BAYRAK
Buraya
tayinim çıkalı henüz bir hafta oldu. Masamdaki takvime gözlerim takılınca
burada geçen günlerimi ikide bir sayıyordum. Toy bir komiser olmama rağmen
burada olağanüstü bir durumla karşılaşmadım daha. Hâlbuki buraya gelmeden önce
ne hikâyeler anlatmışlar ve ne karamsar tablolar çizmişlerdi bana.
Üniformam, beni hem
cesaretlendiriyor ve hem de gururlandırıyordu. Bazen bir yerine toz konmuş
hissine kapılarak elimi üniformamda gezdiriyor, yıldızlarıma bakıp bakıp
duruyordum. Yine ikna olmadıysam dakikalarca aynı şeyi, aynanın karşısında
tekrarlıyordum. Görevimde heyecan duymam, ona aşk tutkusuyla bağlandığımın bir
göstergesiydi. Bunun hep böyle sürmesini diledim.
Karakolda
benim bu, ilk gece nöbetimdi. Hiçbir şeyin ters gitmemesini temenni ediyordum
durmadan. Masamdan kalktıktan sonra, pencereden dışarıyı seyre daldım.
Gece şehrin üzerine
çökmüş, şehri sanki kocaman simsiyah bir çarşaf gibi kaplamıştı. Işıklar el ele
vermelerine rağmen bu simsiyah çarşafı yırtmaya muktedir olamıyor, onu ayan
beyan daha da ortaya çıkarıyordu. Günün yorgunluğu yüzlerine sirâyet eden
insanların omuzları çökmüş gibiydi. Hepsinde de kendilerini bir an önce eve
atma telaşı hâkimdi. Sokak satıcıları, işportacılar kendilerine parselledikleri
yerlere bir milim dahi sapmadan yine kurulmuşlar; kulakları tırmalayan bir
şekilde avaz avaz bağrışıyorlardı.
Esnafın kimi
kepenklerini büyük bir gürültüyle indiriyor, kimi kesesini biraz daha
doldurabilmek için dört gözle müşteri gözlüyordu. İşte aynı dilenciler, “Allah
rızası için bir ekmek parası…” demek için yerlerini sessiz sedasız almaya
hazırlanıyorlardı. Bir ekmek parası almalarına rağmen dilpesenk ettikleri bu
sözle aynı terâneye devam etmelerini, bir türlü anlayamamışımdır onların.
Arabaların gereksiz yere yanan uzun farları gözlerimi çok rahatsız edince
masama döndüm. Telsiz anonslarına karışan korna sesleri de işin cabasıydı.
Telsizden
tam olarak anlayamadığım bir vaka geçti. Gözlerim, açık maviye boyanmış karşı
duvarda; kulaklarım telsizde. Henüz netleşmeyen bu olay bildirimi nedeniyle
canım bir hayli sıkılmıştı. Masa bayrağıma gözlerim takılınca bayrak üzerine bütün
bilgiler, onunla ilgili şiir ve dörtlükler bir çırpıda zihnimde canlanarak
hizaya girdi. Ardından derilere altın harflerle yazılmış fermanlar gibi peşi
sıra, bir sekteye uğramadan bayrağımın önünden geçip gittiler. Üniformama
gösterdiğim hassasiyetin katbekat fazlasını ona gösterme ihtiyacını hissettim
kendimde. Hâlbuki onu daha yeni pırıl pırıl temizlemiştim. Özene bezene aynı
ameliyeyi tekrarladıktan sonra bayrağımı, ayakta hürmetle öptüm; alnıma değdirdim.
Üstümdeki üniformam
gücünü devletten alarak varlığını sürdürürken bayrağım, tarih sahnesine ilk
çıktığım günden beri gücünü kahraman milletimden alarak varlığını idâme
ettiriyordu. Bu bayrağın bir de dalgalanmasını sağlayan bir düzeneği olsa diye
düşünürken kapım, büyük bir telaşla gümbür gümbür vuruldu. Gelen, Polis Memuru
Maksut idi:
-
Komiserim! Polis arkadaşlar, devriye görevinde iken yakaladıkları bir zanlıyı
getirdiler. Nezârete koyduk kendisini.
-
Suçu neymiş?
-
Okulun birinde göndere çekili bayrağı, benzinle yakmaya teşebbüs etmiş. Okulun
ana giriş kapısının da camlarını kırmış.
-
Savunmasını aldınız mı?
-
Hayır, henüz almadık.
-
Savunmasını hemen almayın! Onunla ben, bir konuşayım. Ondan sonra alırsınız
savunmasını. Ben, az sonra geliyorum. Sakın hırpalamayın ha!..
Bayrağımın
bu kötü muameleye maruz kalması ve onun bu kötü akıbeti, çok zoruma gitti.
İçimde birden bu şahsa karşı öfke ve nefret, hatta hiddet duygularım kabardı.
Çünkü söz konusu olan benim bayrağımdı. Ama yine de bize aktarılan öğretiler
istikametinde “Şahlanan öfke ve nefretimi kontrol etmeliyim.” dedim kendi
kendime. Zihnimin ve gönlümün bu noktada birlikteliğini sağlayabiliyordum ama
ellerim ve ayaklarım tir tir titriyor; hatta tüylerim, diken diken oluyordu.
Nezârethânenin kapısını,
Maksut Polis açtı. Güngörmüş, gün geçirmiş; emekliliğine de az bir süre kalmış
bir polis memuruydu Maksut. “İşte zanlı bu, komiserim!” dedi. Zanlı elleri yanaklarında,
başı da dizlerine doğru eğilmiş bir vaziyette duruyordu karşımda. Ben gelince
istifini bozup da ayağa kalkmaya tenezzül bile etmedi. Kendime mukayyet olup
onun bana karşı bu ters hareketine hiç aldırış etmedim. Onu uyaran Maksut’u da
hem elimle ve hem de gözlerimle susturdum.
-
Adın ne senin?
-
…
-
Adın ne diyorum sana. Duymuyor musun sen beni?
Bu
sertçe çıkışım karşısında Kürtçe olduğuna kanaat getirdiğim bir şeyler söyleyip
durunca Maksut Polis:
- Komiserim! Bunlar
başkalarının yanında, kendi aralarında Kürtçe konuşurlar hep. Bu gibi
durumlarda da Türkçe bilmiyormuş ayağına yatarlar. Ya da seni, beni sinir
küpüne döndürmek için ısrarla Kürtçe konuşmalarını sürdürürler, dedi.
Bunu öğrendiğim iyi
olmuştu ama buraya gelmeden önce ben, yine de birkaç kelime de olsa bu
insanlarla diyalog kurabilme adına Kürtçe öğrenmek iyi olurdu diye düşündüm.
Zanlının ısrarlı tutumu karşısında ben de ısrarcı ve kararlı davranarak ona
sorumu sertçe bir kere daha sorunca:
-
Hasan, dedi.
-
Soyadın ne? Soyadın yok mu senin?
-
Alem…
-
Kaç yaşındasın koçum sen?
-
On yedi…
-
Ne iş yapıyorsun sen?
-
Öğrenciyim.
-
Kaça gidiyorsun sen?
-
On birinci sınıfa…
Bu
diyalogların işe yaradığına kanaat getirdim. Çünkü Hasan, bana göre gayet
yumuşamıştı. Bu uysallığını, onun ses tonundan çok rahat okuyabiliyordum. Onun
kaçma ihtimalini göz önünde bulundurarak kapıyı kilitletmiştim Maksut’a.
Nezârethâne: Üç
duvar, küçücük bir pencere, soğuk demir parmaklıklar, bir bank, gözü rahatsız
eden sarı bir ışık, çırılçıplak yer…
Ben bile burada
geçici olmama rağmen özgürlüğümün kısıtlandığı hissine ve boğulacakmış gibi bir
atmosfere kapıldım. Birkaç gece burada kalanlar, ne yaparlar acaba, diye düşünmeden
edemedim.
Elimle başını
kaldırmaya teşebbüs edince Hasan, direndi bana. Ben de direnince kaldırdı
başını. Dudağında, burnunun kenarlarında kurumaya yüz tutmuş kan lekeleri
vardı. Ben, utancından yüzünü gizliyor zannetmiştim hâlbuki. Allah’tan bir yerlerinde
morluklar yoktu.
Bir de bana işkence
ettiler karakolda deyip şikâyete kalkışırsa, al ondan sonra başına belayı.
Ayıkla ondan sonra da pirincin taşını. Anladığım kadarıyla bizim çocuklar, bayrak
söz konusu olunca benim onları ikazımdan önce öfkelerini kontrol edememişlerdi
demek ki.
Maksut Polis’in onu
bu hale sokacağına hiç ihtimal vermiyordum ama ben, yine de ondan bunun kendisi
tarafından gerçekleştirilmediği teyidini alınca başka bir müsterih oldum.
- Zanlıyı yakalayıp buraya
getiren arkadaşlar, benim odamın kapısında beklesinler, diye sıkı sıkı tembihte
bulundum Maksut Polis’e.
Polislere
sinirlendiğimi sezen ve gören Hasan, bundan biraz keyiflenmiş gibiydi sanki.
Çünkü artık duruyordu Hasan. Ona meydanı boş bırakmamak ve hem de onun boş yere
sevinmesini engellemek için sorguya kaldığım yerden devam etmeyi hiç tereddütsüz
uygun gördüm.
-
Hasan! Hadi okula zarar vermeni okuldan nefret ediyorsun diye yaptın diyelim.
Peki, bayraktan ne istedin be oğlum, bayraktan ne istedin?..
-
O, bizim özgürlüğümüzü, bizim dilimizi çaldı…
-
Siz kimsiniz lan?
-
Kürt…
-
Bak oğlum! Tamam, aslını inkâr etmemene bir şey dediğim yok. Ben de inkâr
edemem Türk olduğumu. Hele hele senin karşında hiç inkâr edemem. Zaten “Atasını
inkâr eden bizden değildir.” diyor Peygamberimiz. Bizi, biz yapan milli ve
manevi değerler var. Peki, sen bilmiyor musun bu değerlerden bayrağın nasıl
oluştuğunu? Sana öğretmenleriniz öğretmediler mi bunu?
-
Ben, biliyorum. Öğretmenler de öğrettiler. Ama adı üstünde Türk bayrağının
oluşumu…
-
Bak arkadaş! Ben ilkokulda iken bayrağımızdaki kırmızıya dikkat çekmek için
vurgu yapılırdı sürekli. Ben de düşman kanlarının mavi olduğunu zannederdim
hep. Bu bayrağın kırmızısında Türk’ün de, Laz’ın da, Çerkez’in de, Kürt’ün de
kanının sembolü var. Birlikten doğan ruhu ve şehit kanlarını sembolize eder o
kırmızı. Surlara canı pahasına tırmanarak onu diken Ulubatlı Hasan, sizler gibi
düşünmedi hiç. Hem bize hiç yakışmaz durduk yerde bir milletin bayrağını
yırtmak, yakmak…
Ben
onun kendisine klişe lafların ezberletildiğini, kendisinin kandırıldığını ve
kullanıldığını ifade ederek onun ezberlerini bozmaya ve onu hizaya getirmeye
gayret sarf ediyordum. Fakat o, benim alttan alma manevralarım dâhil her şeyimi
boşa çıkaracak alaycı bir yüz ifadesine bir de pis bir sırıtışını eklemez mi?
İşte o zaman, kan
beynime sıçradı. Sinirlerime bir an hâkim olamayıp ona bir Osmanlı şamarı
attım. Canı da yanmıştı zavallının. Çünkü bu, her halinden belli oluyordu.
Sonra çok da pişman oldum bunu yaptığıma. Devletin her türlü imkânından yararlanan,
hatta bu imkânları tepe tepe kullanan fakat ona ihânetle mukâbelede bulunan
Hasan’a kaldığım yerden devam etmeyi tercih ettim yine:
-
Hasan! Sen, soyadının anlamını biliyor musun?
-
Hayır!..
-
“Alem” kelimesinin anlamı, “bayrak” demektir. Ailen sana güzel bir isim
verdiğine göre ve hem de benim eylemlere ve yürüyüşlere katılan senin
düşüncendeki kadınları haberlerde gördüğüm kadarıyla onlar, az çok dini
hassasiyetleri olan insanlar. Peki, bayrağımızdaki hilâl ve yıldızın hangi
anlamı taşıdığını biliyor musun sen?
-
Hayır!..
-
O hilâl, İslam’ın ve Hz. Peygamber’in sembolüdür. Çünkü her dinin bir sembolü
vardır: Hıristiyanlarda haç, Yahudilerde Davut Peygamber’in yıldızı. Bizim
bayrağımızdaki yıldızda beş dilim vardır. İslam’ın hem beş şartını ve hem de
beş vakit namazı sembolize eder o yıldız.
-
Komiser abi yağ! Ben, bunların hiç birini bilmiyordum. Bunları, bir kere olsun
da hiç duymadım.
-
Anladın mı şimdi, bizim bayrağımızın sıradan bir bayrak olmadığını, hele hele
bir bez parçasının hiç olmadığını, onu yırtarken ve yakarken nasıl kutsal
şeylere el uzattığını, hangi kutsal şeylere dil uzattığınızı?
Hasan
sustu, bir cevap veremedi hiç. Bu sefer, başını utancından eğdi. O zaman onu
dostâne ve hem de devlet ana şefkatiyle kucakladım. Bu davranışıma da çok
şaşıran Hasan, samimi pişmanlık ifade eden sözlerini peşpeşe sıraladı bana
defalarca özür dileyerek. Bunlar da yetmedi kendisini bu menfur saldırıyı
yapması için kandıran başaktörleri ve yaltakçıları bir bir deşifre etti.
Maksut’a Hasan’a
yiyecek ve içecek bir şeyler getirmesini, ona çay ikram etmesini, savunmasını
alırken ona çok iyi davranmasını emrettim. Şaşkın bakışlarının arasında ona bir
kere daha sımsıcak bir şekilde sarıldım ve ardından odamın yolunu tuttum.
Hasan’ı hırpalayan polislere “Bir daha hiç kimseyi böyle hırpalamayacaksınız.”
diye bağırdım. Onlara daha fazlasını yapmaya gönlüm rıza göstermedi.
Masamda düşünceli
düşünceli oturuyordum. Onun akıbetine karar vermekte zorlanıyordum. Sonunda Hasan’ın
gerçekten kandırıldığına, samimiyetle çok pişman olduğuna fakat bu menfur
saldırı teşebbüsünün de asla cezasız kalmaması gerektiğine hükmettim. Bu
nedenle cezasını adalet vermeliydi onun.
Devleti temsil
edenlerin ana şefkatinde olmaları gerektiğini, yoksa kin, öfke ve şiddet
kusmaya çalışan kandırılmışların ve onları vahşice cezalandırmaya çalışan derin
devletin buralarda her zaman kol gezeceğini seslice dillendirdim.
HÜSEYİN ÜSTÜNSOY
EDEB. ÖĞRETMENİ