NEHİRDE KAYIK SEFASI
Güneşin, hükümdarlığını ilan ettiği bir temmuz günüydü. Güneş, her şeyi kavuruyor, kavuruyor, kavuruyordu... İnsanlar, sığınacak bir gölge arıyorlardı. Yüzlerindeki, alınlarındaki terleri silerken “Bu sıcak da ne böyle?” diye söyleniyorlardı.
Her yer terk edilmiş, sahipsizmiş görünümüne
ve sessizliğine bürünmüştü. Altın başaklar olgunlaşıp hasat mevsimi verimli
geçtiği için sadece köylünün yüzü gülüyordu. Onun için bu sıcağa, sadece onlar
aldırış etmiyorlardı.
Abdullah
Bey’le ırmak kıyısında aheste adımlarla dolaşıyorduk. Art arda dizilmiş
kayıklar bile bu yalnızlıktan ve sıcaktan nasiplerini almıştı. Onların
sıkıntılarını giderecek Hızır gibi bir teklif, nehirde kayık sefası yapma
teklifi, Abdullah Bey’den geldi. “İyi de sahibini nasıl bulacağız?” diye
sorduğumda etrafına bakınan, on altı yaşlarında, kıvırcık saçlı, gözlerinde
istikbal endişesi ve sıkıntı çekmiş hali okunan sohbetimiz sırasında da öksüz olduğunu
öğrendiğimiz bir genç cevap olarak çıkageldi.
-
Buyur
abi! Emret abi, dedi.
Biz derdimizi ona arz ettikten sonra kayığa
bindik. Nehirdeki yolculuğumuza başladık. Kullanmasını bilmediğimiz için ikimiz
de üstümüzü başımızı ıslatıyorduk. En faz-la da ben ıslatıyordum galiba. Bu
ıslanma bizi serinletiyor, yanımıza almadığımız suyun kadrini öğretiyordu.
Üstat Yahya Kemal’in:
Âheste
çek kürekleri, mehtâb uyanmasın,
Bir âlem-i hayâle dalan âb uyanmasın.
Mısraları yerine:
“Aheste çek kürekleri, üstümüz ıslanmasın.”
dedim. Bazen kıyılara ya da sellerle sürüklenmiş ağaç dallarına çarpıyordum.
İyi ki etrafımızda bize gülenler yoktu. Alaycı gözlerden kaçmak zor olurdu.
Yiğidi öldürüp hakkını yememek lazım. Abdullah Bey, benden daha güzel kullanıyordu.
Hayret ki ne hayret!.. Güzelce giderken
kıyıya çarpacağım ya da arkadaşımı biraz serinleteceğim. Hatalarımı örtmek için
bu ırmak ve şehir hakkında hemen bilgi vermeye başlıyordum. Ne de olsa ben
kılavuzdum.
- Bu ırmak üstünden bakınca hiç akmıyormuş
gibi bir izlenim uyandırır. Siz, görme duyunuzun baltalanmış olacağını zannedebilirsiniz.
Hâlbuki o, dipten akar. Bir insan boyundan fazla derindir. Sağ tarafa
gittiğimiz bu yön, Çağlayan’a, sol istikamete gideceğimiz yön ise Boğaz’a, daha
sonrası denize ulaşır.
Abdullah, beni çok güzel dinliyordu.
Çağlayan’a nihayet geldik. Buraları çok beğendiğinden ve buralara bir kez daha
geleceğinden söz etti bana. Kayığı, kıyıya çekip şelalenin üstünde gezinmeye
başladık. Su, sanki bizi sürükleyip götürmek ister gibiydi. Fakat suya böyle
bir fırsat vermedik. Gözlerimiz kamaştığı için billur görünümlü, güneş ışınlarını
rengârenk aksettiren suya bakamıyorduk.
Şelale’de çocuklar yüzüyor, kadınlar çoğu
zaman bellerine kadar suya giriyor, şoförler arabalarını yıkıyor, kimileri
ağaçların altında kestiriyor, ya da piknik yapıyorlardı. Bu gözlemimizin
müziğini arabalardan, piknik yapanların yüksek ayardaki müzik sesleri yapıyordu.
Karşıdaki eski değirmeni de gezdikten sonra
geri döndük. Kayığın sahibi çocuğu bulduk. Abdullah Bey, onunla sohbete
bayılıyordu. İkimiz de ona okumasını tavsiye ettik. Ona iki yüz lira daha vererek yeni
güzergâhımıza doğru hareket ettik.
Abdullah çarptığında ben kahkahalara
boğuluyor, hem öğrenmek ve hem de ona hava atmak amacıyla asılıyordum
küreklere. Düşündüm de bir zamanlar atalarımız, okyanuslarda kürek çekerek
nasıl düello etmişler. Ya biz? Biz üstümüze... Pardon pardon... Serinliyoruz
değil mi ya? Hatalarım yine artınca sarıldım kılavuzluk görevime.
- Son bir iki yıla kadar burada gemiler
yapılır ve onarılırdı. Fatih, buradan geçerek Amasra’yı fethetmiş. Tonluk
gemiler, bu ırmağın içlerine kadar girebiliyor. Bu güzellikte bir ırmak,
gerçekten çok azdır. Bu ırmağı, özelliğinden dolayı sınavda bile sormuşlardı.
Bu konuşmalarım esnasında farkına varmadan
Yalı’yı, Gasane’yi (Gazhane) geçmişiz. O, beni meraktan sessizce dinliyordu.
Buraları çok beğendiğini, lafımı balla keserek söylüyordu.
Tavuk çiftliğine geldiğimiz belli oldu.
Pislik diz boyuydu. Burnumuzu tutuyorduk. Mezbahaneyi geçerken burun kemiklerimiz
iki kere kırıldı sanki. Abdullah’ta hiç bir ses seda yoktu. O, etrafını ve
görebildiği güzellikleri seyretmekle meşguldü. Köylülerin kayıkçılarla pazarlık
yaptıklarına şahit olduk. Köprü olmadığı için karşıdan karşıya kayıklarla
geçiyorlardı. Ben, sessizliği tekrar baltaladım:
- Irmağın bu tarafında oturan köylüler var.
Karşıdan karşıya ancak bu şekilde geçebiliyorlar. Bu insanların sel suları
taştığında geçemedikleri de olur. İnsanın ulaştığı her yer, doğallığını
yitiriyor. Kendi ellerimizle idam sehpalarımızı hazırlıyoruz.
Biraz daha yol aldık. Dudaklarımız,
susuzluktan kurudu. Suyun içindeyiz; ama bir çöl ortasındaymış gibi suya hasrettik.
İyi ki serap görmüyorduk. Rüzgâr, arada bir eşlik ediyordu bize. Eşlik etmese
onun bize küstüğünü zannedecektik.
Uzakta bir düzlüğe kurulmuş, kavaklarla ve
meyve ağaçlarıyla bezenmiş bir köy gördük. Parçalanmış ve sağa sola dağılmış
cesaretlerimizi bir araya toplayarak kıyıya çıktık. Bizleri ağaçların gölgeleri
ilk önce karşıladığı için rahatladık.
Su istediğimiz çocuk, bizi annesine götürdü.
Kadıncağızın sunduğu buz gibi su, ferahlığımızı ve serinliğimizi fazlasıyla
iade etti bize. Sıkıntılarımızı biraz unutmuş olduk. Bize kıpkırmızı ve tatlı
elma da ikram eden bu kadına teşekkür edip yanından ayrıldık.
Hafifçe esen rüzgârla yaprakları hışırdayan
kavakların altında yaşlı bir köylü amcayla sohbet ettik. Bize ikram ettiği
armutlarla, elmalarla, yüzündeki tebessüm ve cana yakınlığıyla Anadolu
insanının güzelliklerinden birkaçını yansıtıyordu bu amca. Suyumuzu depoladık
ve “Fora kürekler!” deyip geri dönmeye başladık. Çünkü daha ileriye gitmeye gözümüz
kesmedi.
Abdullah
Bey, “Şu ileridekiler, arı kovanları mı?” diye sordu. Ona onların arı kovanları
olduğunu teyit ettim. Giderken meyvelerden yiyorduk. Etrafımızda bu tattan nasibini
almak isteyen birkaç arı uçuşuyordu. Tatlı canımızın yanmaması için arıları,
kovalıyorduk. Islanma hikâyemize bir de arıların musallatı karıştı böylece.
- Konuşma sırası şimdi bende. Artık sen beni
dinleyeceksin. Hazır şu arılar varken arılarla ilgili bir çocukluk anı-mı
anlatayım sana, dedi Abdullah.
Kulaklarımı dört açıp arkadaşımı dinlemeye başladım.
Sabır ipinin ucunu kaçırır mıyım, diye kara kara düşünüyordum. Sağıma soluma
bakınmaya başladım. Daha işin başında ellerimi kollarımı bağlamanın doğru
olacağını düşünmüş olmalı ki hemen başladı anlatmaya.
- Küçük
bir çocuktum. Yaz tatilinde anneanneme gittik. Şehirli bir çocuk, köy hayatına
yabancıdır. Sevdiği, merak ettiği şeyler olduğu kadar nefret ettiği ve
yadırgadığı yönler de vardır köy hayatında.
- ...
- Bir gün merak ettiğim için bahçenin bir
köşesinde duran kovanların yanına gittim. Arılar, çiçeklerin işine gelenlerine
konuyordu. Uçuşuyor, toplantı yapar gibi kovanın ağzında fısıldaşıyorlardı.
Kardeşim, korkusundan kovanlardan biraz daha uzakta duruyordu. Arılar beni
toplantılarını dinleyen bir ajan olarak telakki etmiş olmalılar ki etrafımda
uçuşmaya başladı.
Ben, öküzleri sevke yarayan bir mudulu
kovanların ağızlarına sokuyordum. Bunu çiçeklerden öz toplamaya çıkmalarına
yardımcı olayım diye yapıyordum. Belki de onları rahatsız ediyordum. Arıların
kimi kaçışıyor, kimi kovana giriyor, kimi güzel düşüncemi (!)
gerçekleştiriyordu. Ben bunu yaparken bana çok kızan arılar, etrafımda uçuşlarını
artırdılar. Bazıları, taarruz sortisine bile başlamıştı. Kurşun gibi
vızıldaşıyor, bazıları sağa sola salladığım sopadan iğnelerini batırmak için
fırsat kolluyordu.
İğneler, bir iki derken canımı acıtmaya
başladı. Kardeşim, uzak olduğu için çoktan kaçmıştı. Ben kaçtıkça arılar arkamdan
bir ordu gibi geliyor, diğer kovanlardan da sanki takviye alıyordular. Ama
haksızlıktı bu. Bire on, yirmi... Silahını kullanan kullanana...
Kapıdan içeri kendimi zor attım; ama sen bana
sor. Ev ahşaptı. Müstahkem kale kapılarını andıran kapıyı çocukluk gücümle
kapatmaya çalışıyordum. Sonunda kapatmayı başardım; ama acıdan bağırıyordum.
Merdivenleri tırmanırken içeri sızan birkaç tane düşman, beni hâlâ kovalıyordu.
Bağırtıma anneannem koştu. Ne olduğunu kadın,
anlayamamıştı. Çok şaşırmıştı. Olanları anlatamadığım gibi bir yandan da
ağlıyordum. Onun kızgınlığını ses tonundan allak bullak fark edebildim. Beni
sedire yatırdığında bana baygınlık gelmek üzereydi. Anneannem, kolonya ile her
yerimi ovuyor, iğne alan yerlerime yoğurt sürüyordu. Az sonra bahçede dolaşırken
bu hale düştüğüm yalanını kalan takatimle uydurdum. Kadıncağız, bunu yutar mı
hiç? Baygınlık tekrar gelmek üzereydi. Beni sıkıştırdı. Kesik kesik cümlelerle
gerçeği anlatmak zorunda kaldım. Allah’tan arılara karşı bir alerjim yoktu. Hiç
unutamıyorum bu anımı.
Ben, Abdullah Bey’i hakikaten hiç sıkılmadan
dinledim. Belki de bu, olayın sonucunu çok merak ettiğim içindi. Yine
dayanamadım ve sözü aldım ondan.
- Abdullah Bey! Bir dergide okumuştum: Bir
böcek, düşmanına yüz derecede kaynamış su fışkırtıyormuş. Arıların da savunma
silahı iğneleri var değil mi? Bu, bir tesadüf değildir. İğnelerini kullandıkları
zaman arıların öldüklerini biliyor musun? Sen, bu iğneleri gerçekten hak
etmişsin dostum, dedim
Başını sallayarak kabul etti, o da bunu. “Ne
yaparsın? Çocukluk işte!” dedi. “Anlatmaya başlasan, senin bile kim bilir ne
kadar çok afacanlıkların vardır.” dedi bana.
- Mutlaka... Mutlaka, dedim başımı
sallayarak.
- Sen, şimdi oraları karıştırma. Ben, bu
arıları çok seviyorum. Çok çalışkanlar. Bal yaparlar. Hem kendileri yerler, hem
de insanlara ikram ederek şifa dağıtırlar. Karşılığında hiçbir ücret talep
etmezler. Afacan Abdullahlara karşı da silah kuşanırlar.
Ben, lafı yine yörüngesinden çıkartarak
kendimi ele vermekten kurtarmıştım. Abdullah, yarı tebessümle başını çevirdi.
Ben üzerine daha fazla gitmemek için yarın da Amasra’ya gitmeyi teklif ettim ona.
- Neden olmasın? Neyse gideriz her halde.
Şuuraltı mıdır, nedir? Hani Freud kurmuş ya
-sanki önceden yokmuş- seninle unutulmaz hatıraları tazeleriz yine. Kim
bilir senin de ne afacanlıkların vardır hani. Bu sefer elimden kaçamayacaksın.
Tamam mı, dedi o da.
Ben sadece başımı salladım ve herhangi bir
açığımın yakalanmasından korktuğum için kılavuzluk görevime tekrar başlayarak
Amasra’yı şimdiden anlatmaya başladım bile.