HASTANE KÖŞELERİNDEN
Erken kalktım bu sabah. Pencereyi açtım, içeriyi havalandırdım güzelce. İçimdeki kara kasâveti pencereden dışarıya atmaya takatim yetmedi. Aç karnına bir sigara içtim. Onun dumanı dışarıya… Oda arkadaşım, beni uyuyor zannıyla girdi odaya. “Uyanmışsın.” diyerek kahvaltıya gitti.
Derin nefesler almaya
çalıştım, kasâvetimi dağıtacak hareketler yaptım. Olmadı bir bardak suyu
yudumladım. Beni kuşatan zifiri karanlıklar dağılmıyordu bir türlü. Kara
bulutlar, içimi kapladıkça hırçın ve azgın dalgalı bir denizin ortasındaki alobara
olmaya amade bir kayık gibiydim. Anladım ki bu gün kötü bir şey bekliyordu
beni. “Hadi hayırlısı!..” diyerek ben de gittim kahvaltıya.
Yine
odamdaydım. Hiçbir şey memnun etmiyordu beni. Odadaki eşyalar, sanki üstüme
üstüme geliyordu. Bir sigara daha… İlaçlarımı içtim ardından. “Bu gün kötü bir
şey olacak.” dedim içimden. Çünkü sabahtan beri bunun emâreleri vardı her
şeyde.
Sabah haberlerini
izledim. Bazen de müzik dinledim, küçücük odamı arşınladım… Bu kadar da sıkıntı
benim için fazlaydı. Dolan ruhumun basamaklarından inmek için terk ettim odamı.
Kendime bir çay aldım kantinden. Üstüne bir sigara daha…
Seminerin ikinci
oturumu başlamak üzereydi. Ben, aynı yerimde sayıyordum hâlâ. Semineri değil de
kendimi dinledim. Bu ruh haletim, son kıvamına erişti molada. Bir arkadaşa
“Kendimi iyi hissetmiyorum. Doktora götürün beni!” dedim kalan son takatimle.
Afallamasına rağmen beni lobiye götürdü arkadaşım.
Gözlerim,
dış dünyayı seyre kapandı. Kendi benimi bile göremiyordum artık. Ağlamaya
başladım. Sadece ağlıyordum. Avazım çıktığı kadar hırıltılı seslerle ağlıyordum.
Şuur altımdan kayalar gibi kopup gelen her ne ise ağlatıyordu beni, canımı yakıyordu
benim.
Cümbür cemaat
herkesin başıma üşüşür gibi toplandığını ve beni seyrettiklerini hissediyordum.
Göz kapaklarımı, hiç aralayamıyordum. Görememek bu kadar acı mıydı, ızdırapla
dolu muydu?.. Serçe parmağımı dahi kımıldatacak halim yoktu. Ellerim, karnımın
üstünde üst üste duruyordu. Her kafadan bir ses çıkıyordu:
-
Bayıldı bayıldı.
-
Kolonya getirin!
-
Az önce gayet iyiydi.
-
Yağ açılalım arkadaşlar!..
-
Adamı bir de sıkıntıya siz sokmayın!
-
Su getirin, su!
Konuşmalar,
gittikçe uzadı. Ben ağlamaktaydım hâlâ. Bir tepki verebilseydim onlara ne
derdim acaba? Bilemiyordum ki ne derdim! Yarın bu insanların yüzüne nasıl
bakacaktım, içlerine nasıl çıkacaktım? Bunlar, zihnimi daha çok meşgul
ediyordu. İçlerinde belki bana acıyanlar da vardı. Bazıları belki de içime
kapanık biri olduğumu düşünüyordu. Bazıları… Bazıları… Yeter be!
Ben bu kadar acınası
zavallının biri miydim? Bu düşüncelerle cebelleşirken gülmeye başladım. Ama
nasıl gülüş!.. Bazen bir kadını ele veren şuh bir gülüşü vardır ya, bir bebeğin
gülüşü vardır ya dünyalara bedel, Erol Taş’ın gülmeleri vardır ya!.. Bu
gülüşlerin hiçbiri, bana ait olamazdı. Hiçbiri, benim kişiliğimi sergilemiyordu.
Sadece benim çalınmış benliğimi yansıtıyordu bu gülüşler. Uzandığım koltuğun
kenarlarına, dizlerime vurmayı da ihmal etmiyordum gülerken.
Kim bilir kaç kişi
“Kafayı sıyırmış bu.” diye düşünüyordu. Allah’tan bir şeylerimi ele verecek
sözler sarf edip sayıklamadım. İnsan, yalan sayıklar mıydı hiç? İçimdeki sırrı
az kalsın ifşâ edecektim. Uçup gitmesine mani olmuştum onun başka diyarlara, gönül
kafesimin kapısını aralamayarak.
Biri, ayaklarını
bükerek yanaştı bana. “Sen kimsin?” dedim ona. “Ben doktorum.” deyince iknâ
oldum. Bana bir şeyler sordu durdu. Kendisini savcı gibi görüyor gibi geldi
bana. Adımı, soyadımı söyleyebildikten sonra:
-
Depakin kullanıyorum. Bir de Cıpraleks…
-
Bipolar Bozukluk, Duygulanım Bozukluğu diyorlar.
Güçlükle
taşıdılar beni ambulansa. Ambulansta da sürdü sorular peşpeşe. Hele o hemşire
yok mu?
-
Sosyal güvencen var mı?
-
Sosyal güvencen ne?
Konuşmaya
mecâlim yoktu. Memleketimde bu soruların hâlâ olması, beni şaşırtmıştı. Şoför
deli gibi kullanıyordu ambulansı. Arkada silkelenip savruluyordum sürekli. Bu
kadar çaresizliğimin, gözyaşlarımın ve dramatik hadiselerin arasında bir de
kaza yapacağız endişesi taşıyordum. Meğer şoförde psikolojik sorun varmış.
Doktor, hemşireye “Bırak oynama adamın ekmeğiyle (!)” dedi. Demek ki adamın
durumu ciddiydi.
Haberlere hadise
olacak anlar yaşıyordum. Yemek vakti olduğundan hastanede hiç kimse ilgilenmedi
benimle. Doktor dersen zaten görünmüyordu ortalıkta. Yine gülme krizine girdim.
Bir taraftan da verip veriştiriyordum:
-
Apo’nun bile kaç tane doktoru var bu memlekette.
-
SGK benden … para kesiyor bir de!
-
Doktorum, kanalları çağıralım! Aynı haberlerdeki gibi bir durum var ortalıkta.
Şoför,
benim söylediklerimi tasdik ediyor; benden yana oluyordu. Doktorsa duraksadı.
Yüzüne endişe yansımıştı. Anlaşılan çok kaygılanmıştı haberlere çıkmaktan.
Bana:
-
Beyim! Beni de yakarsın o zaman, dedi.
Mecburen
sustum. İki hastane dolaştırıldım ve sonunda ilk yere getirildim yine. Vakit
ilerledikçe, uyudukça normal halime biraz dönmeye başladım. Benim için başından
sonuna kadar yanımda olan ve en büyük fedakârlıkları sergileyen Murat Bey idi.
Her şeyimle o ilgilenmişti. Adını gerçi normale döndükten sonra öğrenmiştim ama
her neyse…
Doktor, Xanax yazıp
gönderdi beni. Onu da bulmamız güç oldu. Herkes, bu ilaçtan mı kullanıyordu ne!
Erzurum sayfası iki gün sonra kapanacaktı. Kapanacaktı kapanmasına ama… Onlarca
arkadaşın içerisinde sadece birkaç kişinin bana “Geçmiş olsun!” temennisinde
bulunması, bir başka yıkmıştı beni. Hastanede yanımda olmayanlar, bu kadarcık
temenniyi bile esirgemişlerdi benden. Bunun yanında bana hangi gözle bakıyorlar
düşüncem de işin cabasıydı.
* * *
Her nereye baksan Yasemen’i görüyordum. Adı Yasemin’di ama ben, ona Yasemen diyordum. Her ne tarafa yönelsem onun kokusunu alıyordum. Yürüyor, bana bakıyor, eliyle bana dokunuyor; gülüyor, tebessüm ediyor, bazen de yeşil gözlerini benden kaçırıyordu. Gerçi o, şair hassasiyetiyle inci gibi dizdiğim ve gözyaşlarımla bezediğim satırlardan habersizdi.
Günlerden
perşembeydi. Esnememi bir türlü durduramıyordum. Esnedikçe gözlerimden yaşlar
boşanıyordu ağlar gibi. Anladım ki eski rahatsızlığım nüksedecek yine.
Her şey, gözüme sisli
puslu görünmesine rağmen güç bela iki kat aşağıya indim. Yazı işlerine gidip
kafamı masaya koydum. Az sonra da hırıltılarla ağlamaya başladım. Başıma
toplananlar, rahatsızlığımın ne olduğunu soruyorlardı. Zaten konuşmaya takatim
yok ki onlara cevap yetiştirebileyim.
-
Şekerin mi düştü?
-
Bir yerin mi ağrıyor?
-
Su getirelim mi?
-
..?
Sorulara
sadece “Cık!..” diye cevap veriyordum. Bir süre sonra arabamdan baklavayı
getirttim. Bir dilim baklavayı zar zor yedim. Oda çok kalabalık oldu. O yüzden
sıkıldım odada. “Ben iyi değilim.” diyerek müdürümün odasındaki geniş koltuğa
uzandım. Doktorla randevumun olduğunu güç bela anlattım ona.
Ağlıyor, gözlerimi
bir nebze açamıyor, hızlı hızlı nefes alıp veriyordum. Az sonra Tolunay geldi.
Kolonyayı koklatıp koklatıp durdu burnuma. Müdürümle kollarıma girdi ve arabaya
kadar taşıdı beni.
Tolunay,
beni hastaneye yetiştirebilmek için deli gibi kullanıyordu arabayı. Erzurum’da
olduğu gibi ya kaza yaparsak, diye endişe duyuyordum. Araba, sürekli savurdu
beni. Kazasız belasız hastaneye bir an önce varma derdindeydim. Ne mümkündü?..
Yol, bitmek nedir
bilmiyordu bir türlü. Midem bulandı bir ara. Bazen kendi kendime konuştum,
bazen de Tolunay’ın sorularıma verdiği cevapları dinledim. Bana durmadan:
-
Sen kendini hiç yorma Reis, diyordu.
Hastanedeydim
nihayet! Tekerlekli sandalyeyle götürdüler beni doktorumun kapısına. Hastası
varmış yanında. Ben hasta değil miydim canım? Bir ara kendime geldim ama
olduğum yerde hiç duramıyordum. Bir bardak su içtim, dolandım koridorda.
Adaları seyrettim. Koltuğuma oturdum yine.
Az sonra yatma isteğim
geldi birden. Ne yapıp yapıp bir yere kıvrılıp yatmak istiyordum. Bütün
koltuklar dolu olduğu için uzanamadım bir yere. Siyah takım elbisemle kapaklanarak
yattım doktorumun kapısının önüne. Tolunay da, müdürüm de görevliler de yanıma
koşuştular hemen. Benim bayıldığımı zannetmişlerdi onlar. O esnada doktorum
çıkıverdi kapısından. Kafamı zor kaldırıp bakabildim yüzüne.
-
Sen, niye yerde yatıyorsun Hilmi Bey, diye sordu doktorum bana.
Bir kelime dahi sarf
edemedim ona. Şuurum yerinde değildi belki ama boylu boyunca onun ayaklarına
kapanmıştım işte! O bunu anlamadı, anlayamadı. Belki de anlamak istemedi. Beni
yerden kaldırıp götürmek istediler acile alelacele. Kaldırmışlardı, uzaklaştırmışlardı
Yasemen’in ayaklarına kapandığım yerden beni. Kapısında bir an kul köle
olmuştum onun. O, bunu görmedi; göremedi. Belki de görmek istemedi.
-
Kaldıralım, acile götürelim hemen, dedi.
Acildeydim.
Koluma serum taktılar, içine iğne enjekte edip. Artık ne ağlıyordum ve ne de
gülüyordum. Verip veriştiriyordum Öcalan’a. Hemşire de tasdik etti beni.
-
Asmak lazım onun gibileri.
-
Ben asmayacağım.
-
Asmayacaksın da ne yapacaksın?
-
Ne mi yapacağım? Onu topun ağzına dikeceğim, öyle öldüreceğim ben onu.
-
O kadar da değil. Hem yazık değil mi o mermiye?
Kendi
kendime konuşmalarımı sürdürdüm, bu görüşümden asla vazgeçmeden. Adamın
soyadında bile meymenet yok: Öcalan. Sen neyin, kimin öcünü alıyordun be! Ondan
sonra da verip veriştirdim onun kuklalarına, partisindekilere, meclisteki
hainlere.
Bayrağıma, vatanıma
pislemeye cüret eden bu kuşların kanatlarını kırmak istiyordum. Tolunay, tasdik
ediyordu beni, hemşireden çok. Sekerât anımda bile ülkemin birlik canına
kastedenlerle uğraşıyordum. Allah’tan Yasemen’e bir nebze olsun ışık tutmadım
yanımdakilere. Nasıl izah ederdim bu durumu onlara? Ayıkla ondan sonra pirincin
taşını. Hem beni hastane köşelerine düşüren bu rahatsızlığımın Yasemen yüzünden
olduğunu düşüneceklerdi o zaman.
Beni tedavi etmek
için büyük gayretler sarf eden Doktor Yasemen’e hasta bir insan ilgi duyabilir
miydi hiç? Ben, ilgi duydum işte! Sağıma soluma döndüm uyumak için. Fakat
uyuyamadım her ne yaptımsa. Allah’tan kolumdaki serum bitmişti.
Az
sonra Dr. Yasemen geldi. “Doktorum gelmiş!” dedim o zaman. Bir çocuk kadar,
iyileşen bir hasta kadar sevinmiştim o gelince. Gözlerim bile açılmıştı
tamamen. Vakıanın nasıl olduğunu anlattım ona. Birtakım önerilerde bulundu yine
bana. Bir an bile karşılık vermemişti Yasemen bana.
Yasemen, belki evli
olduğu için yüz vermiyor gibi geldi bana. Ne kadar ayıptı, evli birine gönül
vermek. Baltayı sert taşa vurmuş, aşılmaz bir duvarla karşılaşmıştım belki de.
Ama gönül bu, ferman dinlemiyordu işte. Ben, onun evli olmayan haline âşıktım
belki. Belki de kendimden bir şey, bir parça bulmuştum onda. Belki de gelip
geçici bir hevesti benimki. Evli olsa da olmasa da seviyordum onu, her şeyi
göze alırcasına.
-
Ben, size abla diyebilir miyim, diye sordum ona bir ara.
-
Bana ne olur, öyle hitap etmeyin Hilmi Bey!
-
Ama benim ablam yok ki…
-
Benim de yok!..
-Tamam
o zaman, dedim bunu o istemeyince.
Sevgili
isterdi de akan sular hiç durmaz mıydı? Belki de beni o da içten seviyordur
umudumu düşündüm hiç kaybetmeden. Belki o da kalbinde inleyen güzel sesine
hükmünü, sözünü geçiremiyordur diye de avundum bir an. Kendisine ilgi duyduğumu
geçen sefer yanında kriz geçirdiğimde söylemiştim. Zaten bir ara da alınmıştı
“İlgi duyabilirim size.” lafımdan.
Kendimi suçladım hep
bunu ona ikrar etmemeliydim diye. Bu aşk sayfası bir sır olarak kalmalıydı
içimde. Paslı bir mıh gibi hiç çıkmamalıydı yerinden. Çoğu zaman kurtaramadım
kendimi suçlamaktan. Ona bunu ifşâ ettiğim için defalarca özür dilemiştim
kendisinden.
Bu aşkın tuzağına
düşmekten kaygı duymasa hiç beni başka bir doktora yönlendirmek ister miydi
geçen sefer? Bazen de hiç de pişman değildim bu “İlgi duyabilirim size.” lafımı
ona söylemekten. Çünkü o da bu tür şeylerin hasta olarak normal olduğunu
söylemişti bana. Söylese ne yazar? Bana bir karşılık vermedikten sonra… Ve
şimdi de bana suratını astığına göre… Bir ışık vermeyince kim bilir belki o da
acıdığı için böyle davranıyordur bana, dedim.
Yarım
kalan aşk sayfasını kapatmaya çalıştım hastaneden ayrılırken. Ama hiç de mümkün
değildi bu. Keşke “platonik” kalsaydı dedim içimden. Bir beklenti içerisine
girmemem gerektiğini ifade eden Dr. Yasemen, benim kendisine abla diye hitap
etmeme dahi imkân vermemişti. İçimde yeşerteceğim bu ilgiyi. Hep yeşermeli, hep
ter ü taze kalmalısın Yasemen! Senin için şairin dediği gibi diyeceğim Yasemen!
Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabib
Kılma derman kim helâkim zehri dermanındır.
Hastaneden iyileşmiş olarak ayrılıyordum şimdilik. Ah Yasemen ah!.. Sana ilgi duyduğunu söyleyen bu adam, şimdilik iyileşmiş görünüyordu. Ya gönlü?..
HÜSEYİN ÜSTÜNSOY