Derince 'deki evimizde annemin hazırladığı kahvaltıyı
yapmak tanımsız bir güzellikti benim için. Aylarca İstanbul'da üniversiteli
arkadaşlarla hızlı hızlı yarı aç yarı tok yemek masasından kalktığımız
yemeklerden farklı oluyor elbet anne eliyle hazırlanmış yemek sofrası...
Babamla İzmit'e gidip, lisede okuyan kardeşimin veli toplantısına katılmak için
biraz acele ediyorduk. Okulda vizeler bitmiş kısa bir süre için baba evindeyim.
Güneşli bir nisan sabahı. Doksanlı yılların ortaları.
Durakta halk otobüsünü fazla beklemedik. Henüz trafik sorunu yok ilimizde. Saat
tam11.00. Hareket ettik. Sağımızda İzmit Körfezi'nin griye dönüşmüş sularını
seyrediyoruz otobüsten denizi gördüğümüz anlarda. Sol tarafımızda Esen Tepe,
Şirin Tepe, Gültepe gibi yükseltileri bir bir arkada bırakırken tepelerin
yamaçlarında tek tek gözlemlediğimiz az da olsa yaprak açmış erik, vişne ve
kiraz ağaçları yeşilin bu kentte henüz ölmediğinin son kalıntıları olarak hızlı
yapılanmaya meydan okuyordu. Yirmi dakika sürdü yolculuğumuz.
Şimdi, yürüyüş yolu olan kenti adeta ikiye bölen tren
yolunda indik vasıtamızdan. Otobüs daha hareket etmemişti. Orhan Veli, hümanist
duygular içeren 'Yol Türküler 'inde' bu caddeyi betimliyordu:
'İzmit sokakları yaprak içindeydi;
Başımda, unutamadığım şehrin havası;
Dilimde hep oraların şarkıları;
Ellerim ceplerimde,
Bir aşağı, bir yukarı.
Sonbahar;
İzmit sokakları yaprak içindeydi.'
Ben bu şiiri ve sevgili şairimizi düşünürken; babam
kaldırımda duran kahverengi bir cüzdanı alıverdi. Başını hafif sağa sola çevirerek
sessizce söyleniyordu...
'Nasıl olur? İlk kez böyle bir durumla karşılaşıyorum!
Cüzdanımı düşürmek!' Bir taraftan da pantolonunun arka cebini yokluyordu. Bir
şaşkınlık daha yaşadık. Babamın ellerinde aynı renk ve ebatta iki cüzdan vardı.
Olay aydınlanmıştı. Kahverenkli bir cüzdan bulmuştuk.
Benim için öykü o anda başladı. Siyahla beyaz gibi,
yerle gök, aşkla kin gibi bir birine tamamen zıt durumlarla karşılaşacaktım.
Hümanist duygular uçuverdi. Şiiri, Orhan Veli'yi unuttuk. Cüzdanı yoklamaya
başladık. İçinde bizim paramız ve döviz cinsi epey para vardı. Ve de çeşitli
kartlar. İsim, adres namına gözükerlerde bilgi, bulgu yoktu.
Demir yolu boyunca sıralı ulu çınarlar geniş daha yeni
açmış yemyeşil yapraklarıyla, kirli havası elle tutulur biçimde hissedilen kent
havasına adeta bir oksijen çadırı görevi yapıyordu. Az ilerimizdeki Fevziye
Camisini geçip çölde yeşil bir vaha örneği küçücük parka yollandık. Bu parkta
ıhlamur ağaçlarının baygınlık veren kokusunu hisserek iki çay içip durum
muhakemesi yapmak gerekiyordu. Cüzdanın sahibine nasıl ulaşabileceğiz?
Çaylarımızı içerken şaşkınlığımız geçti. Normal
düşünmeye başladık. Kartların biri Ziraat Bankası'ndan verilmişti. Çözüme
ulaşıyorduk. Öğle yaklaşıyordu. Bankanın merkez şubesi az ileride bizi çağırıyordu.
Sorun, çorap söküğü gibi çözülmeye başlamıştı. Banka
çalışanları olaya ilgi gösterdi. Yitik cüzdan sahibinin telefon numarası
elimizdeydi. Çalışanlar için öğle arası dinlenme süresi başlamıştı. Sorunun
kalanı çözmek bize kalıyordu. Şimdi Orhan Veli'nin şiirinin ikinci kıtasını
düşünmek ve Orhan Veli hakkında babamla sohbet etmeye sıra gelmişti. Babamla
buluştuğumuzda şair ve yazarlar, kitaplarla ilgili sohbetler yapmak ikimiz için
de doyumsuz mutluluk kaynağı olmuştur. Yıllardır aynı konudaki sohbetlerde
aldığımız bedi zevk hiç azalmadı...
'İzmit köprüsü betondur beton
Nasıl kadrin bilmez yanında yatan
Sensiz gece gündüz gözümde tüten
Yüreğim yanıktır ciğerim delik
Of of, kemirir bağrımı of, ince hastalık.'
Kanık'ın bağrını ince hastalık kemire dursun,
şiirimizin Garip Akımının temsilcisi bu ele avuca sığmaz şairin daha otuz aldı
yaşında aramızdan ayrılışının hüznünü bir kez daha hissettik. Toplantıya
katıldık. Kent turunu kısa tuttuk.
Eve varır varmaz telefona sarıldım. Karşıma temiz bir
Türkçe ile konuşan bir kadın çıktı. Cüzdan bulma ve adres öğrenme serüvenini
kısaca anlattım. Karşı taraftan:
'Üniversite öğrencisiyim: Sizinle nasıl buluşuruz?'
Türünden sözler duydum. Durum benim için güzel bir fırsattı. Ben de okuyorum.
Açık kalplilikle söylemek gerekirse gönlümce; şiirlerden, romanlardan anlayan
karşı cinsten bir arkadaş bulmuş değildim. Tesadüflere inanırım. Kız çok tatlı
konuşuyordu.
Ertesi gün İzmit PTT'si önünde buluşmayı
kararlaştırdık. Kızın doğduğu ili ve adını biraz heyecanla söyledim babama.
Babam hafif tebessüm ederek.
'Oğlum, dikkat et ava giden avlanır derler. O yörenin
insanını tanırım! Sakın hayal kırıklığına uğrama...' Babam yine başladı
öğütlerine diye düşünmeden edemedim. Bakalım kim haklı çıkacak. Babamın
yargısının boşa çıkmasını istiyordum. Eve döndüğümde bakacaktık dünya kaç
bucaktır!
Telefonda, 'Mavi etek, kırmızı bir tişört giyeceğim ve
uzun siyah saçlı bir kızım...' demişti buluşacağım kız. Uzun siyah saç, gözleri
kim bilir siyahın hangi tonuyla tanımlanmalı düşüncesiyle randevu saatini iple
çekmeye başladım. Başımdaki kavak yelleri metrelerce yukarlarda püfür püfür
esiyordu. Sınavlar güzel geçmişti. Sabaha kadar rüyalarımı süsledi uzun siyah
saçlı kızın hayalleri. Freud; 'Rüyalar gerçeklerle hayallerin bileşkesidir'
türünden biz laf etmişti. Haklıydı.
Yine güneşli bir Derince sabahı. Kahvaltı yapmamla,
otobüse yetişmem fazla zaman almadı. Anlaştığımız saatte gür siyah saçları
beline kadar uzanan, ince uzun boylu bir fidana yaklaştım. Uzun kirpiklerinin
altındaki zeytin karası gözleriyle, 'gözleri fettan güzel' mavi etekli kız
soğuk bir tavırla bana bakıyordu.
İlk ve tek cümlesi, 'Benim için şu kartlar
önemliydi...' oldu. Cüzdanı kaparcasına elimden alıp yanımdan uzaklaştı. Resmen
dondum. Nerede olduğumu unuttum bir anda! Eve döndüğümde hasta gibiydim. Babam
tavrımdan haklı olduğu belli olmuştu! Hiçbir şey söylemedi. Tıpkı ünlü Rus
romancı Turgenyev'in İlk Aşk romanındaki genç Vladamir Petroviç'in babasının
önünde yaşadığı hayal kırıklığını eş hüzünler yaşadım...
Yer karası ha bire dönüyor. İstanbul'a okuluma döndüm.
Halamlarda kaldığım bir günün sabahı Avcılar'daki İşletme Fakültesi'ne
gidiyorum. Durağa kadar yirmi dakikalık bir yaya yolum var. Aynı yılın mayıs
sonları yine güneş var gökte. Erkenden yükselen hava sıcaklığı tozlu yolları
daha da çekilmez kılıyor. Durağa yaklaşmaya az kaldı. A a a! Yine bir cüzdan,
kaldırımın kenarında duruyor. Hem de İzmit'te babamla bulduğum kahverenkli
cüzdanın tıpa tıp aynısı.
Cüzdanda az bir para... Ödenmesi gereken telefon,
elektrik makbuzları, cüzdan sahibinin telefonu da vardı. Dersten sonra gerekli
işlemleri yaparım düşüncesiyle okuluma gittim. Yine hayal kırıklığı yaşamam...
En az kaybın sahibinden hüsnü niyet belirtisi yarım bir teşekkür sözleri
duyarım diye ümit ediyorum.
Dersten sonra ilk işim telefon kulübesine koşmak oldu.
Karşımda yine bir kadın sesi vardı. Kendimi tanıttım, kayıplarının elimde
olduğunu, nasıl, nerede buluşacağımızı sordum. Ahizedeki ses tıpkı annemin sesi
gibi yumuşak, tatlı bir sesti:
'Evladım, oğlumu gönderirim cüzdanı almaya... A, hayır
olmaz seni görmek istiyorum... Nasıl bir gençsin? Bu devirde! Yüzünü görmek
istiyorum. İstanbul büyük bir şehir, 'Sarı çizmeli Mehmet Ağa...'cüzdandan
ümidimizi kesmiştik! Oğlumu gönderip seni eve aldırayım, olur mu?' Bakalım beni
bu kez nasıl bir sürpriz bekliyordu. Biraz sonra kampüsümüzün önünde orta
yaşlı, bakışlarıyla insana güven veren, gözlerinin içi gülen bir bey bana
yaklaşıyordu. Az sonra tıpkı annem gibi konuşan teyzenin evine hareket ettik.
Mütevazı bir apartman dairesinde karşılandım. Yaşı
ellilerde şiirsel bir dille konuşan hanımefendi. Kırk yıllık aile dostu gibi
beni bağrına bastı. Hoş bir hava oluştu... Fazla iltifat sıkar beni. Cüzdanı
teslim edip bir an önce ayrılmak istiyordum. Bırakmadılar. Pastalar, börekler,
çay faslı hayli uzun sürdü. Hanımefendi, halam, teyzem kadar ilgi gösteriyordu
bana. Bir taraftan da anlatıyordu:
'Evladın ne kadar iyi niyetli bir gençsin. Aileni
tanımak isterdim. Sana terbiye veren anne-babanı ve öğretmenleri kutlarım...'
İltifatlar beni iyice utandırdı. Nihayet her yurttaşın yapması gereken bir
hikayenin, aslında ikinci hikayenin parçası olmuştum. Ayrılma zamanı geldi. Bir
hazır giyim mağazalarının olduğunu beni mağazadan uğurlayacaklarını söylediler.
Mağazalarına vardık. Bir blucin pantolon, gömlek, kemer... gibi hediyelerle
mağazadan ayrıldım...
Hediyeler güzeldi. Etik değerlerimizin hızla erozyona
uğradığı, kaza yapan bir taşıtın yollara yayılan eşyalarının yağmalandığı;
toplumumuzda hala ulusumuzun özünde taşıdığı güzel hasletlerimizi kaybetmemiş
ailelerin var olması beni mutlu etmişti. İzmit'te yaşadığım hayal kırıklığının
ruhumda yarattığı yaralanma bir nemse tedavi olmuştu ...