Karadeniz
Bölgesinin en uzağındaki köyümüzün yayla düzlüklerinde yıllarca maçlar oynadık.
Arkadaşlarla aramızda katıksız dostluk vardı. Zaten aynı ilkokulda okumuş,
düğünlerde, bayramlarda benzer duygularla coşup, barış içinde birlikte
yaşamanın güzel örneklerini elle tutulur bir biçimde sergilemiştik. Köyümüz
ilçenin en büyük köylerinden. Her zaman aynı yaş grubundan yirmi ve daha fazla
genç bir araya toplanabilirdik. Birlikte şakalaşmalar ve spor yapmakla çok
güzel günlerimiz geçti. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarında köylerimizde en
revaşta yapılan spor karakucak güreşleriydi.
Güreşsiz bir düğün hatırlamam. Üç gün süren düğün şenlikleri ve de dini
bayramlarda yediden yetmişe erkekler güreş tutardık. Daha sonraki yıllarda
düğünlerin yerini voleybol ve futbol maçları aldı.
Gençlerimizin
büyük çoğunluğu ilkokul öğretmeniydi. Köy okulları erkenden tatile girerdi.
Sene sonu karneleri verdiğimizin ertesi gününde kendimizi baba vatanı köyümüzde
bulurduk. Her ne kadar köyde işler bitmezse bile yine de zaman bulup gençler
bir araya toplanarak kıran kırana voleybol maçları yaptık. Yukarı, ikinci
yaylaya çıkıldığı zamanda da sıra futbol oynamaya gelirdi.
Yetmişli
yılları yaşıyoruz. Her zaman yirminin üstünde gencin bir araya gelmesi olası.
Kuşluk vakti buluşuyoruz top oynadığımız düzlükte ta ikindiye kadar maç
yapardık. Rakım iki bin dört yüz elli metre. Günde bir- iki maç
oynayabiliyoruz.
Böyle
bir maçta yaşıtım öğretmen arkadaşımın bacağı kırıldı. Arkadaşımla yıllar sonra
bu olayı konuştuk. Aynı kentte oturuyoruz. Geçen hafta buluştuk. Ondan baldır
kemiğinin kırılmasını ve o günlerde yaşadığı ruh halini anlatmasını istedim.
Neden olmasın diyerek başladı anlatmaya:
Bilmem
hatırlar mısın? Seksenli yıllardayız. Memlekette yetmişli yıllardaki neşeli
durum yok! Askeri idare altında yaşıyoruz. Köylerimizdeki cıvıl cıvıl, neşeli hava
adeta buharlaşmış. Samsun’da
çalışıyorum. Köye bir Ramazan Bayramı arifesinde döndüm. Bayram gününün öğleden
sonrası yaylaya gidip annemin elini öptüm. Ertesi günü benim gibi yaylada
bulunan arkadaşlarla buluştuk. Eski günlerden, yetmişli yıllarda yaptığımız
maçlardan anlattık. Mustafa bir öneride bulundu:
“Beyler
sekiz on kişiyiz. Gelin top oynadığımız düzlüğe doğru açılalım. Küçük bir maç
bile yapabiliriz…” diye söylenmeye başladı. Olur, mu olmaz mı demeden kendimizi
tam saha maç oynadığımız düzlükte bulduk. Yayla havası. Gayet serin. Düzlükler yemyeşil. Havada yayla kuşları
uçuşuyorlar. Mustafa yeğeninin plastik topunu almıştı. Yarım saha maç yapmaya
başladık.
Dün gibi
hatırlıyorum. Karşı kaleye akın yapıyoruz. Burhan sağdan bir orta yaptı. Topu
düzelttim kaleye gönderdim. Top kaleye giriyordu. Arkamdan sağ bacağıma bir
baskıyla beraber, bizzat kemik sesi duydum! Kendimi yerde buldum! Acıdan
kıvranırken arkadaşlar başıma toplandı. Pantolonla oynuyoruz. Paçamı yukarı
çektim. Benim topuk kaymış. Bacağım sızlamaya başladı!
Hasan
ayağımdan asıldı.
“Yapma Hasan!” diye
sızlanıyorum. Hasan bir taraftan topuğumdan asılırken bir taraftan da:
“Ali‘ciğim gayret et!”
diye söyleniyordu. Topuk birazcık düzeldi. Bacaktan hayır yok. Kırık olduğunu
hissettik. Arkadaşlar beni kucaklarında yaylaya taşırken, bir traktör denk
geldi. Traktörle yayla evine kadar döndük. Köyümüzde çok ünlü sınıkçılar(
köylerde kırık ve çıkıktan anlayan, tedavi eden köy doktoru) var. Anımsıyorum.
Ortaokul yıllarında öğrenciyken ilçede yapılan bir karakucak güreşinde
güreşçinin birinin kolu kırıldı. Bizim köylü sınıkçı Osman amcayı mikrofonla
anons etmişlerdi. O yıllarda kırık ve çıkık olaylarında doktora gitmek adet
değildi. Zaten ilçede ameliyat yapacak doktor da yoktu.
Sınıkçı
Ali Amca evimize davet edildi. Ali Amca Osman Amcanın kardeşi. İki kardeş baba
mesleği sınıkçılığı öğrenmişler. Baba mesleğini devam ettiriyorlar. Önce
bacağımı yokladı. İşaret parmağı ile kaval ve baldır kemiklerimi kontrol etti.
Baldır kemiğinde kırık olduğunu söyledi.
Bir yakı yaptı. Bacağımı sardı.
Yaylada
bulunan bütün komşular ziyaretime geldiler. Ziyaretçilerin gelmesi güzel de
böylesi bir uğursuz olay niçin başıma geldi diye düşünmeye başladım. Aklıma
kırk fikir geliyor. İç sesimle kendimi yargılıyorum. Allah’ım diyorum otuz gün
ramazan orucumu tuttum. Yerdeki bir karıncayı ezmek istemem. Köye gelip annemin
elini öptüm… Bu olay acaba hangi günahımın kefareti diye geçmiş günlerimin bir
muhasebesini yapıyorum. Bile bile bir hata yaptığımı anımsamıyorum… Olan oldu
bir kez! Başa gelen çekilir! Yapacak bir şey yok.
İlk gece sabaha kadar
uyuyamadım. Topuğa doğru bacağım bayağı şişti. Sabahleyin sınıkçı Ali Amca
ziyaretime geldi. Sardığı sargıyı gevşetti. Ağrılar hafifledi. Bu arada
ziyaretçiler gelmeye devam etti.
Köyümüzde
aklı iş kesen, sözü dinlenir bir Ekrem Amcamız var. O da ziyaretime geldi.
Olayın nasıl olduğunu sordu. Anlattım. Anlattıklarıma ikna olmadı. Başlarından
geçen bir anekdotu anlattı:
“Köyde
tahta biçiyorduk. Tomruk kaydı. Ufak bir şanssızlık yaşadık. Torun’un eli arada
kaldı. Parmağı kırıldı. Torun, parmağının acısına dayanamadı bayıldı. Sen
bayılmadığına göre bacağında kırık yok demektir.”
Daha sonra Samsun’a döndüğümde bacağımın
filmini çektirdim. Bizim baldır kemiğinde parçalı kırık vardı. Üstelik topukta
da çıkık vardı. Hasan topuktaki çıkığı tam yerine yerleştirememiş. Demek ki
gençlik. Kaza geçirdiğim ilk anlarda değil bayılmak fazla acı bile hissetmedim.
Yaylada fazla kalmadım.
Köye döndüm. Ziyaretçilerim yanıma gelmeye devam etti. Sırt üstü yatıyorum.
Zorlukla birazcık düzelip oturabiliyorum ilk günler. Yanıma gelenlere aşağıdan
bakıyorum. Bu durum ruhumu acıtıyor. Aklıma kaygılı düşünceler takılıyor!
Kompleks içindeyim! Daha geçen hafta sapasağlamdım. Neşeli halimden eser
kalmadı. Acaba sakat mı kalacağım kuşkusuna kapılıyorum.
Yediğim yemeklerden tat
alamıyorum. Ahşap ayvana çıkıp karşıları seyrediyorum. Hemen evimizin önündeki
şırıl şırıl akan çeşmenin güzelliği, karşılardaki yemyeşil çam ormanlarının
doyumsuz güzelliğinin artık eski dadı yok. Dünyam küçüldü! Çayırlarda özgürce
tırpan sallamak, ara ara arkadaşlarla buluşup sohbetler edip, gülüp eğlenmek
bir başka bahara kaldı!
Uzun olan yaz gündüzleri
benim için daha fazla uzadı. Hele geceler bir türlü bitmez oldu. İnsanoğlu
nelere alışmıyor ki? Günler yavaş yavaş geçmeye başladı. Az da olsa moralim
düzelmeye başladı. Bir bastonla yürüyebiliyordum. Neye niyet neye kısmet! Oysa
köyde çalışıp, çayır biçecek, buğday-arpa hasadı yapacaktık. O yaz çalışmak
kısmet olmadı.
Yirmi gün sonra bastonla
yürümeyi başarır hale geldim. Ali’ye soruyorum:
“Bu arada doktora gidip
muayene olmadın mı?” Ali işin o tarafı benim için çok hazin oldu diyerek
anlatmasını sürdürdü.
Ardahan’a gidip muayene
oldum. Müdür yetkili öğretmen olduğum için iznim bitiyordu. Tamamen iyileşip
daha sonra Samsun’a dönerim düşüncesiyle rapor almak istedim. Doktorun sözleri
hala kulaklarımda:
“Sen ne yapıyorsun! Hemen
bir büyük hastahaneye gidip ortopediciye ayağını göstermelisin. Yoksa bacağın
kesilebilir!” O anda dünyam karardı. Bacağımın kesilme olasılığı!
Oysa az da olsa artık yere basabiliyordum.
Ardahan’dan köye nasıl ruh halinde döndüğümü bir ben bilirim. Moralman
yıkılmıştım. Apar topar çocuklarla birlikte Samsun’a döndük. Zaman yitirmeden
doktora gittim. Film çekildi. Parçalı kırığın kendini onardığını, topuğun çıkık
durumunun da operasyon gerekmeyecek biçimde olduğunu söyledi doktorum.
Annemden yeniden
doğmuşçasına mutlu oldum. Artık Samsun’da seyredebildiğim Karadeniz’in koyu
mavi tonlarını, ovalarının yemyeşil renklerini bir farklı güzel görmeye
başladım. Yeniden sağlığıma kavuşmuştum.
Sağlık içinde yaşamanın
ne kadar önemli olduğu gerçeğini bu kez yaşayarak gözlemlemiş oldum. Evet, en
büyük hazine can güvenliği içinde sağlıklı olmaktır. Hastalık, ya da kaza
sonucu karşılaştığımız olumsuz durumlar sonucu bu gerçeği daha bir iyi
anlıyoruz.