HASTA ÇOCUK
Hava, soğuktu. Rüzgâr, evin odalarına girmek
istiyor, davetsiz misafir durumuna düşmemek için camlara vuruyordu. Rüzgâr,
çatıda görevlerini yerine getiremeyen kiremitleri gezintiye çıkartıyor;
çıkardığı gürültülerle evdekileri korkutmak istiyordu. Yağmur “Bu fırsat
kaçmaz.” diyerek kırılmış kiremitler arasından sızıyor; tahtalarla kaplı tavana
tuğrasını vuruyordu. Tavanda kendisine yol bulabilen su birikintileri, odanın
bazı yerlerine itinayla yerleştirilmiş kaplara damlayıp duruyordu. Duvarlardaki
sıvalar yer yer çatlamıştı. Çatlaklardan kopan parçalar, bağımsızlıklarını ilan
ederek duvar diplerine düşüyordu. Bu ev, yaşam mücadelesi veren bir anneyle
hasta, küçük bir çocuğun aynasıydı.
Tıngır mıngır sallanan, sallandıkça çıngırak
sesleri yükselen beşikte çocuk, nefesi bitene dek ağlıyordu. Sesi soluğu
kesilmiş hissini verir şekilde derince bir nefes alarak bu işlemi durmadan
tekrarlıyordu. Onu sallamaktan kolları yorulan anne, beşiğin üzerine çöktü.
Bazen üç beş damlacık, bazen aralıksız şekilde döktüğü gözyaşları, yalnızlık ve
çaresizlik ağlarını parçalamaya yetmiyordu. Çocukluğundan kalma, arada bir
çakan şimşek ve gök gürültüsünden, korkusu uyandığı için yanında biri,
kendisine destek olsun istiyordu.
Kadıncağız bir sobaya, bir de ciğerleri
parçalanır gibi ağlayan çocuğuna baktı. “Bu sobanın hikâyesi de bir acayip.”
dedi. “Çocuğun yaşını bir yaş küçülttük. Arzuhalciye elli lira rüşvet vererek
iki yüz elli lira aldık. Onunla şu sobayı, bir ton odun ve kömür, soğuk
günlerde sıcak tutar diye sırtımdaki hırkayı aldım. Çocuğum hasta. Hem de çok
hasta. Kocam askerde. Odun yok, kömür yok. Destek olacak hiçbir yakınım yok.
Allah’ım, ne yaparım ben tek başıma!”
Kendisine sorduğu bu soru, gözyaşlarını sevk
ve idare ederek tekrar harekete geçirdi. Birazcık olsun susan çocuğun
gözyaşlarını da harekete geçirmemek ve bu gözyaşlarının sırrını çocuğun
çözmemesi için ellerinin tersiyle bu hareketi durdu. Kadının içini
boşaltabileceği biri, yoktu. Çocuğu, annesinin başından geçenleri merak edip
“Bana anlat!” der gibi bakınca annesi, çocuğuna anlatmaya başladı:
- Seni gösterdiğim bütün doktorlar, bir ölüm
fermanını imzalamışlar gibi ağız birliği etmişlerdi. “Bu çocuk üç aydan fazla
yaşamaz.” fikrinde ittifak ettiler. Gece gündüz seninle ağladım. İğne vurdurmak
için seni kar, çamur demeden yolları arşınlayarak günde üç kez Hüseyin Hoca’ya
götürdüm. Yine hastasın işte!
Çocuk, annesinin ve kendisinin bilânçosunu veren
bu hikâyeyi dinledi. Üzüldüğü için var gücüyle tekrar ağlamaya başladı. Annesi
de bu çığlıklı şarkıya iştirak ederek birlikte hüzünden bir abide, fakirlik ve
yalnızlık ebatlarındaki bir çerçeveye de çaresizlik manzarası yaptılar.
Kadın, yerinden doğruldu ve perdeleri
kapatmak için pencereye doğru gitti. Karanlığın aydınlığa galip geldiğini,
herkesin, cebine göre, lüksü -çoğunluğun- gaz lambalarını yaktığını gördü. Bir
süre yalnız sokağı, kendisini seyreden yıldızları, yüzüne kapanan perdeleri
seyretti.
Perdeleri, karanlığa yenilgisini göstermemek
ve bunu kabullenmemek için önce kapatmak istemedi. Fakat az sonra yavaşça
kapattı ve gaz lambasını yaktı. Çocuk, göz kapaklarının bir indirip bir
kaldırarak uyumakla uyumamak arasında oyalanıyordu. Annesinin, yanına gelip bir
iki sallaması ona ninni gibi geldi ve sonunda uyudu.
Zaman sonbahar olmuş, saatler kurumuş,
buruşmuş ve sararmış yapraklar... Kadın, çok kuvvetli bir rüzgâr olup sabaha
kadar bu yaprakları dökmeye ve sağa sola savurmaya mahkûmdu.
* * *
Çocuğun Emin amcası, yengesini derbeder,
düşünce dumanlarının arasında sabır çeşmesinin son damlasını içmiş görünce:
- Abla! Bu çocuğun yanına gelen, ölecek diye
geliyor. Geçen gün annen bile “Bu çocuk ölecek.” deyip onu soymamış mıydı?
Çıkmayan candan ümit damarları kesilir mi hiç? Yarın son bir çare bir de Zonguldak’a
götürelim. Olmaz mı?
Kadın, önüne parasızlık engeli çıktığı ve
formalite kapılarını açmayı bilmediği için sadece “Nasıl..?” diye sordu. Emin
de bunları bilmiyordu ama güven ve umutların bunları halledebileceği
kanaatindeydi.
Emin:
- Abla! Bu çocuğu hiç bu kadar fena görmedim.
İnanır mısın, onu böyle görünce kendi yorgunluğumu unuttum. Muhtara bir mazbata
yaptırır, çocuğu hastaneye yatırırız. Başka bir şey gerekliyse birilerine
danışırız. Sen, canını sıkma. Yarın ola, hayrola!..
Kadın, bu sözlerin üzerine teselli pınarlarının
kıyılarında gönlündeki ferahlıkla gezmeye başladı. Kadın, bu geceyi daha
huzurlu geçirdi.
Sabah yedi otobüsüyle Zonguldak’a hareket
ettiler. Yollar bitmek, otobüs gitmek, zaman geçmek nedir bilmiyordu. Çocuk da
iyice sıkıldığı için pek rahat vermedi onlara.
Zonguldak’a nihayet indiler, devlet
hastanesinin yolunu tuttular. Formalitelerden sonra onlar da doktoru beklemeye
başladılar. Bekledikçe hasta çocuklarını getirenler artıyordu. Anlaşılan çocuk
doktorunun işi, bu gün çok zordu. Ana babalar, çocukların görüntüsünü bozmakla
beraber perişan ve yorgun halleriyle çocuklarıyla özdeşleşiyorlardı.
Emin:
- Abla! Bak, çocuk ağlamıyor. Bu Cüneyt,
iyileşecek galiba, dedi.
Kadını bir şey söylemekten kurtaran,
kucağında çocuğu ağlayan ve yüzünde usanç okunan, artık suskunluktan bunalan
yanındaki kadın oldu.
- Senin adın ne kardeş?
- Saliha.
- Çocuğunun adı ne?
- Cüneyt.
Saliha, konuşmak istemediğini tek kelimelik
cevaplarla ve muhatabına hiçbir şey sormamakla ima ediyordu. Muhatabı, bunu hiç
umursamamış ya da hiç anlamamış olmalı ki tekrar:
- Kaç yaşında?
- İki...
- Nesi var?
- Bilmiyorum.
Kadın, duraksayarak peş peşe sıralanan bu
sorulara karşısındakinin soru sormasına bir fırsat tanımadan cevap veriyordu:
- Hasta.
- Çok hasta...
- Zatürre.
- Zatürre...
Sessiz bakışlar, “Of!” çekmeler, can
sıkıntısı sergileyen hareketler, esnemeler koridora hâkim oluyordu. Uzun süren
bir bekleyişin ardından koridorun baş tarafına bakmaktan yorulmuş gözler,
doktorun nihayet gelebildiğini gördü.
Herkes, kendisine sıra gelmiş gibi
toparlandı. Çoğunun bakışlarında “Doktor geldi.” ifadesi varken sözleriyle bu
durumu bozanlar da vardı. Çaycı “Tavşan kanı bunlar! Değmesin!..” diye
bağırarak buraya sabahın köründe çoğu aç gelmiş insanların önünden geçip
içeriye girdi.
Bu saate kadar bekleşen bu insanların artık
beklemeye takatleri ve sabırları yoktu. Odacı, isimleri okumaya başlayınca
kendilerine bir daha çeki düzen verdiler. Koridor, boşalıp doluyordu. Saliha,
sırası gelince içeriye girdi. Doktor, çocuğa şöyle bir baktı ve:
- Neyi var kızım?
- Hasta. Hem de çok hasta. Doktorlar,
çocuğuma yirmi dört saat ömür biçtiler. Hep ağlıyor. Ciğerleri, yerinden sökülür
gibi ağlıyor...
- Yatır bakalım şuraya kızım, dedi doktor.
Çocuğun ciğerlerindeki gürültüleri, başkası
duymasın diye doktor, kendisi dinledi. Sanki dişlerinin güzelliğini kıs-kanmış
gibi, çocuğun ağzını açtırdı. Çocuk, hastalığına ilâveten şimdi de orta yaşı
aşmış, saçları kendisi gibilerle uğraşırken ağarmış, kendisine göre uzun boylu,
üstündeki beyaz elbiseyle hastalara umut dağıtmaya çalışan bu doktorun son
hareketinden sonra yine ağlamaya başladı.
Hiç çocuk görmemiş gibi hemşireler, onu
severek ve okşayarak çocuğun bu denli ağlamasını durdurmak için var güçleriyle
uğraşıyorlardı.
- Zatürree, kızım! Bu çocuğun hemen yatırılması
lazım. Gerekli işlemleri yaptır. İlaçlar yanındaysa onları, bana ver. Bir bakayım onlara, dedi doktor.
Saliha, doktora çantasından ilaçları verdi.
Doktor, ilaçlara evire çevire bir güzel baktı. Baktıkça “Allah Allaaah!”
diyordu doktor. Çok kızdığı, ret ifadesini yansıtan kafasını sallarken ve
yüzündeki ifade çizgilerinin değişimlerinden belli oluyordu.
- Vay mendebur herifler! Ecel
mukadderatçıları sizi! Başka bir işe yaramazsınız siz! Atın bu ilaçları çöpe!
Atın, diyorum size. Gözüm görmesin şunları!
Doktorun bu son cümlesi, kızgınlığının ne vahim
derecede olduğunun bir göstergesiydi.
* * *
Saliha, kaynının yardımıyla gerekli
işlemlerden sonra çocuğunu yatırdı. Tanıştığı anneler, bu doktordan övgüyle
bahsediyorlardı. “Dr. Cevat Atılgan...” Kulağının içi bu i-simle dolup
taşmıştı. Akşama doğru çocuğunda sabahki haline göre hafif iyileşme belirtileri
belirmeye başladı. O zaman bu annelere bir hak vermemenin büyük bir haksızlık
olacağını düşündü.
Geç saatlere doğru kimi anneler çocuklarından
önce, kimi çocuklar annelerinden önce uyudular. Geceyi farklı yerlerinden bölen
bir çocuk ağlaması, öksürüğü, inlemesi önce odada yankılanıyor ve ardından
koridordan diğer odalara doğru uzanarak nasipler yağdırıyordu. Çocuklar, bunu
kimse rahat uyumasın diye yapıyorlar ve annelerini ıstıraptan bir çiçek bahçesinde
dolaştırıyorlardı.
* * *
Sabahın ilk aydınlığı, Cüneyt’in küçücük
yüzüne vurdu. Gözlerini kamaştırarak onu hiç ağlatmadan uyandırdı. Diğerleri de
onu takip ettiler. Sabah harekâtı başlamıştı. Kimi, çocuğunun bezini
değiştiriyor; kimi, çocuğunu doyuruyor; kimi, ağlayan çocuğunu sakinleştirmekle
uğraşıyordu. Bu işlemler, doktor gelinceye kadar istinasız devam etti.
Doktor, saat on sularında adımını içeriye
attı. Çocukları dolaşarak hasta sahiplerine ve hemşirelere bir sürü talimatlar
yağdırdı. Cüneyt’te iyileşme belirtileri görünce ona tebessüm etti, onu
gıdıkladı. “Bu gün nasılsın bakalım?” diyerek sevincini belli etti. Cüneyt, ona
sadece yüzündeki gülücüklerle karşılık verebildi.
Doktor:
- Kızım! İstersen hafta başında çıkartayım.
Sen de perişan olma buralarda. Evde tedaviye devam edersin. Yine de sen
bilirsin, dedi Saliha’ya.
Saliha, kadınlarla sohbet ederek, bir şeyler
örerek, çocuğuna bakarak verilen süreyi doldurmaya çalışıyordu. Akşamları
karşılayabiliyorsa çocuğunun dağıttığı tebessümlerle yarınları karşılamanın çok
zor olmayacağı fikrindeydi.
Sabah uyandığında yeni ve mutlu bir güne başlamanın
sevinciyle çocuğuna baktı. Buraya geldiği ilk günle bugün arasında çok büyük
farklılıklar vardı. Yüzüne kan gelmişti çocuğunun, ağlamaların yerini
gülücükler almıştı. Birkaç gecedir kendisi rahat uyumuştu.
Saliha “Önüne çıkan kayalar kadar sert,
kaleler kadar muhkem, aşılmaz gibi görünen engelleri ve bu yüzden karşılamaktan
korktuğum yarınları annelik duygusu ve umutlarımla aştım.” diye düşünüyordu.
Cüneyt, kendi halindeydi. O, kendisine mahsus
tebessümle, konuşma tarzıyla birtakım sesler çıkartıyor; koğuşu şenlendiriyor
fakat annesinin bu düşüncelerini okumaya güç yetiremiyordu.
Doktor, öğleden sonra geldi. Çocuğu kontrol
ederek ona ilaçlar yazdı. Pahalı olanlardan bazılarını dolaptan kadına verdi.
Doktor, Cüneyt’le oynadı, onu sevdi. Cüneyt, doktora teşekkür edeceği yerde
minicik elleriyle onun yüzüne ve ellerine vurmaya, onu sıkmaya çalıştı. Sadece
kendi dünyasına mahsus bir dille ona bir şeyler söyledi. Bunlar da yetmemiş
gibi amcasının getirdiği ve eline küçüklerinden tutuşturduğu portakal ve
mandalinaları doktora fırlattı. Kadın ve kaynı, doktora teşekkür etti. Orada
kalanlara acil şifalar dilediler ve hastaneden ayrıldılar.
Saat beş otobüsüne yetiştiler. Otobüs bu
sefer gitmek, yollar bitmek nedir biliyordu. Eve geldiklerinde konu komşu
“Geçmiş olsun.” demek için damlamışlardı. Babası, askerden izine gelmişti. Tek
tük konuşmaya başlayan Cüneyt, babasına herkes “Ahmet Abi!” diye seslendiği
için o da böyle sesleniyordu babasına. Çevresindekiler gülüşüyorlardı bu duruma.
Babası, askere döndükten sonra, bir gün yine
geldi amcası. Onun bir fotoğrafını çektirdi. Hatta ayağında “çıngıl” denen
plastik bir yaz ayakkabısı vardı Cüneyt’in. Onu çok seven öz teyzesi Samime ve
bir abla gibi davranan Rukiye’nin de çok emeği geçmişti ona.
Mini mini elleriyle, yüzündeki gülücüklerle,
tombullaşan ve resmi kapışılan, babasını ancak askerden sonra tanıma fırsatı
bulan ve “baba” demesini öğrenen Cüneyt, iki yaşını doldurmuş ve iyice iyileşmişti.