Ahlaki
değerlerimizin hızla erozyona uğradığı yılları yaşadığımızı üzerek hep birlikte
gözlemliyoruz. Ulus olarak alçak gönüllülük, hoş görü, tevazu, büyüklere saygı…
benzeri hasletlerin neredeyse adının anılmadığı hoş olmayan durumları
yaşıyoruz. Bunun yerine köşe dönmecilik, adam kayırma, kanunlara uymama,
nezaket kurallarına es geçme benzeri haller her gün yaşanır hale gelindi.
Hoş
olmayan bir duygu olan kibir olgusunu yazmak istedim. Hani olması mutlak olan
durumlar olur. Gökyüzünde yağmur bulutları iyice çoğalır, hava serinler.
Şimşekler çakmaya başlar. Yağmurun yağması an meselesidir. Birden boşanır elif
elif diye yağmur katreleri. Bunun önü alınmaz. Bu konuyu yazmak için artık bir
kuvvet adeta beni iter oldu. Sait Faik’in dediği gibi, “yazmasam delirecektim”
Kibir ne demektir? Sözlük der ki, bu
sözün anlamı: Kendini üstün görme, büyüklenme... Peki, bu duyguyu kimler taşır?
Bu soruyu cevaplamak pek kolay değil. Bir kere bu duygu hepimizde var. Az ya da
çok! Kibir gibi, kıskançlık gibi, haset gibi daha nice hoş olmayan duygular
taşıyoruz! Kibir konusuna bakalım biz. Bu konusunda kutsal kitabımız ne diyor:
Nisa / 36. …Şüphesiz Allah,
kibirlenen ve övünen kimseyi sevmez.
İsra / 37. Yeryüzünde kibir ve
azametle yürüme! Çünkü sen asla yeri yaramazsın ve boyca da dağlara
erişemezsin.
Sad / 75. Allah: “Ey İblis! O
benim kudretimle yarattığıma secde etmene ne engel oldu? Kibirlenmek mi
istedin? Yoksa yüksek derecelerde bulunanlardan mı oldun?” dedi.
Kibir kelimesinin geçtiği ayetlerden
sadece üçünü aldım. Aynı konuda başka ayetler olduğunu da belirtmek isterim. Allah
kibirli olanları ve de övünenleri sevmiyor. Kibir ve azametle yürüyenleri de sevmiyor.
Ve insanın güçsüz olduğunu vurguluyor. Kibir konusunda önümüzde duran
örneklerden biri şeytanın kibirlenip Allah’ın emrine karşı gelmesi, secde
etmemesi ve kovulanlardan olması. Kibrin bu kadar yerilmesine karşı bizler bu
duyguyu taşıyoruz. Kimimiz az, kimimiz çok. Kimler taşıyor bu duyguyu? Bazı makam,
mevki sahibi olanlar! Bir de aşağılık, karmaşık duyguların yenemeyen, sonradan
görme, yetesiye mektep-medrese görmemiş, kafası örümcek ağı ile örülmüşler…
Tarihte bu kibrini yenmiş ve kibrin
esiri olmuş cihangirlere bakalım. Önce iyi örnekleri bir görelim. Çaldıran,
Mercidabık, Ridaniye savaşlarının galibi Mısır’ı fetheden Yavuz Sultan Selim at
sırtında yanındakilerle ilerlemektedir. Şeyhülislâm İbn-i Kemalpaşa’nın atının
ayağından Yavuz’un elbisesine çamur sıçrar. Şeyhülislâm üzülür, hatta korkar.
Yavuz olaya müdahale eder, şöyle söyler:
“Âlimin atının ayağından sıçrayan çamur
parçası, bizim için şereftir. Öldüğümde şu çamurlu kaftanı üzerime örtün!”
Napolyon’dan da bu konuda güzel bir
örnek var:
Napolyon Paris'ten geçerken, kalabalığı yarıp
kendisine ulaşmaya çalışan bir adam görülür. Askerler caddeyi kordon altına
almışlardır. Adama mâni olmaya çalışırlar. O esnada iyice hırpalanmış olan
adam, Napolyon'un gözüne ilişir. Napolyon heyecanlanır ve:
— Bırakın gelsin! emrini verir.
Kendisine doğru yürüyen adama sevgi ve saygıyla bakarken, şeref kıtasına
seslenir:
— Dikkat!.. Hazır ol!.. Fransa geçiyor!
Bu adam Napolyon'un öğretmenidir.
Böylesi şahsiyetlerin yanında kibrin
verdiği hırs ve büyüklük taslayan cihangirler de var. İşte başarılı
savaşlarıyla Avrupa’yı titreten Yıldırım Beyazıt’ın kibri ve hazin sonu.
Tarihçiler anlatır. Timurlenk’in hesaplamadığı kısa sürede
Yıldırım’ın ordusu Timur ordusunu arkadan kuşatır. Osmanlılar hemen saldırsa,
savaş düzeni almayan düşmanlarını büyük olasılıkla filleriyle birlikte bozguna
uğratabilecekler. Mağrur Yıldırım, savaşı başlatmak isteyenlere :“Hayır, Timur’la
ben mertçe savaşacağım. Arkadan vurmam…” der. Ankara Savaşı’nın kaybedilmesini ve
yıldırımın kahrından öldüğünü hepimiz biliriz. İşte kibrin acı sonu.
Bir
örnek daha verelim bu konuda, hem de bizim tarihimizden:
“Sultan Alparslan dört
gün can çekiştikten sonra öldü. Dönemin vakanüvisleri sultanın son sözlerini
şöyle naklettiler: “Daha dün bir tepenin üstünden birliklerimi teftiş
ediyordum, onların adımlarının altında yerin sarsıldığını hissettim ve kendi
kendime, `Şu cihanın hâkimiyim! Benimle kim boy ölçüşebilir ?` dedim. Allah bu
kibirime bu böbürlenmeme karşı, insanların en sefilini, yenilmiş, esir düşmüş
bir adamı, bir idam mahkûmunu saldı üzerime; o benden daha güçlü çıktı, vurdu
devirdi beni tahtımdan, aldı canımı.”
Ömer Hayyam belki de bu dramın ardından kitabına şu
rubaiyi kaydetmişti:
Her gün biri çıkar, başlar, benim ben demeye,
Altınları, gümüşleriyle övünmeye.
Tam işleri dilediği düzene girer,
Ecel çıkıverir pusudan: Benim ben, diye… “Amin Maalouf
bu olayı Semerkant adlı eserinde böyle anlatıyor.”
Evet,
insanız, beğenilen ve beğenilmeyen hasletlerle yaratmış bizi yaratan. Hiç
birimiz melek değiliz. Bizlere düşen görev yaşanmışlıklardan da örnek alarak
beğenilmeyen hasletlerimizi kontrol altına alabilmek. İnsan olmanın sorumluluğu
işte burada ortaya çıkıyor. Yani zurnanın zırt dediği yer burası. Olumsuz
duyguları nasıl yeneceğiz. Öncelikle bizlere irade verilmiş. İrademize hâkim
olacağız. Kibrin zıddı alçak gönüllülüğe ermek de olası. Mala, mevkie
tapmayacağız. Mala mevkie tapmak bilgisizlik ve görgüsüzlük göstergeleridir!
Üzülerek
belirtmek gerekir ki, mal ve mevki hırsı az gelişmiş ülkelerde sıkça rastlanan ve
toplumların bir yerde gelişmesini engelleyen etmenlerin başında geliyor.
Lüks
saraylar, pahalı makam arabaları, büyük törenlerle makam sahiplerini
karşılamalar. Özel kıyafetler. Masraflar, masraflar, masraflar. Büyük salonlar
kiralamalar, gösterişli düğün törenleri. Bunları yazmak bile bana acı veriyor.
Gelişmiş,
bilgi çağını yakalamış toplumlarda şark toplumlarında görülen el-etek öpmeler,
güce tapmalar görülmez. Şöyle bir yargıya varmak da olası bu konuda. Birçok
şahsiyet kendilerine gösteriler çoğu da saçma şak şaklardan, dalkavukluktan
memnun değiller.
Bizim toplumumuza da sirayet eden büyüklenme,
mal ve makam hırsı, kibir gibi olumsuz durumları yenmenin azaltmanın panzehri
yok mu? Elbette var! Bilgi çağını yakalamış toplumlar bizdeki gibi makam, mevki
sahiplerinin önünde niçin el pençe durmuyorlar.
O
toplumlar aydınlanma yaşamışlar. Eğitim-öğretime gerekli önemi vermişler. Bizde
zorunlu eğitim süresi beş yıl olduğu zamanlarda adamlar yurttaşlarına bizim iki
katımızdan fazla zorunlu eğitim-öğretim yaptırmışlar. Nitelikli eğitim
vermişler yurttaşlarına. Özgürlük ortamı sağlanmış. Din ve mezhep savaşlarını
geçmişler.
Bu topraklarda yaşıyoruz. Şu olguyu hep
yaşadık. Bizde bilgiye, tecrübeye, liyakate gereken önem hiç verilmez! Başa
gelen iktidarlar yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya yandaşlarına iş verirler.
Makam koltuklarına âşık olunur! Makamların geçici olduğunu unutulur! Kibir,
büyüklük alır başını gider!
Eğitim-öğretim çalışmalarımızı çağdaş normlara
göre yapmak, özgür düşünceli kuşaklar yetiştirebilmek önemli. Okuyan,
sorgulayan, hak ve sorumlarını bilen toplumlar makama, mevkie saygı duyar fakat
dalkavukluk etmez. Kula kulluk etme, el etek öpme aymazlığını da göstermez. Bizler
özgür düşünceli yurttaş olma bilincimizi içselleştirdikçe, adeta üzerimize
serpilen ölü toprağından sıyrılırız. Komplekslerimizi yeneriz. Makam ve mevki
sahiplerinin kibirlenme, üstten bakma kozlarını da etkisiz hale getirebiliriz.
İşte o zaman gösterişli saraylar, konaklar
yapılmaz. Pahalı makam araçları alınmaz. Gereksiz toplantılar, törenler,
karşılamalar uğurlamalar yapılmaz. Zaman verimli kullanılır. Gösterişe, şaşaaya
harcanan paralar yatırımlara kaydırılır. Ülkede işsizlik azalır, umulan ve
özlenen huzur ve barış ortamı sağlama yolunda güvenli adımlar atılmış olur.