Ardahan’dan
Batıya
1800 rakımlı Ardahan’da hava bozuksa ve yaz
mevsimi yerini sonbahara bırakıyorsa havalar iyice soğur. Hava sıcaklığı tek
rakamlı sayılara düşer. Acil işi olmayan insanlar dışarıya sokaklara çıkmaz. Ardahan’da
İstanbul seferini yapacak otobüsün kalkmasını bekliyoruz. Ara ara hızlanan
yağmur ve şiddetini artıran rüzgârdan çocuklarla birlikte büyükler de nasiplendik.
İyice ıslandık, üşüdük…
Otobüssün
içi ana baba günüydü. İkişerli koltuklarda iki büyük yolcunun yanında birer de
çocuk vardı. Bazı annelerin kucağında bebekler vardı. Otobüsün kalkış saati
13.00’tü. Biz ancak saat 14.00’de doğru hareket edebildik. Taşıtımızın içi sımsıcaktı. Kalabalık yolcu
topluluğunun nefesleri içerisini yetesiye ısıtmıştı.
Kars’a
yaklaştığımızda bulutlar dağılmış hava biraz açmıştı. Güneş, Kars Kalesi’ni
soluk sarı ışıklarıyla aydınlatıyordu. Ardahan’da yetesiye yolcusunu almıştı
otobüsümüz Kars’ta fazla kalmadı. Kısa bir ihtiyaç molası sonunda hareket ettik.
Hava da karardı. Karanlıkların içine daldık. Ağlayan bebek sesleri,
koltuklarında rahat otaramayanların sızlanmaları dinmiyordu.
İstanbul’a,
Sakarya ve Kocaeli’ne ilk kez seyahat edenler vardı. Bazı yolcuların çoğusu
kara lastik ayakkabı giyiyordu.
Altları değiştirilmesi gereken bebeklerin için
pratik bebek bezleri yoktu. Altı değiştirilen bebeklerden yayılan kokulara
burnumuzu kapatarak rahatlamaya çalışıyorduk. Hele lastik ayakkabılardan
yayılan kokulara dayanılacak gibi değildi. Ve o yıllarda taşıtlarda sigara
içmek serbestti. Ne kadar çağ dışı alışkanlık ve duyarsızlık. Büyükleri bir
yana bırakalım, bebekler ve küçük çocukların sağlığı hiç mi düşünülmezdi (!)
Yapacak bir şey yoktu. Başa gelen çekilir.
Yolculuğumuzun
tarihi hayli eskilere dayanıyor. Yetmişli yılların sonu... Memleket kaynıyordu
o yıllarda. İller ideolojik olarak parsellenmişti. Kars otobüsleri Erzurum’dan
geçerken taşlandıklarını duyuyorduk. Kars’ta sol, Erzurum’da sağ ideolojiler
baskındı. Şavşatlı bir eczacı arkadaş anlatmıştı:
“Arabamla Erzurum’da hastahaneye gidecektim.
Arabamı şehir dışında bıraktım. Artvin plakalı araçla Erzurum’un merkezine
girmek dayak yemeye ve aracın haşat olmasına davetiyeydi. Hastahaneye
yaklaştığım zaman kalabalık bir grup sloganlar atarak yürüyordu. Ben de sağ
elimi yumruk yapıp kolumu kaldırdım. Komünistler Moskova’ya, komünistler
Moskava’ya ‘ diye bağırarak kalabalığın arasından rahatça geçip hastahaneye
gidebildim. ”
Saat
24.00’de Erzurum Otobüs terminaline vardık. Yarım saat mola verildi. Gece
yarısı terminalde sorun olmaz diye birlikte yolculuk ettiğim bir öğretmen arkadaşla
iki çay içmek amacıyla çocukları otobüste bırakarak terminaldeki çay ocağına
gittik. Sağ görüşlülerin malum bıyıklısı bir genç yanımıza yaklaştı. Masamıza
dört bardak çay koydu. Biz her ne kadar iki kişiyiz iki çay içeceğimizi
söyledik. Tosuncuk kaşlarını çatarak: “Burada adet böyledir.” Diyerek
yanımızdan uzaklaştı. Birer bardak çay içtik. Diğer iki çayı içmeyerek durumu
ancak bu kadar protesto edebildik. Dört çay parasını ödeyerek çabucak
otobüsümüze girdik. Lafı uzatsaydık başımıza nelerin geleceğinin farkındaydık.
Neyse
ki, otobüsümüz kötü bir olayla karşılaşmadan hareket etti. Hoş olmayan kokular
içinde yol alıyorduk. Durumumuz yine de Dostoyevski’nin Ölüler Evi romanını yazdığı
koşullardan biraz daha iyiydi. Yolculuğa birazcık neşe katan ikinci kaptanın
sorduğu eğlenceli bilmecelerdi. Otobüs içindeki kirli hava çekilecek gibi
değildi. Taşıtımız azami seksen kilometre yapabiliyordu. Otta Anadolu
toprakları soluk gri renk almıştı.
Evet,
Anadolu bozkırında yol alıyorduk kazasız belasız. Güneş doğmuş hava sıcaklığı
yükselmişti. Otobüsün camlarını aralayıp temiz hava teneffüs etme olanaklı
oluyordu. Aheste aheste yolculuk devam ederken yaşadığım yıllar içinde ilk ve
tek olarak karşılaştığım hareket halindeki taşıtın tekerinin bomba sesi
çıkararak patlamasına tanık oldum. Ön sağ lastikte tilki ininin ağzı genişlikte
bir delik açılmış, büyük bir parça kopup yana savrulmuştu.
Kazayı
otobüs takla atmadan atlattık. Tekeri değiştirmekti yapılacak iş. Stepne yoktu
uzun servis aracımızda maalesef (!) Kırıkkale’ye gidip lastik almaktan öte bir
çözüm yolu da yoktu. Sürücülerimiz yoldan geçen bir araca binip lastik almak
için yanımızdan ayrıldık.
Vakit
öğleye yaklaşıyordu. Tüm yolcular kırlara dağıldık. Yorgunluk attık. Kısa
sayılmayacak bir süre içinde temiz Orta Anadolu kırında piknik yaptık.
Dinlendik yetesiye. Sürücülerimiz geri dönüp yeni lastiği takıp yeniden hareket
etmeniz üç saate yakın sürdü. Bu kez biz yolcuların tek dileği vardı; sağlıklı
bir biçimde yolculuğun sonlanması.
Yolculuğumuzun
kalan kısmı normal geçti. Otobüsün hızında bir değişiklik yoktu. Taşıtın içinin
tahammül edilmez hava kirliliği, haddinden fazla yolcu ile yaptığım ömür
törpüleyen yolcuk sona erdi nihayet. Otobüs terminalinde eşyalarımızı
indirirken güneş çoktan batmış karanlık çökmüştü Kocaeli’nin üstüne.
Eşyalarımızı bagajdan aldık. Bizimle birlikte yolculuğu Kocaeli’ne kadar bir
arkadaşın şu sözleri aklımda kaldı uzun yorucu yolculuk anılarıyla birlikte:
“ hani
yemin etsek başımız ağrımaz. Ardahan’dan Kocaeli’ne tamı tamına otuz altı saat
sürdü yolculuğumuz. ”