TELEFON
MUHABBETİ
İsmail Bey, kırtasiyeye adımını atar atmaz çayları he-men söyledi. Kötü alışkanlıklarına hemen el uzattılar. Bu, bir araya geldiklerinde sohbet ortamlarının alışılagelmiş süslerinden biriydi.
İsmail:
-
Bıktım abi, bu pornografik dergileri satmaktan. Ben satmaktan utanıyorum, el
âlem almaktan utanmıyor. Kökü çıksın, onun kazandıracağı paranın, diyerek yine
yakınıyordu.
Çayların gelmesi,
İsmail’in yakınmasını baltaladı. O da bir sandalyeye ilişti. Yer yer değişik
fakat genelde bağlantıları kopuk konuşmalar, birbirini takip ediyordu.
Konuşmalar ve bakışmalar bir ara sustu.
Turgut, hiç boş
durmuyordu. Zihninde tezgâhların yerlerini değiştiriyor, rafları sil baştan yeniden
düzenliyordu. Onları siliyor, göz zevkinin tatmin olması için bütün yenilikleri
yapıyordu. Bir çıkış noktası bulamadığında başını sağa, sola, öne ve geriye
doğru çevirmesi zihnindeki yorgunluğu ve keşmekeşliği giderememesinin bir ispatıydı.
Onun problemi ve kaygısı estetikle idi, kompozisyonla idi.
Turgut:
- Memlekete tayinim
çıktığı zaman böyle bir kırtasiyemin olmasını istemişimdir. Maalesef bu emelimi
bir türlü gerçekleştiremedim, dedi İsmail’e.
Bu söz, problemi
çözme yerine, üzerini bir an toprak yığınıyla daha da örttü. Küçük bir sükût kıvrımından
sonra İsmail:
- Memleketine tayini
çıkan hangi öğretmeni gördüysem hep senin gibi söylüyor, her nedense. Fakat
bunların çok azı, bu emelini gerçekleştirebiliyor. Bu işler, göründüğü kadar
öyle kolay değil. Sezonluk bir iş bu. Balık gibi mevsimi var, anlayacağın.
Sezonunda parayı vurdun vurdun, yoksa yıkılır gidersin.
- ...
- Biz, birilerinin
hamallığından başka bir şey yapmıyoruz. Kirası, telefonu, elektriği... Üç gün
sonra da yakana maliyeciler yapışır. Büyük şirketlerin kaçırdıkları vergiyle
benim kaçırdığım vergi, oranlanınca miktar bakımından aynıdır.
Turgut, sadece başını
sallıyordu. Onun söylediklerini kabullenmiş görünse de bunu gerçekleştiremediği
için üzüntü ifadeleri, yüzünde mahzun mahzun dolaşıyordu.
- Niye öyle
söylüyorsun, dedi İsmail’e.
- Üretim ve istihdama
yönelik değil de ondan.
- Üretim ve istihdamı
birileri yapacak ki siz de onlara pazar olabilesiniz. Talep ve pazar olmadıktan
sonra, müşteri olmadıktan sonra ne işe yarar ki?
- Ben onu
kastetmedim. Yani beldemizin kalkınabilme-si için, üretim ve istihdamın olması
gerektiğini vurgulamak istedim.
- O zaman haklısın.
Söylenecek bir şey yok tabii ki.
Gazete müşterileri
geldikçe İsmail, ayağa kalkıyordu. O ise mesleğin püf noktalarını kapabilmek
için onu gözlemliyordu. Zihin platformunda eşyaların yerlerini değiştirmesini
sürdürüyordu. Kırtasiye malzemelerinin olduğu rafların en üstündeki valiz ve
çantaları vitrine, çapraz köşedeki boş yere de kitapların bulunduğu ayaklı
panoyu yerleştirdi. Kartonların bulunduğu rafların üstü boş olduğundan oraya da
mukavvaları koydu. Serseri bir görünüm sergileyen arkasındaki oyuncakları,
düzgünce yerleştirdi. İçinde rahat vermeyen düşünce platformundaki valiz ve
çantaların yerlerini değiştirme konusundaki fikrini İsmail’e söyledi.
İsmail:
- Haklısın. Onlara
bir türlü yer bulamadım. Gel, sana şu evrak çantasını satayım, dedi.
İsmail, esnaf ağzıyla
konuştuğundan esnaflık yeteneğini sergilemekte gecikmemişti. Yine de çantayı
gözleriyle süzmeden edemedi Turgut. Aslında canı da istemiyor değildi böyle bir
çantayı. Buna rağmen:
- Benim var, sağ ol!
Fakat sapı kopacak gibi. İyi bir tamirden sonra, onu kullanmamak için hiçbir sebep
yok.
İsmail, yine de
üsteledi esnaf kafasıyla. Fakat Turgut, hiç ikna olacak gibi değildi. Baktı
istediği olmuyor, bu durum karşısında Turgut’a Mehmet Akif’ten şu sözü
nakletti: “Eski, eskidiği için değil; işe
yaramadığı takdirde atılır. Yeni, yeni olduğu için alınmaz; gerekli olduğu
takdirde alınır.”
Bu esnada cep
telefonu almak için gazete ve sertifika almaya gelenlerin işlerini görüyordu.
Turgut’un dikkatini çeken şey, sertifika almayı hiç ihmal etmeyip gazete okuma
ihtiyacı hissetmeyenlerdi. Hatta kuponunu alıp gazeteyi burada bırakanlar,
dikkatinden hiç kaçmamıştı. Bu nedenle şaşkınlığını gizleyemedi. Ne üzücü bir
tablo idi ki insanımız, gazete okuma düşkünü değil de promosyon düşkünü idi.
Hatta gösteriş budalasıydı. Çağın ve yeniliğin basamaklarını yanlış yerlerden,
yanlış adımlarla tırmanmaya çalışmakta idi.
İsmail:
-
Sen
almıyor musun cep telefonu, dedi.
Bu soruya İsmail’in
az önce verdiği cevapla karşılık verdi. Turgut, ona her ne kadar hak verse de:
- Daha öyle
ucuzlayacak ki!.. Günlük beş yüz bin liraya insin, o zaman ben de alacağım,
dedi.
Bu söz karşısında
İsmail, kendi edindiği prensibin çerçevesinden bir an bile ayrılmadan:
- Daha ne! Bedava
verecekler, bedava, dedi.
İsmail, hatta
bazılarının karı kız muhabbeti yapmak, birilerini rahatsız etmek için telefon aldığını
ve bu tür insanlara inat ve gıcıklık olsun diye kendi telefonunu sattığını söyledi
Turgut’a.
Turgut, esnafı fazla
meşgul etmemenin gerektiğinin bilincindeydi. Müsaade istemek için ayağa kalktı.
Alaya bürünmüş bir tebessümle ona:
- Bizden utanıp da
Bulvar gazetesi veya poşetlik dergi alamayan müşterilerin olabilir, dedi.
İsmail:
- Yoook!.. Ne
münasebet? Onların müşterisi zaten bellidir. Abone gibidir onlar, diye karşılık
verdi mesleğindeki engin tecrübe ve kendisine olan sarsılmaz güveniyle aynı
onun gibi bir yüz ifadesiyle.
Turgut, bu cümlelerin
ardından diğer vagonların da rayından çıkmadan geleceğine emin olduğu için
oturmayı tercih etmedi. Aynı yüz ifadesiyle ayakta dinleme nezaketini gösterdi.
İsmail kızararak ve
bozararak:
- Geçenlerde bir genç
geldi. “Abi! Dergi var mı?” dedi. Ben “Var!” dedim. Ekonomi mi istersin,
edebiyat mı istersin? Yoksa borsa mı istersin? Bu genç, ıkıla sıkıla “Abi!
Dergi diyorum, dergi. Dergi işte... Hani... Anlasana be yağ!” Ben anlamazlığın
ayağını kırdım ve bir tane verdim.
- Bu memlekette utana
sıkıla muzır neşriyat alabilenler hâlâ var. Hadi hayırlı işler, dedi Turgut.
O esnada Cevdet
gelmez mi? “Hayırdır, ne konuşuyorsunuz öyle? Muhabbetiniz pekiyi görünüyor
da.”
- Senin bildiğin
şeylerin muhabbetini yapıyorduk, dedi İsmail.
İkisi de birbirine
karşılıklı tebessüm attı. Turgut, karşılıklı tebessümün altında bir baklanın
olduğunu hissetti. Oturmayı yine yeğlemeyerek “Otur!” ısrarlarını geri çevirdi.
Cevdet’e sessizce bu kirli tebessümün sebebini sordu.
Cevdet:
- Ben, sana sonra
anlatırım, diye şimdilik kulağına fısıldadı sadece.
- Sen gidiyordun her halde.
Hayrola bir işin mi var?
Turgut, Cevdet’in bu
sorusuna cevap vermedi; başını sallamakla yetindi. İyi muhabbetler dileyerek kırtasiyeden
ayrıldı.
Turgut, ana caddede
bir tur attı. Biraz daha vakit katili olması gerekiyordu. Böyle bir fikre tam
anlamıyla saplanmış değildi aslında. Kendisine yakın bulduğu ve karakterinden
dolayı muhabbet beslediği esnafı arada bir yokluyor, onlarla fikir
alışverişinde bulunuyordu. Bunlardan biri olan Yaşar, o-nu çağırıyordu:
-
Gel!..
Hal hatır sormalardan
sonra kırtasiyede okuyamadığı gazetelere, burada göz atmaya başladı. Az sonra
postanede çalışan Nurettin Bey çıkageldi. Onu çocukluğundan beri tanırdı. Yirmi
küsur senedir, burada çalışıyordu. Kafasındaki açıklık mesafesi ve yanaklarındaki
çukurlaşmalar artmış, alnında yaşlılık izlerinin çizgileri ayan beyan
sıralanmıştı.
Turgut, sırra kadem
basmış geçmişin derin izlerinden birini bu adamı görünce bir dedektif
hassasiyetiyle ortaya çıkartırdı. Bunu söylemeye birkaç kez teşebbüs ettiyse de
koskocaman bin bir cesaretsizlik yükü omuzlarına çöker; sanki bir bez parçası,
ağzını tıkardı. Bir yolunu bulup bunu bu adama bir türlü açamazdı. Aynı
anlardan birini daha yaşıyordu şimdi.
Konuşmalar her ne
kadar birbirini gölgelemeden devam etse de konu, telefon muhabbetine bir türlü
gelmiyordu. Yaşar bile taşı gediğine koyacak ve Turgut’un yüreğine biraz-cık da
olsa su serpecek telefon konusuna bir türlü anahtar sokmuyordu.
Turgut, güneş gibi
parlayan anahtarın kendisin-de olduğunu düşündü.
- Nurettin Abi!
Emekliliğine çok mu daha, diye sordu.
Nurettin, kendisiyle
ilgili bir şey sorulduğu için çok sevinmişti.
- Az kaldı. İki sene
var yok, dedi.
Turgut:
- Benim çocukluğumdan
beri buradasınız. Artık buralı biri gibi oldunuz. Zannedersem ben orta üçe
geçeliden beri buradasınız, dedi.
Son söz, onu bir sel
gibi geçmişine doğru sürükledi. Gözlerini, onun üzerinden ayırmamaya özen
gösteriyordu. Nurettin Bey bir çırpıda burada geçirdiği yılları, hiç yorulmadan
saymış gibiydi. Oturduğu yerde yorulmuş gibi değil de işinden gayet memnun,
kendisinden yılların tecrübesiyle eminmiş gibi duruyordu.
- Tam yirmi üç sene
oldu. Dile kolay. Tam yirmi üç sene, dedi.
Taşı gediğine
koymanın şimdi tam sırasıydı. Söylemeliydi ona artık. İçindeki ukdenin yıllarca
süren hamallığını yaşamaktansa, söyleyip bu hamallıktan kurtulmalıydı. İçinde
uyanan bir devi, yıllardan sonra fırlatıp çıkartmalıydı dışarıya. Aldığı derin
nefesleri, birkaç kez tekrarladı. Nefesini kontrol etti. Kendisine bir çeki düzen
vererek:
- Çocuk sayılırdım.
1984 yılı idi. O yıllarda böyle otomatik değildi telefonlar. Fişleri
takıyordun, saatlerce bekletiyordun. Bir gün ben, senin “Görüşebilirsin.”
cevabını beklerken sıkıntıdan patlamıştım. “Bizim telefon hâlâ çıkmadı mı? Ne
zaman görüşeceğiz?” diye sorduğumda sen bana “Kapat lan o telefonu!” diye
bağırmıştın. Bana bağırman, hele hele “Lan!” diye hitap etmen çok zoruma
gitmişti. Bunu hiç unutamıyorum. Unutamadığım gibi sana söyleme cesaretimi gölgelerden,
yıllarca kurtaramadım. Bunun sebebi biraz saygımızdan, biraz gizli bir
nefretten, biraz bin bir parçaya bölünmüş cesaretsizlikten ve biraz da kalp
kırmamak için. O yüzden yıllarca açığa vuramadım bunu.
Turgut, artık daha
rahat nefes alıp verebiliyordu. Üstünden ağır bir yük kalkmıştı. Yıllarca
taşına taşına ağırlaşan ve belleğinde derin izler bırakan bir yükten
kurtulmuştu nihayet. Nurettin Bey, beyaz tenli biriydi. Ne hikmetse yanakları
kıpkırmızı kesiliverirdi bazen. Yanaklarında yine aynı durum vardı. Muhatabına
karşı doğan cevap hakkını kullanmak, biraz muhatabının gönlünü alabilmek ve bir
kırığı yıllar sonra tamir etmek adına:
- Haklısın. Hem de
çok haklısın. Yerden göğe kadar haklısın. “Lan!” diye hitap ederek bağırmış,
seni kırmış olabilirim. Çok çok, tekrar tekrar özür dilerim.
Turgut, bu şahsın
lafını kesme ihtiyacını hissederek:
- Kalp kırmak veya bu
kadar yıldan sonra size hesap sormak için söylemedim bunları, dedi.
Nurettin:
- Anlıyorum hocam!
Tekrar tekrar özür dilerim yine. Ama biraz anlayışla karşılanması gerekirdi.
Çünkü... Çünkü o zamanlar, dediğin gibi böyle telefonlar yoktu. Fişler takılıyordu,
görüşmeler çok geç gerçekleşiyordu. Hatta vatandaş, bu kadar beklemektense uzak
mesafeye gidip geliyordu. Bizim için çok yoğun ve stresli bir ortamdı. Birisine
kızmışımdır, sana patlamışımdır. Lütfen kusura bakma!
Adam hâlâ psikolojik
bir baskı altındaydı. Turgut, bunu hafifletme ihtiyacı hissederek bir görev
akdine sarıldı. Onu, bu mayınlı tarladan uzaklaştırmaya çalıştı. Bütün
uğraşlarına rağmen laf, yine de telefon üzerine bir çark gibi dönmeye devam
ediyordu.
Turgut:
- Oldum olası, hiç
sevemedim telefonları. Bir nefretim var onlara karşı. İstanbul’da okurken
Hasanpaşa’dan, Acıbadem’den ta Kadıköy’e telefon etmeye yürüyerek giderdim.
Sıraya giriyorsun, saatlerce bekliyorsun... Anan, baban gelecek de
görüşeceksin. Bazen hatlar kesilir, bazen hatlar karışır. Komşular, üstüne
üstlük somurtuyorlarmış bu duruma. Sonradan görme bunlar ya, -cahillikten de
olsa gerek- kendilerine para yazıldığını zannederlermiş. Şimdi... Şimdi her
tarafta telefon... Cep telefonları peynir ekmek gibi satılıyor, dedi tekrar
geçmişi kurcalayarak.
- ...
- Ben telefon aldığımda
bundan üç yıl kadar önce, bana makinesi ve hattıyla yirmi beş milyona geldi.
İnsanımız ilk radyo, teyp çıktığında şaşkınlıkla karşıladığı ve saflığını sergilediği
gibi davranmadı telefona. Ufacık çocuk bile ilgi gösteriyor ona. Hatta bu
konuda kandırmakta bile zorlanıyoruz onları. Aslında Türkiye’de bütün bunlar,
“Telekomünikasyon” sözüyle başladı. Bu gelişmelerin yirmi-yirmi beş yıl önce
olması gerekirdi, diye sürdürdü konuşmasını.
Bu ibaresinin geçtiği
yerde hiç tahammül edemedi Nurettin Bey.
- Hayır, ne
münasebet? Bir şekilde olacaktı bunlar zaten, dedi.
Alevlenmeye körükle
gidip kaşları daha da çattırmanın bir anlamsızlık olacağını düşünen Turgut:
- Ben, burada
propaganda falan yapmıyorum. Bu gelişmelerin çok önceleri şu veya bu ismin
yapması gerektiğini vurguluyorum. Asıl amacım, bir şahsı ismiyle veya
icraatıyla ön plana çıkarmak değildir, diye karşılık verdi.
Nurettin Bey, bu
laflardan sonra tatmin olmuş olmalı ki:
- Tamam o zaman,
dedi.
- Yoksa bir ismi ve
icraatlarını ön plana çıkarmak, çok yanlış olur. Bu konuda hemfikiriz o zaman,
diyerek sürdürdü konuşmasını.
Bir çay muhabbeti
daha noktalanmıştı. Nurettin Bey, tekrar özür dileyerek iyi dileklerle baş başa
bıraktı onları. Az sonra da Turgut kalktı. Turgut, birtakım sorularla güreşmeye
devam ediyordu. Acaba Nurettin Bey’in bu ibareye niçin alerjisi vardı? Acaba
bir yerlerde kendisi de mi hatalı davranmıştı? Acaba yıllar sonra bir yarayı
tekrar mı kaşımıştı? Ona göre: “Para yok. Devletin parasını çarçur ediyorlar.”
gerekçeleriyle Boğaz Köprüsü’ne, Vatan Caddesi’ne karşı çıkanlarla bilim ve
teknolojiye, çağdaşlaşmaya şeytan ve gâvur icadı safsatasıyla karşı çıkanlar
aynı zihniyetteki kişilerdi. Gelişmemişliğin temelinde bunlar vardı aslında.
Şu da inkâr edilemez
bir gerçekti ki her iki kesim de teknolojinin bu nimetleriyle içli dışlı
olmakla kalmıyor, bunların birer parçası haline geliyordu. Hiçbir kesim, şahıs
veya kurum, bağnaz olmamalıydı. Hatta bununla körü körüne suçlanmamalıydı.
Turgut, döndü;
dolaştı, yine kırtasiyeye geldi. Cevdet, hâlâ oradaydı. Kendisini tekrar
çağırdılar. Esnafı bazen çay hesabından kurtarmak, onlara minnet duymamak için
bu sefer çayları kendisinin söyleyeceği konusunda ısrar etti.
İsmail:
- Mümkinâtı yok,
dedi.
Sonra Turgut’un
samimiyet dolu ısrarlarını kıramadı ve ona “Pekiyi!” dedi. Cevdet’in ve
Sami’nin de aynı şekilde yaptığını aktardı İsmail.
- Sizin gibi iyi ve
düşünceli müşterilerim oldukça ben...
Gerisini daha fazla
getiremedi. Bir süre sonra İsmail’i ve kırtasiyesini kendi başına bırakarak
ayrıldılar buradan. Turgut’un estetik ve kırtasiyeyle ilgili hayali, buradan
dışarıya çıkamadı.
Turgut:
- Sonra anlatırım
dediğin şey neydi, diye sordu giderken Cevdet’e.
- Sen, Bulvar deyince
benim aklıma nişanlıyken bir olay geldi, dedi Cevdet, merdivenleri çıkarken.
- Hele bir anlat bakalım,
dedi Turgut.
- Yeni nişanlıydım.
Bir gün ilçeden köye giderken hiçbir araba denk gelmedi. Ben, yürüyerek
gidiyordum. Yolda Bulvar gazetesinin ekini buldum. Bu kadar yolu, can sıkıntısıyla
tepeceğime onu meraktan okuya okuya giderken dalıp gitmişim. Hatta sonra bir
araba denk geldi de ben ona ısrarlar yürüyeceğimi söyledim. O kadar yolu Bulvar
yüzünden yürüdüm, senin anlayacağın.
Turgut, onu kapısının
önünde evine emanet ederek kalan basamakları çıkmaya başladı. Ve böylece bugün
de zamanın katili olmuştu ama insanlarla uzlaşabileceği müşterek noktaların
olabileceği, muzır neşriyatın gençleri yozlaştırmak için destekle yayınlandığı
dersini çıkarmıştı kendisine.