FERYAT VE AĞIT

  Bir bahar sabahıydı. Erkenden kalkıp bahçesine koştu. Yeni diktiği sebzeleri, henüz gonca halindeki gülleri çapaladı ve ardından suladı. Emekliliğinin tadını çıkartan, şirin ve küçücük bahçesiyle kendisine tatlı bir uğraş bulan Orhan Bey, çok yorulmuştu. Güzel bir kahvaltıyı hak ettiğine adı kadar emindi. Eşinin çay kaşığıyla bardağa vurması, kahvaltının hazır olduğunu haber veriyordu. Daha fazla oyalanmadan kahvaltı masasına doğru yöneldi.

Bir güzel donatılan sofrada bir tek kuş sütünün eksik olduğunu görünce buna bir anlam veremedi. Kahvaltılıklara göz gezdirerek, bazılarına da dokunarak:

- Bayram değil, seyran değil. Hayırdır inşallah, dedi. 

O esnada Yeşim, çaydanlıkla çıkıp geldi. Taze çay, kokusuyla Orhan Bey’i kendisini içmeye davet ediyordu. Sofranın kurulumu tamamlanmış olmasına rağmen eşi Şeyma Hanım, hâlâ ortalıklarda görünmüyordu.

- Artık gelseniz de kahvaltıya başlasak diyorum, diye seslendi hanımına Orhan Bey.

Üçüncü seslenişinden sonra ancak gelebilmişti eşi. Sofraya oturdular ama eşi, ikide bir saate bakıp duruyordu.

- Hayırdır hanım! Bir kuş sütünün eksik olmadığı bu sofrayı, bu tatil sabahında soframıza teşrif eden gelin adayımız Yeşim için mi hazırladın yoksa?

- Birincisi nankörlük etme bey! İkincisi Yeşim kızımın yeri, her zaman ayrıdır. Doktor Kemal Bey “Kahvaltıda bir bardak çayınızı içmek için size uğrayabilirim.” diye telefon açtı. Yeşim kızım da hiç eksik olmasın bizi ziyarete gelmişken bana yardımcı oldu.

- Doktor Bey gecikecek her halde. Karnım açlıktan zil çalıyor. İnanır mısın kurtlar gibi açım. Hem çayı da soğutmayalım, dedi Orhan Hoca.

Bu sözün üzerine eşi, çayları doldurmaya yeltenince Yeşim, Şeyma Hanım’dan daha önce davrandı. Şeyma Hanım’ı kendi öz annesi kadar çok severdi Yeşim. Bazen tatil günlerinde, bazen iş çıkışında onlara uğrar, onlarla sohbet ederdi. Canından çok sevdiği biricik Ayşe de ona bazen eşlik ederdi.

Kahvaltının sonlarına doğru Yeşim, saçındaki birkaç beyaz telle oynamaya başladı. Bunlarla oynamayı çok severdi. Çünkü Erkan, bunları kış mevsimine ve yaşlılık vaktine benzetir; onlarla oynar ve kendisine “Bir yastıkta kocayalım!” temennisinde bulunurdu. Yeşim, kendi babasının evini, Erkan’ın lilaya boyadığı günden beri onun bir hatırası olarak bu rengin her tonunda kıyafet giyerdi. Üstünde bu gün de bu renkte bir kıyafet vardı Yeşim’in.

Erkan’la tanışmaları, bir film şeridi gibi gözünün önünden geçiverdi. Diyarbakır’dan tayini doğduğu kasabadaki sağlık ocağına çıkmasıyla başlamıştı her şey. Erkan, pansuman yaptırmak için yanına gelmişti bir gün. Bu ilk tanışmaları, Erkan’ın pansuman yaptırma bahanelerini artırmıştı. Bu yakınlaşmaları aşka dönüşmüş, nişanlılıkla sonuçlanmıştı şimdilik. Kaderin cilvesine bakın ki Erkan’ın askerliği, yedek subay olarak Diyarbakır’a çıkmıştı. Zaten söz ve nişanları bir arada Erkan’ın dağıtım izninde yapılmıştı.

Doktor Kemal Bey, kahvaltının son demlerini yakalayabilmişti. Kendisini hemen buyur ettiler sofraya. Kalanlardan birkaç lokma yedi, yemedi doktor bey. Orhan Hoca’yla Doktor Kemal, birbirlerini çok sevip sayarlardı. Emekli olduktan sonra bu küçük kasabaya yerleşen Doktor Kemal Bey, bu sıcak ve munis insanların arasında hiç yabancılık çekmiyordu. Onu kendisini içlerinden biri olarak benimsemişlerdi adeta.

- Hayırdır doktor! Niye geç kaldın kahvaltıya?

- Ben evde zaten küçük yollu kahvaltı yaptım hocam! Bu güzel bahar sabahında bir bardak çayını içmek, seninle muhabbet etmek için geldim yanına. Uğrayabilirim, demiştim yengeye. Ama yenge, gördüğüm kadarıyla bayağı abartmış galiba!

- Her halde biraz öyle doktorcuğum! Her neyse… İyi ettin. Hoş geldin, safa geldin!       

Onlar başbaşa konuşurlarken hanımlar, sofrayı toplamaya başladılar. Yeşim, bir de kahve ikram etti onlara. Pencerenin hemen altında küçük bir sehpadaki televizyonu, eşi açtı. Programda anayasa ve açılım üzerine hararetli konuşmalar yapılıyordu.

Doktor Kemal Bey:

- Bu açılımı saçılıma döndürdüler. Açıldıkça sabote etmek için yarışıyorlar.  Dört bir yandan şehit haberleri daha fazla geliyor. Anaların yürekleri feryat edecek, ağıt yakacak takati kendisinde bulamıyor. Hainler kudurdukça kuduruyorlar…

Orhan Hoca, bir müddet sustu. Hiçbir karşılık vermedi arkadaşına. Derin nefes almaya çalıştı ama bunu başaramadı. Gözlerini güllerinden birine dikti. Ardından dalıp gitti. Eski günlerden birine takıldı. Milli Eğitim Müdürü olarak Erzurum’da görev yaparken 1980 İhtilalinde görevden alınmış,  koltuğuna da bir yüzbaşı oturmuştu. Buna rağmen kukla olarak da olsa her gün görevine gidip geliyordu. İşte bu yüzbaşı, bir gün o kadar görevlinin içerisinde bir zamanlar maiyetindeki insanların arasında merdivenlerdeki çöpleri toplatmıştı kendisine. Bu psikolojik işkence çok ağırına gitmişti onun.

Fiziki işkencenin mi yoksa psikolojik işkencenin mi daha zor olduğunu düşündü bu arada. Bu anısını paylaştı can dostuyla. Bu dupduru ve hâlâ tazeliğini koruyan hatırasını anlatmasına rağmen hiç de rahatlamış görünmüyordu Orhan Hoca.

- Kemal Bey! Belki sen de zor günler yaşadın o zamanlar. Kanunsuz verilen yargılar, işkenceler, zorla kabullendirilen suçlar, aynı seri silahlarla birbirine kırdırılan gençler, darağaçlarında sallandırılan gencecik fidanlar… Ülkenin asayişi bir gecede temin edenler, bu meseleyi daha önce niçin halletmemişlerdir? Anayasal görevi vatan savunması olanların darbe yapmaları tabii bir görevi nasıl olabilir? Asayişi temin için illa da darbe mi yapmak lazım?

- ...

- Açılım meselesine gelince tali olarak ele alınmalıydı. Çünkü namluların gölgesinde, postal sesleri arasında zorla “Evet!” dedirtilen bir anayasanın şimdiye kadar öncelikli olarak çoktan tamamen değişmesi gerekirdi. Batılılaşmada ve çağdaşlaşmada örnek aldığımız ülkelerde bunun örneği yok çünkü. Bu konuda çok geç kalındı çok…

Her ikisinin de haklı olduğu birçok nokta vardı. Suskunluklarına bazen kaçışan bakışlar, bazen bir şeyle meşgul oluyormuş havası eşlik etti. Böyle anlardan birinde Orhan Hoca, çitin önünde bir top arabasının üstünde bayrağa sarılı bir şehit tabutu görür gibi oldu.

Bir tuhaf olmuş, beti benzi atarak biraz da heyecanlanmıştı. Gözlerini ovuşturup baktı yine. Hayal gördüğünü farz ederek arkadaşına bundan söz edemedi. Bir müddet bakmamayı yeğledi. Kendisini sınadığında sokakta aynı şeyin hâkim olduğunu görünce bunun yorgunluğundan kaynaklandığına hükmetti.

Dostunun “Mühendis oğlumuz, askerden ne zaman geliyor Orhan Hocam?” diye sorması onun âlemindeki sessiz çatışmayı bir an durdu.

- Kırk günü var, kırk günü. Hayırlısıyla bir bitirip gelse…            - İnşallah!.. Gelince de düğününü yaparsınız inşallah!

Dostu sözünü bitirince aynı tabutu yine gördü Orhan Hoca. Dayanamadı ve çite doğru yürüdü. Tabutu incelediğinde oğlunun adının yazılı olduğunu fark etti tabutta. Gözlerini ovsa da, kaçırsa da oğlunun adının yazılı olduğunu görüyordu bu tabutta. Orhan Hoca rüyaların sırrına da, telepati denilen altınca hisse de hiç inanmazdı. Onun için böyle bir işarete anlam vermekte güçlük çekiyordu. Eşi ise inanırdı bu tür şeylere. Hatta bunlarla ilgili dizileri hiç kaçırmazdı. Bazen bunları izlerken ağlayınca tatlı bir münakaşa olurdu aralarında.

Doktor, arkadaşının kalkmasını sıradan algıladığı için garipsemedi. Fakat Orhan Hoca’nın içine kocaman bir kurt, çoktan düşmüş ve içini bir hayli kemirmeye başlamıştı. Bir şeyden endişe duyduğu ya da korktuğu ayağını arada bir yere vurmasından, ellerini ovuşturmasından belli oluyordu.

- Ne oldu Orhan Hocam! İyi misin? Bir şeyin yok ya?

- Bir şeyim yok desem, yalan olur doktorcuğum! Sen de benim gördüğümü görüyor musun?

- Neyi görüyor muyum hocam? Açık açık konuşsana! Adamı meraktan çatlatma Allah aşkına!

- Deminden beri bizim kapının önünde sanki Erkan’ın bayrağa sarılı tabutunu görüyorum, dedi arkadaşına titreyen sesiyle            :

- Yok hocam! Ben tabut falan görmüyorum orada. Sana öyle gelmiştir! Sen, belli ki onu çok özlemişsin. Hem bir şey olmaz Allah’ın izniyle. Sen onun için mi demin kalkıp gittin yoksa?

Doktor, dostunun koluna girdi, onu sokağa kadar götürdü.

- Bak! Tabut mabut yok burada. Hayal görmüşsündür sen hayal.

Bu sefer gerçekten görememişti Orhan Hoca. İkna olmuş gibi yaptı ve görmemesini, arkadaşının yanında bulunmasına bağladı. Masaya oturduklarında isim vermeden, ortalığı da velveleye katmadan çağırdığı Yeşim’e sordu.

- Kızım! Bizim sokakta şehit tabutu görünüyor mu sana?            - Hayır! Tabut falan görmüyorum ben.

Eşinin Yeşim’le bu konuşmasını duyan Şeyma Hanım, koşar adımlarla yanlarına geldi. Orhan Hoca, aynı soruyu eşine sormuş olsa ona hem bir koz vermiş olacak ve hem de eşini büyük bir telaş ateşinin içerisine atmış olacaktı. Onun için temkinli olmayı tercih etti.

- Ne tabutu bey! Tabut mabut yok orda. Hem sen, böyle şeylere inanmazsın ki. Hadi ben müptelasıyım. Sen yorgun olmalısın yorgun.          

Eşine bu zayıf noktasından yakalanmıştı bir kere. Bütün bakışlar, üstünde toplanmıştı. Hiç kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Az sonra diğerleri de Orhan Hoca’daki bu halin etkisiyle biraz tedirginlik duymaya başladılar. Ketum davranan doktor dâhil hepsi de hayırlısını düşünme konusunda Orhan Hoca’ya telkinde bulunuyordu. Fakat endişe zincirinin halkalarına hapsolmamak ne mümkündü. Doktor Kemal Bey, isim telaffuz etse Yeşim’le Şeyma Hanım’ın hali nice olurdu.

Bir müddet sonra bir komutanla iki askerin bahçe kapısında belirmesi üzerine hepsi de birbirine şaşkın şaşkın bakarak büyük bir telaşa kapıldı. Komutan, belki de alışkın olduğundan olsa gerek selamdan sonra lafı fazla uzatmadan:

- Oğlunuz Asteğmen Erkan Şanlı, çatışmada şehit düştü. Başınız sağ olsun, dedi.

Hepsi de beyninden vurulmuş gibiydiler. Orhan Hoca’nın başı, geriye doğru gitti ve hoca, sandalyenin üzerine düştü. Yeşim, gözyaşlarıyla “Erkan!” diye feryat ederek Şeyma Hanım’ın üstüne doğru yığılıverdi. Şeyma Hanım, olduğu yerde donakalmış gibiydi.  Onun biricik evladını vatan ve bayrak birlikteliği uğrunda şehit olduğunun haberi sonucu dili tutulmuştu. Doktor ve askerler, her birine koşuştular.

Şimdi her yer, Erkan’ın tabutuyla doluydu sanki. Ateş düştüğü yeri ta derinlerden yakmıştı. Geride evlat acısını duyan anne-baba, gelinlik giyemeyen ve hayalleri şehâdetin bir parçası olan yüreği parçalanmış bir genç kız vardı. Orhan Hoca, az sonra ayıldı. Kendisini öyle bir cesaretle topladı ki oğlunun şehâdet gururuyla da gür bir sesle:

- Alçakları sevindirmek için hiç kimse ağlamayacak ağlamayacak. Vatan sağ olsun vatan, dedi.

- Hey gidi Erkan hey! Üç mermi attırıp da evlatlarımızı vatan hainlerinin ardına salanlar, seni de üç günde nasıl komutan yaparlar? Otuz yıldır terörün beli kırıldı, kırılıyor diyenler ortalıkta nasıl dolaşıyorlar? Dahası bu başarısızlıklar karşısında hiç kimse nasıl oluyor da utanç duymuyor ya da hesap vermiyor?    

Askerler gidince doktor, arkadaşına; Yeşim de Şeyma Hanım’a sımsıkı sarıldı. Bu sarılışı, bu birlikteliği hangi kuvvet kırabilirdi ki?..  

Zavallı Yeşim’de aşkının tabutuna gelinlik bulup ondan bir parça ya da duvak koyma düşüncesi hâsıl oldu bir anda. İçlerindeki bu sessiz feryat ve ağıtları belki duyanlar olurdu.       

 

HÜSEYİN ÜSTÜNSOY

( Feryat Ve Ağıt başlıklı yazı REİS-1 tarafından 5.10.2012 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu