Toplumları
kaderde, kıvançta birleştiren, birlikte barış içinde özgürce yaşamalarına katkı
sağlayan bağlar vardır. Bu bağlar sayesindedir ki, farklı düşünce yapılarına ve
karakterlere sahip olan insan toplulukları bir arada yaşama bilincine ulaşır ve
uluslaşırlar.
Daha
ilkokul yıllarında öğrendiğimiz vatan birliği, ülkü birliği, tarih birliği, dil
birliği ve din birliği gibi olgulardır insan topluluklarını uluslaştıran
olgular. Bu birliktelikler, bağlar ne derece kuvvetli olursa, bu bağları
kuvvetlendiren uluslar güçlü olup, yer karasında söz sahibi olurlar.
Biz Türk
Ulusu Nazım’ın dediği gibi:
“Dörtnala
gelip uzak Asya’dan
Akdeniz’e
bir kısrak başı gibi uzanan
Bu
memleket bizim.”
Diyerek yıllar öncesinden
bu topraklara gelmiş. Bin yıldan beri bu toprakları vatan edinmişiz. Bu uğurda
nice bedeller önenmiş.
İnsanlar doğduğu
toprakları bir farklı severler. İleri yaşlarda daha farklı ve güzel yerlerde
yaşama olanağı bulunsa bile çocukluk anılarımızı yaşadığımız yerleri bir türlü
unutamayız. Gençlik yıllarımızda yaşadığımız tatlı anıları, derelerimizde şırıl
şırıl akan sularının sesini, kuşlarımızın ötüşünü, yaylalarımızda esen serin
rüzgârların ruhlarımızda oluşturduğu ferahlık anlarını unutmak ne mümkün.
İlk aşkların kalbimizde bıraktığı tatları,
doğup büyüdüğümüz vatan topraklarında yaşadık. O bakımdan vatan sevgisi
tanımsız, adeta ulvi bir sevgidir. Böylesi sevgileri birlikte yaşamak
insanlarda ulus birliği oluşturmada önemli bir etken oluyor.
Aynı topraklarda yaşamak,
aynı hedefe yönelmek. Yükselip, ileri gitme çabasında olmak; varılacak hedefin
aynı olması uluslaşma olgusunu güçlendiriyor. Pekiştiriyor. Barış içinde,
demokrasi ilkelerini içselleştirerek kalkınmayı hedeflemek ülkü birliğimizin
gerekleri arasında sayılır. Aynı ülküyü hedeflemek bizleri ulus olma yolunda
şaşmaz bir yolda olduğumuzun bir göstergesi oluyor.
Bir ülkede ortak değerler etrafında birleşip,
milletin çeşitli alanlarda sağladığı başarılar ülkenin her bucağındaki halkı
mutlu ediyorsa bu durum birlikte yaşamanın en somut örneğini oluşturur. Aynı
biçimde ortak acıları paylaşmak da işin farklı ve aynı amaca hizmet eden bir
boyutu.
Atalarımız bu topraklara
gelinceye kadar Orta Asya bozkırlarında birlikte yaşamışlar. Zor doğa
koşullarında hayvancılık, avcılık yaparak geçimlerini sağlarken bir taraftan da
düşmanlarıyla amansız mücedeler yaparak aynı tarihi olayları birlikte
yaşamışlar. Oluşturdukları töreler, gelenek ve göreneklerinin gereklerine
uyarak birlikteliklerini pekiştirmişler.
Atalarımız İslâm Dini’ni
kabullerinin öncesinde kendi dinlerinin kuralları içinde birbirlerinin
inançlarına saygılı bir biçimde yaşama becerisini göstermişler. Dini
törenlerini olgunluk içinde yapagelmişler. İslâm Dini kabul edildikten sonra da
bu güzel dinin korunması ve yayılmasında Atalarımızın yararlılıkları saymakla
bitmez. Denebilir ki, Müslümanlık en iyi bu topraklarda yaşanıyor.
Günümüz Türkiye’sinde
dinimizi laik bir anlayışla yorumladığımız ve uyguladığımız ölçüde dinin
uluslaşmadaki katkısını da içselleştirmiş oluruz.
Bu yazıyı yazarken
birincil amacım dil birliğine dikkat çekmektir. Konuşma sayesinde bizler
birlerimizle sağlıklı bir biçimde iletişim kurabiliyoruz. Konuşma aracımız
dilimiz, güzel Türkçemizdir. Ayni dili konuşmanın ulusal birliğin oluşmasında
ve sağlıklı bir biçimde yaşamasının önemi realist bir olgudur.
Aynı ninnilerle büyümek,
aynı şarkı ve türküleri dinlemek ruhumuzu arındırmaktan öte bizlere birlikte
yaşama duygusu kazandırır. Yurdumuzun yedi iklim, dört bucağında güzel
Türkçemizi eksiksiz öğrenerek konuşmakla bu topraklarda ulusal duygu ve hoş bir
barış havası oluşur. Atatürk bu konuyu şu özlü sözleriyle ne güzel açıklıyor:
“Milli duygu ile dil
arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin olması, milli duygusunun
gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir, yeter
ki bu dil bilinçle işlensin. Ülkesini yüksek bağımsızlığını korumasını bilen
Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”
Tüm bu gerçeklere karşı
ülkemizdeki şair ve yazarlar bölünmüş bir durumda. Bir tarafta dil devrimine
sadık çalışmalar yapan, eserlerinde dilimizi arı bir biçimde kullanmaya çalışan
elit kesim var. Dilimizin gelişmesi ve sadeliğinin korunmasına yaşamsal önem
veriyorlar.
Bunun yanında özellikle
son yıllarda bazı yazarçizerlerimiz yazılarında Arapça, Farsça kelimeler
kullanmaya özen gösteriyorlar. Yazın dünyasına amatörce girmiş insanlarımız
var. Onların, okuyup-yazmak gibi bir soylu uğraşın içinde olmaları takdirlik
bir eylem. Yalnız bu eylemde bilerek ya da bilmeyerek dilimizin yozlaşmasına
neden olmak elbette kabul edilemez.
Halkımızın basılı
yayınları takip etme, kitap okuma düzeyi bu kadar düşükken dilimizi yozlaştırmak
değil, geliştirme çabasında olmak en akılcı yol olsa gerek. Hele büyük
kentlerimizde birçok işyerlerine yabancı dillerle ad konması yozlaşmanın tipik
örneklerini oluşturuyor. Böylesi uygulamalar aynı zamanda birer aşağılık
kompleksi örnekleridir.
Aynı ülkede kendi
dilimizi yeterince güzel konuşmazsak birbirilerimizi anlamakta zorluklar
yaşarız. Giderek Aşağıya aldığım Mevlana kıssasındaki kişilerin durumuna
düşeriz.
“Adamın biri, dört kişiye
bir miktar para verdi ve, ”Bu para ile neye ihtiyacınız varsa alın, paylaşın”
dedi. Parayı alan adamlardan biri Acem’di. ”Bu parayla engür alalım” dedi.
Diğeri Arap’tı. ”Hayır, bu parayla ineb alacağız” dedi. Türk olan üçüncü adam,
müdahale etti. ”Onu bunu bilmem, parayla üzüm alacağız” dedi. Dördüncü adam bir
Rum’du.
”Bırakın bu lafları. Bu
para ile istafil alalım” dedi. Derken, dört kişi birbiriyle çekişip dövüşmeye
başladılar. Kıyasıya vuruşuyorlardı. Halbuki hepsi de aynı şeyi istiyordu.
Bilgisizliklerinden birbirlerini dövüyorlardı. Orada dil bilen akıllı bir insan
olsaydı, onlara şöyle derdi: ”Bu para ile hepinizin istediğini alırım.
Paranızla dördünüz de muradınıza erersiniz.
Sizin sözleriniz ayrılık
ve savaş sebebi olur. Benim sözüm ise sizi uzlaştırır birleştirir.”
Ulus olarak barış içinde
birlikte ve bağımsız olarak yaşamanın en önemli paydaşlarından birisi dil
birliğinin üst düzeyde olması gerekir. Bu realite doğrultusunda yapılacak iş
Türk dil Kurumunun önceki yıllardaki gibi çalışmalarına olanak hazırlamaktan
geçiyor. Nihayet Eğitim Birliği (Tevhid-i Tedrisat) kanununu işlevseldirerek
yurdumuzda aynı ülkü doğrultusunda eğitim-öğretim çalışmalarını planlamak,
gelecek yıllarda bu güzel ülkede birlikte yaşayabilmenin tek sağlıklı reçetesi
olduğunu kabul etmek tek akıllı seçenek olarak gözüküyor.