CEZAYİR
Akdeniz kıyılarından Büyük Sahrâ’nın güney kesimlerine
kadar sokulan geniş toprakları ile, Afrika kıtasının alan bakımından Sudan’dan
sonra ve çok küçük bir farkla ikinci büyük ülkesidir. Kuzeyde Akdeniz, doğuda
Tunus ve Libya, batıda Fas ve Batı Sahrâ, güneydoğuda Nijer, güneybatıda Mali
ve Moritanya ile komşudur.
VII. yüzyılın ortalarından itibaren Abdullah b. Sa‘d
b. Ebû Serh ile Abdullah b. Zübeyr’in emrinde Mağrib’i fethetmek üzere gelen
müslüman Arap fâtihler, Berberî kabilelerinin ve Bizans’tan artakalan bazı
toplulukların mukavemetiyle karşılaştılar. Bizans’a karşı bağımsızlığını ilân
ederek Sübeytıla’yı başşehir yapan kumandanı öldürüp şehre girdiler ve 2,5
milyon dinar cizye alarak geri döndüler. Daha sonra Muâviye Mısır valisini
göndererek sahildeki bazı yerlerin ele geçirilmesini sağladı. Ebü’l-Muhâcir
Dînâr’dan sonra meşhur kumandan Ukbe b. Nâfi‘ el-Fihrî 670 ve 682’de
gerçekleştirdiği seferlerle İslâmiyet’in yayılması için uygun bir ortam
hazırlamayı başardı.
İslamiyet 701 yılından itibaren Berberî kabileleri
arasında yayılmaya başladı; ancak Emevîler’in yanlış siyasetleri yüzünden büyük
çoğunluğu Hâricî mezhebini benimsedi ve Kayrevan’daki Emevî idarecilerinin
zalimane vergi politikalarına isyan etti (740-774). Rüstemî Devleti müslüman
Cezayir’de kurulan ilk bağımsız devlettir. Bu dönemde Batı Cezayir Fas’ta hüküm
süren İdrîsîler’in (789-926), Doğu Cezayir ise Kayrevan’daki Ağlebîler’in
(800-909) idaresine girdi. Her iki devlet de Bağdat’taki Abbâsî halifeliğine
bağlı idi. Cezayir IX-X. yüzyıllarda Rüstemîler’in, Ağlebîler’in ve
İdrîsîler’in idaresi altında ekonomi ve İslâmî kültür alanlarında büyük
gelişmelere sahne oldu. Tubne (Tobna), Tâhert, Tilimsân, Mîle ve Bâgāye gibi
birçok şehir, ticaret erbabının ve ilim tahsil etmek isteyen öğrencilerin
akınına uğradı ve doğuya giden kafilelerin uğrak yeri oldu.
Cezayir VI. (XII.) yüzyılda ekonomik ve kültürel
kalkınmaya şahit olmuş, Tilimsân, Bicâye, Kostantîne, Annâbe, Tenes ve Vehrân
şehirleri birer ilim yuvası ve ticaret merkezi olmuştur. Tilimsan Abdülvâdîler
(1235-1550) döneminde kültür ve ticaret merkezi olarak büyük bir gelişme
göstermiştir.
Endülüs’teki müslümanlara karşı giriştikleri “yeniden
fetih”i (reconquista) tamamlayarak bu siyaseti Kuzey Afrika’ya yaymak isteyen
İspanyollar’ın 1505’te Mersalkebîr, 1509’da Vehrân (Oran), 1510’da Bicâye ve
kısa bir süre sonra da Tilimsân’ı ele geçirdikleri sırada Ege ve Akdeniz’de
korsanlık faaliyetlerinde bulunan Oruç ve Hızır reislerin Cezayir’e gelip
İspanyollar’a karşı mücadeleye girişmeleri, Osmanlı nüfuzunun yerleşmesinin ilk
adımını teşkil eder. Cerbe adasına yerleşen ve Yavuz Sultan Selim’in himayesi
altına giren Barbaros kardeşler, Cezayir’den gelen bir heyetin İspanyollar’a
karşı kendilerinden yardım istemesi üzerine Cezayir şehrini ve onun batısındaki
Şerşel’i (Césarée) ele geçirdiler (1516).
Hızır Reis’in Ekim 1519 tarihli arizası neticesinde,
Yavuz Sultan Selim “Hayreddin” lakabıyla andığı Hızır’ı Cezayir hâkimi olarak
tanıdığı gibi ona askeri yardımda bulundu ve bir takım imtiyazlar tanıdı.
(Cezayir’e gönüllü gideceklere Yeniçerilik imtiyazı ve Anadolu’dan asker yazma
izni) Bunların sonucunda Cezayir’de hutbe Osmanlı padişahı adına okunmaya
başlandı ve Cezayir Osmanlı nüfuzu altına girdi.
Barbaros Hayreddin Paşa İspanya’da büyük zulme mâruz
kalan Endülüs müslümanlarından 70.000 kadarını gemileriyle Cezayir tarafına
taşıyarak kurtardı. Cezayir bu dönemde ele geçirilen ganimetlerle zenginleşti
ve Türkler’in Hindistan’ı veya Meksika’sı diye şöhret kazandı.
1830’a kadar süren Cezayir’deki Osmanlı-Türk
hâkimiyeti idarî bakımdan beylerbeyiler devri (1518-1587), paşalar devri
(1587-1659), ağalar devri (1659-1671) ve dayılar devri (1671-1830) olmak üzere
dört ana döneme ayrılır.
Cezayir’in de içinde olduğu Garp ocakları genel olarak
yarı bağımsız bir yönetime sahipti; beylerbeyi ya da vali padişaha tâbi olmakla
beraber bağımsız hareket edebiliyordu. XVI. yüzyıl sonlarında Cezayir’i ziyaret
eden Avrupalılar, çok güzel evleri, sayısız cami, hamam ve imaretleriyle,
yiyecek ve içecek bolluğuyla masallardaki gibi bir Doğu şehrini tasvir ederler.
Cezayir’de Türk hâkimiyetiyle beraber Hanefî
mezhebinin güçlenmesiyle birçok hayır kurumu ve bunların gelirleri, Hanefî
mescidlerine ait vakıflar Hanefî müftüler tarafından idare edilmeye başlandı.
Tarikat şeyhlerinin nüfuzunun artmasıyla birlikte
özellikle dağlık ve çöl bölgelerinde zâviyeler faaliyet göstermeye başlamış, bu
sayede halk Kur’an okumayı, Arapça dil bilgisinin bazı esaslarını ve fıkhî
bilgileri öğrenmiştir. Bu durum zâviyelerin dinî ilimlerin okutulduğu kurumlar
haline dönüşmesine yol açmış, bu kurumlar ise dinî hayatla ruhî hayatı bir
arada yürütmüşlerdir.
Cezayir’de Osmanlı döneminin sonlarında ve Fransız
işgali sırasında yirmiden fazla tarikat vardı. 1897’de Fransızlar, 349 zâviyeye
bağlı 293.468 tarikat mensubunun bulunduğunu belirtmişlerdir.
İslâmî dönemde kaleme alınan eserlerin ise çoğu dinî
ilimler ve dille ilgilidir. Şiir, biyografi ve tarih en çok uğraşılan alanlar
olmuştur. VIII-XIV. yüzyıllarda şiirde Bekir b. Hammâd, İbn Hânî, İbn Reşîḳ
el-Kayrevânî, İbn Muhriz, Vehrânî, İbn Hamîs el-Hacrî ve Şerîf Tilimsânî;
biyografi ve tarihte Ebû Zekeriyyâ el-Vercelânî, İbn Hammâd es-Sanhâcî, Ahmed
b. Ahmed el-Gubrînî ve İbn Kunfüz; fıkıh ve dil alanında ise Fakīh
el-Vercelânî, Ebû Hâmid es-Sagīr, Ebû Mu‘tî ez-Zevâvî, Abdüsselâm ez-Zevâvî ve
İbn Merzûk el-Hatîb gibi meşhur simalar yetişmiştir. XV. yüzyıldan itibaren
edebî eserlerde taklitçilik başlamış ve bu eserlerin çoğu dinî konularda şerh
ve hâşiye yazmaktan ya da tarihî kayıtlardan ibaret kalmıştır.
Bu dönemde yetişen meşhur edip ve bilginlerden
bazıları şöyle sıralanabilir: Ahmed b. Mahlûf, Ebü’l-Fazl el-Mişdâlî,
Abdurrahman es-Seâlîbî, İbn Abdülkerîm el-Megīlî es-Sünûsî, Ahmed el-Venşerîsî,
Abdurrahman el-Ahdarî, Ebû Mehdî Îsâ, Ahmed b. Kāsım el-Bûnî, Abdülazîz
es-Semînî, Tenesî, Ebü’l-Abbas Ahmed b. Muhammed el-Makkarî, İbn Meryem
el-Medyûnî, Abdülkerîm b. Fekkûn, Hüseyin el-Versîlânî, İbn Ammâr el-Cezâirî,
Abdürrezzâk b. Hammâdûş, Ebû Re’s en-Nâsır el-Muaskerî, İbn Sahnûn er-Râşidî ve
Hamdân Hoca.
İslâmî devirde ise İslâmî şehir üslûbu ağırlık
kazanmıştır. Bu üslûbun belli başlı özellikleri, sokaklarının kıvrımlı olması
ve binaların iç içe girmesidir. Cami, saray, han vb. yapılarda da gözlenen bu
gelişme VIII-X. yüzyıllarda Tubne şehrinin tamiri, Tâhert, Sedrâte, Muhammediye
(Mesîle), Kal‘atü Benî Hammâd şehirleri ile Vâdî Mîzâb’daki (Mzab) yerleşim
merkezlerinin kurulmasıyla büyük ilerleme kaydetmiştir. İslâmî üslûp XI.
yüzyılda Bicâye, Tenes, Vehrân, Huneyn şehirlerinin kuruluşu, Cezayir, Tilimsân
ve Konstantin’in gelişmesinde görülen Endülüs tesiriyle iyice kök salmıştır.
Cezayir’deki eğitim, İslâmî dönemin başlangıcından XX.
yüzyılın sonuna kadar köylerde küçük mekteplerde ve zâviyelerde, şehirlerde ise
mescidlerde ve medreselerde yürütülmekteydi. Buralarda Kur’an’ın ezberlenmesi
yanında Arapça ile ilgili temel bilgiler ve bazı fıkhî meseleler öğretilirdi.
Bu kurumlar vakıfların gelirleriyle beslenirdi. Dağlık yörelerden, Sahrâ ve
Vehrân bölgelerindeki zâviyelerden büyük fakihler yetişmiştir. Bu zâviyeler
içinde en çok şöhret bulanlar Sîdî Mansûr, Abdurrahman Yellûlî, Ali b. Şerîf,
Meccâce ve Kaytana zâviyeleridir. Şehirlerdeki medreseler de fıkıhta ve
Arapça’daki ilmî seviyeleriyle tanınmaktaydılar. Bu medreselerin en meşhurları
Cezayir, Tilimsân, Mâzûne, Kostantîne ve Bicâye’deki medreselerdir.
Fransız işgaliyle birlikte Arapça öğretimi gerilemiş,
fıkıh öğretimi ise ancak Kabâil (Kabîliye) ve Sahrâ gibi uzak bölgelerdeki bazı
zâviyelerde yapılabilmiştir.
Önemli kütüphanelerin başında yer
alan el-Mektebetü’l-vataniyye el-Cezâiriyye, Cezayir şehrinde bulunmaktadır
(kuruluşu 1835). Yaklaşık bir milyon cilt kitaba sahip olan bu kütüphanede 3000
civarında yazma eserin bulunduğu bir bölüm de vardır. Mektebetü
câmiati’l-Cezâiri’l-merkeziyye 1881 yılında kurulmuş olup bünyesinde daha çok
ilmî-edebî kaynak eserler toplanmıştır. Ayrıca Kostantîne, Tilimsân ve Vehrân
şehirlerinde mahallî kütüphaneler bulunmaktadır. Bunların yanı sıra
zâviyelerdeki kütüphanelerle bazı zengin ailelerin özel kütüphaneleri de
bulunmaktadır ki buralarda işgal sırasında Fransızlar’ın imhasından kurtulmuş
bazı değerli yazma eserler mevcuttur. SIRRI ERİNÇ NÂSIRÜDDİN SAÎDÛNÎ KEMAL KAHRAMAN