Sülük gören kişinin, nerede olursa olsun, zihnî konsantrasyonunu
dağıtmamak için hep ayağının ucuna, yürüyeceği yere bakmasıdır.
VUKUF-I ADEDÎ: Arapça, sayıya
dikkat etmek, demektir. Zikirde sayı önemlidir. Sayının az veya çok olması,
ruhun manevî gelişimine ters etki etmesi bakımından sayıya tam anlamıyla uymak
gerekir. Nakşî tabiridir.
VUKÛF-I KALBÎ: Arapça, kalbe
dikkat etmek demektir. Buna, "gönüle varıp, gönülü beklemek" şeklinde
tanım getirilir. Kalbin Allah'tan gayri herşeyden sıyrılıp, Allah tefekküründe
sürekliliği koruyarak yoğunlaşması. Sadece Allah'ı düşünme. Nakşî tabiridir.
VUKÛF-I ZAMANÎ: Arapça, zamanı
korumak demektir. Sâlikin, herân hâlinden haberdâr olmasına denir. Bu şekilde
sâlik, içinde bulunduğu halin şükrü mü, özrü mü gerektirdiğini bilir ve ona
göre davranır. Nakşî tabiridir.
YÂD-DAŞT: Bu,
Nakşibendî ıstılahıdır. Allah'ın sürekli görmekte ve bilmekte olduğunu bilmek
ve bunun bilincinde olmaktır. Buna, ihsan da denir.
YÂD-GERD:
Farsça, zikretmek, hatırlamak demektir. Murâkebe mertebesine ulaştıktan sonra,
sâlikin, muayyen sayıda nefy ve isbât (la ilahe illallah) zikri yapması.
HATM-İ HACEGAN: Nakşı ıstılahından
olup toplu olarak gözlerin katılarak yapılan gizli zikir.
HAVF: Arapça, korku
manasınadır. Allah'ın kahrından korkarak dinde sabit olmak.
RECA: Allah'tan ümit
kesmeme. "Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyiniz" (Zümer/53) âyetine göre,
Allah'tan ümit kesmek büyük günahlardandır.
HAYRET
(veya HAYRAN: Hayret,
derin düşünce ve Allah huzurunda, hakikat ehlinin ve ariflerin kalplerine gelen
bir hâldir.
HUZÛR: Halktan gāib olan sâlikin Hakk’ı
kalbinde hazır bulması anlamında tasavvuf terimi.
İBADET: Boyun eğmek,
kulluk etmek ve itaat etmek anlamında Arapça bir kelime. Kaşanî'ye göre, âmme
için Allah'a tezellülün son noktasıdır.
İHLÂS: Gösterişi
bırakmak, taatta, ibadette samimi olmak manalarını ihtiva eden Arapça bir
ifade. Kalbi, safasına keder veren şeyden kurtarmak. Tam bir doğrulukla
kullukta bulunmak. Amellerinde, Allah'tan başkasından karşılık beklememek.
Muhlis (ihlasa erdiren) Allah, muhlas (ihlâsa erdirilen) ise kuldur. Kişinin, işinde
Allah'tan gayriyi görmez hale gelmesi, İhlasın en son noktasıdır.
İHSAN: Tasavvufta terim
olarak; her ne kadar görmese de, sanki Allah'ı görüyormuş gibi kulluk etmendir,
anlamındadır. İhsan bir makamdır.
İLHAM: Allah tarafından
feyz yolu ile kalbe doğan şeye, Arapça'da ilham denir. İlham, delil olamaz.
Sûfiyye, bunu ferdî planda delil olarak kabul eder.
İLİM: Bilmek manasına
gelen Arapça bir kelime. Peygamberimizden rivayet olunduğuna göre, kendisine üç
çeşit ilim vahyedilmiştir: 1. İlm-i ahkâm: Açıklamak zorunda olduğu
ilim. 2. ilm-i sırr-ı kader: Bazı havassından başkasına açıklaması yasaklanmış
olan ilim. 3. İlm-i esrar: Açıklamakta muhayyer kaldığı ilim. Sufilere göre
ilim, ikidir: Birincisi; kazanmakla elde edilen
ilim. Buna kesbî ilim denir. Bu tahsil etmekle ve telkin ile elde edilir,
ikincisi de, vehbî ilimdir. Allah bunu kulunun kalbine atar. Buna marifet
denir.
İRŞAD: Arapça, irşad
etme, rehberlik etme anlamındadır. Manen aydınlatma, gafletten uyandırma. Hak
yolu gösteren kişiye, mürşid denir.
İSTİĞRAK: Zâkirin kalbinin,
zikir esnasında, zikre ve kalbe iltifat etmemesi. Ariflerin bundan kastı,
fenâ'dır. Bu halde iken, dış âlemden uyarılar alınmaz, zira sâlik, bir tür
kendinden geçmiş durumda, Rabbisiyle başbaşalığın derin bilincini yaşamaktadır.
SAHV: Cürcânî sahv'ı, kulun,
yitirdiği hislerini tekrar kazanması şeklinde tanımlar. Bunun zıddı, sekr
(sarhoşluk) halidir.
SEKR: Kalbe gelen
varidin etkisiyle, sâlikin ihsastan sıyrılıp, gaybete düşmesidir.
GAYBET: Sâlikin kendisine gelen bir vârid ve ilhamın tesiriyle
şuur halini kaybetmesi
ŞATAH-AT Aşırı tecellî ve
feyz gelen velîlerden, bir takım şeriata uymaz gibi görünen sözler zuhur eder.
Dıştan bakınca, bu sözlerin hiç bir mânâsı yokmuş gibi görülür. Ancak, sûfî'nin
ruhanî yükselişte ulaştığı farklı varlık alanı açısından, o sözler ele
alınınca, anlaşılmazlık durumu ortadan kalkar.
İSTİKAMET: Kişinin
her türlü aşırılıktan sakınarak doğruluk üzere bulunması
KABZ: Biri emin olunan
şeyden korkmak, diğeri de korkulan şeyden feraha çıkmak ve ondan emin olmak
anlamlarını ihtiva eder. Sûfiler kabz ile korkuyu, bast ile de ümidi
kastederler.
KERAMET: Peygamberlerden
ortaya çıkan olağanüstü olaylara mucize denirken, benzeri, durum veliler için
söz konusu olunca, buna da keramet denir. "Keramet, hayz-ı
ricaldir",
sözü de, keramet göstermenin, erbabınca hoş bir şey olmadığını göstermek üzere
söylenmiştir.
KESB: Arapça,
kazanmak, çalışmak demektir. Tasavvufta tembelliğe yer yoktur. Her sufî,
mutlaka bir sanatla uğraşır, alın terinin ürününü yer, helâle rağbet eder,
Tufeylî (parazit, asalak) değildir. Seyyid Ali Hemezanî (Keşmir), takke örer,
Hacı Bayram çiftçilik yapar, Akşemseddin doktorlukla uğraşır, Ömer Dede Sıkkînî
bıçak imal ederdi. Son devir sûfilerinden rahmetli Sami Efendi, babasından
kalan yüklü mirası helal haram endişesiyle almamış, helal kazanca yönelik
ticaretle iştigal eden kişilerin, muhasebeciliğini yaparak hayatını
sürdürmüştür.
KEŞF: Arapça, açığa
çıkarma, örtülü olanı açma, sezme, tahmin etme gibi anlamları olan bir kelime.
Keşf bir şeyi örten perdenin kalkması anlamındadır. Kitap ve sünnetle
çelişmeyen keşf, haktır. Gerçek mürid, keşf peşinde değil Kur'ân ve Sünnet
peşinde koşar. Sûfilere göre, Kitap ve Sünnete uymayan keşifle amel edilmez.
KÜBREVİYYE: Cüneydiyye'den
etkilenerek Şeyh Necmeddin Kübra (ö. 618/1221) tarafından kurulmuş bir tasavvuf
okulu.
MAHABBET: Arapça, sevgi,
aşk demektir. Tasavvufta mahabbetin hakikati, herşeyini sevdiğine bağışlaman, kendine
de sende olan hiç birşeyi bırakmamandır.
MAKAM: Kulun
tekrar ederek kazandığı ve vasıf hâline gelen adab ve ahlâktır. Makâmların ilki
tevbe, sonuncusu rıza olarak kabul edilir. Hâl geçi makâm ise kalıcıdır.
Sühreverdî, “Makâmda kesb zâhir, mevhibe bâtın
olur; hâlde ise mevhibe zâhir, kesb bâtın olur” demektedir. Yani kul, başına
bir hâl geldiği zaman, onu iradesi ve kesbi ile kendisinden def edemez.
Gelmediği zaman da tekellüf ve zorla celb edemez. Bu konuda takdir tamamen
Allah’a aittir. Fakat Allah’ın8 takdiri belli amelleri yapan kulları üzerinde
görülür.
MARİFET: Marifet, seyr u
sülûk yoluyla Allah, Allah'ın sıfatları, fiilleri, gayb âlemi hakkında elde
edilen bilgidir. Sûfî: Hakk Sübhanehu ve Teâla’yı önce sıfat ve
isimleri ile tanır, sonra Hakk ile olan muamelesinde sıdk ve ihlâs üzere
bulunur. Sonra kötü huylardan ve bu huylara ait afetlerden temizlenerek arı
hâle gelir. Daha sonra Hakk’ın kapısında uzun uzadıya bekler ve daimi surette
kalbi ile itikâf hâlinde bulunur. Bütün bunların semeresi ve sonucu olarak
Allah Tealâ'dan güzel bir teveccühe nail olur. Allah onun bütün hâllerinde sıdk
üzere olmasını sağlar, o kimseden nefsin hevacis ve havatırı kesilir (nefis ona
arzu izhar etmez hâle gelir), o kimse kendisini Allah'tan başkasına davet eden
hiçbir şeye kulak vermez duruma gelir. Böylece kul; halka yabancı, nefsinin
afetlerinden beri ve uzak olur. Allah'tan başkası ile sükûnet ve huzur bulma ve
Hakk'tan gayrısını mülahaza etme durumundan temizlenir. Sırren ve ruhen Allah
Teala ile münacaatı devam eder…İşte o zaman böyle kimseye ârif denir. Onun bu
hâli ise marifet ismini alır. Kısaca, kul kendisi ne yabancılaştığı nisbette
Rabbi hakkında marifet tahsil eder. (Kuşeyri)
Şeriat
olmadan tarikat, hakikat ve ma'rifet olmaz, her şeyin başı, şeriatı yani İslâm
dinini iyi yaşamaktan geçer. Herkesin normal gündelik kurallara uyarak yaşadığı
İslâm'a şeriat; dinde biraz takva cihetine ağırlık verenlerin yaşadığı ve
ulaştığı inceliğe tarikat; takva ve vera’da titizlikle varılan sonuca, hakikat;
ve nihayet bu yaşamanın, mânâ açısından kişide ifade ettiği bilgi planındaki
sonuca ma'rifet denir ki, meydana gelişi, yaşamakla sıkı sıkıya irtibatlıdır.
ME'ÂD: Arapça'da
dönülecek yer anlamında bir kelime. Ahiret için kullanılır. Mukabili mebde',
dünya hayatı için kullanılır.
MEBDE': Arapça,
başlangıç, temel, esas, prensip anlamına gelen bir kelime.
MUHİB: Arapça, seven
demektir. Tasavvuf yolunu ve o yolda gidenleri seveni ifade eder. Tasavvuf
yolunu seven, fakat o yola girmemiş kişiye muhib derler.
MUKARREBÛN: Arapça,
yakınlaştırılanlar demektir. Allah'a yakın olan velîlere denir. Peygamberler ve
melekler hakkında da kullanılır.
MÜRİD: Arapça, isteyen
demektir. Allah'a vuslatı arzu eden, bir başka deyişle, Allah'ın ahlakıyla
ahlâklanmak isteyen ve bu olgunluğun eğitimini verecek bir şeyhe (veya mürşide)
bağlanan (öğrenci olarak kaydını yaptıran, bey'at eden) kişiye mürid denir.
MÜRŞİD: Gerçek mürşid
Hz. Muhammed (sav)'dir. Diğer mürşidler, O'nun manevî mirasını elde etmeğe
muvaffak olmuş kişilerdir.
NAMAZ: Namaz, İslâm'ın
temel şartlarından biridir. Sûfîler, namazı beş espiri ile algılarlar: 1.
Maddî bedenin namazı: Farz ve nafile namazlar, 2. Nefsin namazı: Nefsin kötü
isteklerinden sıyrılmak, ruhaniyette mesafe almak, 3. Kalbin namazı: Allah ile
huzuru ve murakabeyi devam ettirmektir, 4. Sırrın namazı: Sır deryasına dalmak,
mâsivâ ile uğraşmamak, 5. Ruhun namazı: Fena fillah ve beka billah'a varmakla
olur.
NEFS: Tasavvufî olarak
Kâşânî'nin ifâde ettiği gibi, kendisinde iradî hareket, his ve hayat
kuvveti bulunan latîf buharlı bir cevherdir, Kur’an-ı Kerim’de insana kötülüğü
emreden kuvvet manasına kullanılmıştır: (Yusuf 18, 53, Tâhâ 96, Mâide 30.)
RAB: Arapça, terbiye
eden, doyuran, yetiştiren vs. gibi anlamları olan bir kelime.
RABITA: Tasavvufi
olarak, müridin zihnî planda, tefekkür ve muhayyile gücünü kullanarak
mürşidiyle "beraberlik" halinde olmasını ifade eder.
SELEFİYYE: Selef, öncekiler
anlamına Arapça bir kelime. Bunun yerine, "eseriyye" tâbiri de
kullanılır. Sahabe ve tabiîn mezhebinde bulunan fakihler ve muhaddislere,
selefiyye denir. Selefiyye'nin yolu, Kur'ân yoludur.
SEYR Ü SÜLÜK: Bir şeyhin
nezaretinde, Allah'a vuslat için çıkılan manevî yolculuk.
SÛFÎ: Arapça, yünlü,
yün giyen anlamına gelen bir kelime. Hakk'a vâsıl olan kişiye, sûfî, yolda
süluka devam edene de, mutasavvıf denir; sûfî, vusul; mutasavvıf usûl ehlidir.
ŞEYH: Tasavvuf Okulu
liderlerine şeyh denir. Şeyhler, kulu Allah'a Allah'ı kula sevdirmek isteyen
kişidir. Şeyh'in şeriat bilgisine sahib, fena makamını geçmiş, ahlâk-ı hamide
(övülen ahlak) ile süslenmiş olması gerekir. Kendisi kâmildir, bu yüzden kemale
erdirir, yani mükemmil’dir. Her halükarda icazet ve silsile mecburiyettir.) Sufi aynı zamanda başka
kişilere tasavvuf eğitimi verebilecek kişi olduğu için icazetli olmak zorunda
olup bir silsileye bağlı olmalıdır. Bu durumda ki sufi’nin söz ve davranışları
kaynak ve delil olarak kabul edilebilir.
HALİFE: Tasavvuf terminolojisinin önemli
bir kavramı ise Halife’dir. Halife ise şeyhinin izniyle irşad yapabilecek
kişiler olup şeyhin vefatından sonra tarikatın başına geçebilir veya kendi
adıyla yeni bir yol (tarikat) kurup talipleri irşad edebilir. ‘Halife üç yönden gelir. Birincide insanın zahir ilmi
olur. Tarikatın rüknünü, adabını öğrenir, anlar. Ona zahirden emir verirler. Sen halifesin derler, ikinci şekilde,
insan sofu meşrep olur. Zikir ve ameli ile temayüz eder, çok emeği geçer, bir âlim olur. İlmi ile amel eder. Böylece geçen emeği ve
ibadeti karşılığında ve tarikatın rükün ve adabını da anlamış olması kaydı ile yine zahiren hilâfet emri verilir. Üçüncüsü ise, kişi âşık
meşrep olur. Bunun ne ilmine bakarlar, ne de ameline. Bunların vazife emri ise maneviyattan, bizzat Resûlullah Efendimizden
gelir.” Nakşibendilik - Dünya Çapında Bir
Sûfı Geleneğin Sünnî Tutum ve Faal Tavrı -Itzchak Weismann-Tercüme: İrfan
Kelkitli Litera Yayınları 2015
TAKVA: Cürcanî bu
terimi, icabettiren fiillerden kendini uzak tutarak korunmak şeklinde tanımlar.
Takvanın dışı Allah'ın hududunu muhafaza, içi de ihlâs ve niyettir.
TARİKAT: Şeyh denilen bir
öğretmen nezâretinde, istekli (mürid veya tâlib) nin, Allah'a ulaşma, yani
sürekli Allah tefekkür ve bilincini (ihsan) kazanma konusunda takip ettiği
usule veya metoda, tarikat adı verilir.
TASAVVUF: Kul ile Allah
arasında ihsan olayının gerçekleşmesi veya kulun ihsan vasfını kazanmasının
yollarını gösteren bir ilim. Tasavvufun binden fazla tarifi yapılmıştır. Her
sûfî, içinde bulunduğu hale göre, tasavvufu tarif etmiştir.
Biz tasavvufu
şöyle tanımlarız: "Kur'an-ı Kerim'i Hz.
Resûlullah (sav) gibi yaşamaya çalışmak"
TECELLÎ: Kaşanî ve
Cürcanî'ye göre; gaybden gelen ve kalbde ortaya çıkan nurlara tecellî denir.
TEMKİN: Sâlikin
ulaştığı makamdaki sürekliliğini ifade eden tasavvuf terimi.
TEVÂCÜD: Arapça, zorla
vecd elde etmeye çalışmaya, tevâcüd denir. Asıl vecd, kendiliğinden gelendir.
TEVHÎD: Cürcanî, Allah'ın zâtını, akılla
tasavvur olunan, zihni olarak hayal edilebilen herşeyden uzak tutmak, diye
tarif eder. Allah’ın
tek olduğuna, onun eş, oğul,
benzer ve ortağının olmadığına
îmân etmek. A.Acer R.T.E Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi. “Ehl-i
hakīkatin ıstılāhında tevhîd, Zât-ı İlâhî’yi, anlayışlarda tasavvur, vehim ve
zihinlerde tahayyül olunan her şeyden tecrîd etmektir. Tevhîd, üç şeyden ibârettir:
Cenâb-ı Hakk’ı rubûbiyyeti îtibâriyle ârif olmak, O’nun vahdâniyyetini ikrâr
etmek, O’nun eşi ve benzeri olduğunu reddetmek.” Seyyid Şerif Cürcânî Ö.1413)
TEZKİYE: Kur'an-ı
Kerim'de, "nefsini arıtan felaha erdi" (Şems/10) şeklinde bahsedilen
husus, nefsi, kirleten şeylerden temizlemekle alâkalıdır. Kısaca, nefsi yerilen
ahlaktan, övülen ahlaka yükseltmeye tezkiye denir.
UBÛDİYYET: Arapça, kulluk
demektir.
UCB (veya UCÜB): Kendini beğenmeyi
ifade eden Arapça bir kelime.
VAHDET: Gerçek mânâda
bir olan Cenab-ı Hak'tır.
VECD: Sâlikin zorlaması,
istemesi olmadan kalbe gelen hâle vecd denir.
VELAYET: Nefsinden fani
olduğunda, kulun Hak ile hareket etmesi, Kur'ân-ı Kerim'deki "Allah
mü'minlerin velisidir" (AI-i-İmran/68) âyetine göre, tüm
inananlar Allah'ın dostudur. Allah'ın, kulunu dost edinmesi, onun üzerinde
isimleriyle tecelli etmesidir.
VELİ: Velinin tanımı,
Buharî (Rekaik/38) 'de şu kudsi hadisle verilir: "Allah, bir
kulunu sevdiği zaman onun gören gözü, duyan kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı
olur. "Bu kul, Allah'tan bir şey istese, bu isteği kabul görür. Allah'a
sığındığında, Allah onu korur.
VERA': Arapça, takva,
Allah'tan korkmak, şüphelilerden kaçınmak, mubah ve mekruhlarda bile titizlikle
davranmayı ifade eder.
VESİLE: Arapça, araç
demektir. Bunun Kur'an'dan delili, "Allah'a ulaştıracak vesileyi
arayınız"
(Maide/35) âyetidir.
YAKÎN: Kuşeyrî üç türlü
yakînden bahseder: 1. İlme'l-Yâkin: Bir şey hakkında
habere dayanan bilgi. 2. Ayne'l-Yakin: Bir şey hakkında, görmek suretiyle elde
edilen bilgi, 3. Hakka'l-Yâkin: Bir şeyi bizzat yaşamak suretiyle elde edilen
bilgi.
ZÂHİD: Kendisini
dünyadan çeken ve dinî hayata veren âhirete yönelen kişiler için kullanılır bir
tâbirdir. Dünyaya gönül vermemek de zühddür. Süfyan-ı Sevrî, dünya ile ilgili
isteği azaltmayı, zühd olarak tanımlar. Cüneyd de "elin boş olduğu şeyden,
kalbin de boş olması, yani elde olana kalbin razı olmasıdır" diye bir
tanım getirmiştir.
ZİKR-İ HAFÎ: Gizli zikir,
anlamını içeren Arapça bir ifade. Bu zikir de, "tadarru'an fi nefsike" (Kendi kendine,
yalvararak ve ürpererek, alçak sesle sabah akşam rabbini zikret, gafillerden
olma!Araf/205)
şeklindeki Kur'an ifâdesinin gösterdiği üzere, kalbden yani tefekkür olarak
uygulanır.
TASAVVUF KLASİKLERİNDE TASAVVUF VE ŞERİAT Dr. Öğr.
Üyesi Mahmud Esad ERKAYA Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi
TASAVVUF TERİMLERİ VE
DEYİMLERİ SÖZLÜĞÜ Prof. Dr. Ethem
Cebecioğlu nun kitabından özetlenmiştir.
TASAVVUF
VE KAVRAMLARI.docx OMÜ | Ondokuz Mayıs Üniversitesi https://avys.omu.edu.tr