CİNAYET
Balkona çıktım. Balkona ellerini neredeyse uzatacakmış gibi duran bahçedeki ağaçları seyre daldım. Dallardaki karlar, yumuşadıkça bahçeye kavuşabilmek için can atıyorlardı. Belki de yeşil giymeye alışıklardı ama beyaz elbiselerden âri olabilmek ve kurtulabilmek için çabalıyorlardı. Gözümü kamaştıran güneş olmasına rağmen soğuk, çehresini derinden gösteriyordu. Bembeyaz kar, bir süre sonra soğukla ittifak yapınca mecburen içeriye geçtim.
Pazar
alışverişinden dönen teyzem dinlenmiş, ısınmış ve yemek sonrası da çayını
içiyordu. Benim balkondan içeriye girdiğimi annemle sohbetinin arasında geç
fark etti. Bir ara gözleri, bana öylece takılı kaldı. Ne düşündüğünü
bilemediğim gibi bunu, ona sormaya cesaret de edemedim.
- Abla! Biz
kalkalım artık. Evde çocuklar, ahırda hayvanlar bizi bekler, dedi anneme.
- Furkan!
Yeğenim, sen de enişteni buluver bana. O, Meydan Kahvesinde ya da Pahacı
İsmail’in bakkalındadır. Tarık’ın dükkânında da olabilir. Tamam mı gınam? Hadi,
sana bi’ zahmet…
Teyzem, bana
anlamını bir türlü bilemediğim “Gınam” diye hitap ederdi çoğu zaman. Kabanımı
aldım ve eniştemi aramaya gittim. Kahvede olacağına ihtimal vermedim ilk önce.
Onun için belediyeyle kahve ve bakkallar üçgeninde mekik dokudum bir süre. Hiç
birinde gözüme ilişmedi eniştem.
Herkesin
mutlak uğrak yeri olan Meydan Kahvesine girdim. Dertleşenlerin, belki de
dedikodu yapanların, oyun kâğıtlarını masaya sertçe vuranların çıkardığı sesler
ayyuka çıkıyordu kahvede. Çay kaşıkları, çayları karıştırmak için bir armoni
oluştursa bu seslerle rekabet edebilme cesaretini ve teşebbüsünü asla
gösteremezdi.
Tavşankanı
sıcacık çayların kokusu ve dumanı, içime sinen bu soğuk havada beni cezbetti.
Sigara dumanlarına ve kokusuna hem teyzemin ve hem de çayın hatırına bir
süreliğine katlanmam gerekiyordu. İçeridekileri süzdüm birer birer. Tanıdık
birini aradı gözlerim. Kahvedekiler de aynı mukabelede bulundular bana.
Sonra küçük
dayımı gördüm bir köşede. Oyun oynamıyor ama çay içiyordu. O da eliyle beni
işaret etti görünce “Yanıma gel!” diye. Kahvede yer yer ağaç sandalyelerden
vardı. Benim sandalyem demir idi. Yanımıza gelen kahveciye “Bir çay getir!”
dedi dayım. O da ocakçıya bağırdı “Bir çay…” diye. Yakın bir saat diliminde
dayım da görmemiş eniştemi.
- Az önce
belediyenin önünde gördüm. Buralarda bir yerdedir her halde. Çayını iç de
birlikte bakarız şimdi.
Kahvenin
kapısı her açıldığında temiz hava içeriye hücum ediyordu. Kapının fazla açık
kalması, soba başında ısınanları çileden çıkarıyordu. Bazen bu nedenle
aralarında ağız dalaşı ve sataşmalar yaşanıyordu.
Az sonra
dayımla birlikte kalktık. Kahvenin etrafında bir iki turlama ve dolanmamızdan
sonra bulduk eniştemi. Bir masada biriyle hararetli hararetli tartışıyordu.
Etraflarında da dört beş kişi halkalanmış, leylekler gibi onları izliyordu.
Konuşmalarına mecburen kulak verdim. Şu anda tartışmalarını bölme mesabesinde
değildim.
Teyzemin
söylediklerini enişteme nakledecek olsam bile eniştemin hışımlarına
uğrayabilirdim çünkü. Tartışmanın alevlendiği bazı anlarda seyircilerden bir
ikisi, derken müdâhil olmaya başlıyordu tartışmaya. Beni çok seven eniştem,
tartışmanın kuyruğundan bir balta yarası aldığı esnada beni zoraki fark etti.
- Ne oldu
yeğenim? Bir şey mi var, diye sordu bana.
- Teyzem, seni
bizde bekliyor. Artık gidelim, diyor.
Kalkmakla
kalkmamak arasında tereddüt yaşadı eniştem. Tartıştığı kişinin etrafındakilerin
de aslında onu gönderme gibi bir niyetleri yokmuş gibi geldi bana. İzleyicilerden
biri, beni çoktan saf dışı etti bile. Bunu gören eniştem, sandalyeden doğrulmaya
başlayınca izleyiciler bir adım kadar geriye doğru gittiler.
İçlerinden
biri, beni itekledi. İteklenmem çok zoruma gitti, başımdan aşağıya kaynar sular
döküldü sanki. Dayımın gıkı çıkmıyordu. Eniştem, yarım kalan kalkış hareketini
benim iteklenmem üzerine tamamlarken Çolak, çok hızlı ve öfkeli bir şekilde
yerinden fırlayarak adeta kükredi:
- Lan sen
bittin!..
Eniştem, yere
yığılıverdi birden. Fal taşı gibi açılmıştı gözlerim. Şimdi sadece inliyor ve
acı çekiyordu. Çünkü Çolak, bir hiç yere onu bıçaklamıştı. Ortalık bir anda karışınca
tartışmaya taraftar olanlar, ortadan kaybolmuştu çoktan.
Kalabalığa
yeni dâhil olanlardan birkaçı Çolak’ı kaçmasın diye tuttu, birkaçı da eniştemi
yerden apar topar kaldırmaya çalıştı. Ben, enişteme elimi uzatma fırsatını bile
bulamadım bu kalabalık arasında.
Karga tulumba
ambulansa konuldu eniştem. Kalabalık git gide daha da arttı. Karakola otuz
metre mesafedeki olay yerine hemen gelen jandarmalar, kalabalığı yardılar. İlk
önce kaçmaya teşebbüs eder düşüncesiyle Çolak’ı kelepçelediler. Birkaçı, kalabalığı
sert ses tonlarıyla dağıtmaya başladı. Çolak, bindirildi ekip arabasına.
Nefret ve
öfkeyle bakıyordum bir an zaaflarının ve öfkesinin esiri olmuş bu adama. Kaba
kuvvetle neyin hallolduğunu sordum içimden haykırarak ona. Ama duymuyordu beni.
Suskundu ama giderken hiç de pişmanmış gibi bakmıyordu geridekilere.
Etrafta
kalanlar söylendikçe söyleniyor; olayın kritiğini herkes kendince yapıyor,
birileri de kendi aralarında hemen bir mahkeme kurup son hükmü veriyorlardı.
Yere kan
düşmüştü şimdi. Sıcacık kan tütüyor, yerdeki kirli kar kümelerini de kırmızıya
boyuyordu. Dayım mı? O çoktan firar etmişti yanımdan. Çünkü tartışma onun
yüzünden çıkmıştı anladığım kadarıyla.
Dayımla eşi
arasında geçimsizlik olunca dayımın eşi, baba evine dönmüştü. Eniştem Çolak’tan
bu problemin çözümü için bu konuyla ilgilenmesini ve kızını, dayıma dönmesi
için ikna etmesini istiyordu kulak misafiri olduğum o tartışmada.
Ben ne
yapacaktım şimdi? Ben, teyzeme nasıl anlatırdım bu durumu? Talihe bak ya!..
Eniştemi almaya geliyorum, ona teyzemin haberini güç bela veriyorum… Teyzeme
ben şimdi nasıl götürürüm bu kara haberi? Ben nasıl söylerim ona Çolak,
eniştemi kahvenin önünde dayımın yüzünden bıçakladı diye.
Eniştem ya ölürse diye bir korku salındı
içime. O zaman ne olacak? Teyzemin bir tanesi karnında olmak üzere dört kızı
vardı. Kim sahiplenecek onları ortalıkta kaldıklarında? Teyzem, eniştemle
nişanlı olmasına rağmen kaçmış enişteme. Bu yüzden soğukluk vardı dedemlerle teyzemin
arasında. Bu olayın sonucunda dahi soğukluğun gideceğine hiç inanmıyordum. Çünkü
olay, zaten eniştemin dayımı savunması nedeniyle çıktı. Koz, bu sefer teyzeme
geçmiş oluyor, benim kocam sizin yüzünüzden böyle bir akıbetle karşılaştı diye.
Kahveye gelen
telefondan eniştemin yarı yolda ruhunu teslim ettiğini ben de duydum. Eve
geldiğimde kara haber, teyzeme benden daha önce ulaşmış. Duyar duymaz o da
koyulmuş yola. Benden duymadığına seviniyordum. Ama beni kara düşünceler
sarıyordu şimdi. Çünkü Rahşan, “Kader Mahkûmları” deyip kapsamlı bir af üstünde
çalışıyordu bu günlerde.
Çolak, bu
gidişle üç beş sene yatıp güle oynaya çıkar. Ya geridekilerin halleri ne
olacak? Mahkûmun yanında olan devlet, mazlumun yanında niye yer almaz ki? Şahsa
karşı işlenen suçları affeden devlet, kendi şahsına karşı işlenenleri niye
affetmez? Onları yıllarca niye mahkeme mahkeme süründürmeyi sistematik hale
getirir ki? Kendi vatandaşlarıyla barışık olmayan devlet, vatandaşlarını niye
birbirine düşürecek yolları açar ki?
Belki devran
bir gün tersine döner deyip adaletin yerini bulacağını ve ilahi adaletin
beşerinkilerden milyonlarca kez daha şâmil tecelli edeceği ümidini taşıyordum.
HÜSEYİN ÜSTÜNSOY