Ekim ayının sonlarıydı. Kış soğuk yüzünü çok
erkenden gösterdi. İlk önce evimizin karşısındaki Cin Dağı’nın dorukları beyaza
büründü. Yaylacılık yaptığımız bizim dağımız Sahara Dağı da yağan karlardan
nasibini alırdı. Dağların doruklarını
süsleyen kar her doğan yeni güne uyandığımızda daha aşağıları vadilerin
yamaçlarına da beyaz kostümler giydiriyordu.
Tek katlı
evimizde erkenden uyandım her günkü gibi. Pencereden gümüş rengi solgun ışık
sızıyordu içeriye. Pantolonumu giyinmeden don paça kapıyı açtığımda şaşa kaldım.
Evimizin önündeki meyve ağacını ancak görebildim. Daha önceki yıllarda
görmediğim kadar kar kaplamıştı her tarafı. Ve kar yağışı sürüyordu. Üşüdüm. Çabucak
odaya dönüp elbiselerimi giydim. Demek ki, gece duyduğum kurtların uluma
seslerine karışan şiddetli rüzgâr doğamıza umduğumuzdan fazla kar hediye
etmişti.
Evimizin karşısındaki iğne yapraklı ağaçlarla
kaplı yemyeşil ormandaki ağaçlar düğünlere giden prensesler gibi beyaz
kürklerini giymişti. Karlarla süslü ormanın görüntüsüne en güzel kartpostal
resimler boy ölçüşemez. Manzarasına müthişti.
Ara ara çıkan rüzgâr taze yağan karları havalandırıp sis bulutları
oluşturuyordu. Orman sisin içinde kayboluyordu. Evimizin yakınlarındaki meyve
ağaçlarının görünüşü de bir başka güzeldi.
İlkokulla
evimizin arası üççeyrek saatlik yoldu. Yağan karın yüksekliği benim boyumu
aşıyordu. O gün kardeşimle benim için tatil demekti. Kardeşim bir, ben üçüncü
sınıf öğrencisiydik. Evdekilere belli etmeden için için seviniyordum. Bir
günlükte bile olsa tatil her zaman güzeldir öğrenciler için.
Babam evde yoktu.
Keçilerimizi kışlatmak için rakımı düşük, sıcak bir köydeydi. Günlerce babama hasret
dönüş yolunu beklerdik! Annem ve ablam geç vakit ancak ahırdaki hayvanları otantik
deyişle kayırdılar. (beslemek) Daha sonra
küreklerle çalışıp yalağa kadar yol açtılar. Hayvanları suladılar. Öğleye doğru
kar şiddetini azalttı. Güneşten haber yoktu; gökyüzünü çepeçevre saran
bulutların arkasında kaybolmuştu.
Odamızda hem soba hem ocak (şömine) yanıyordu.
Benim için hava hoş. Kardeşimle dışarıya çıkıp karların arasında kaybolurcasına
oyunlar oynayıp yüzlerimiz morarınca sobanın yanına koşuyorduk. O gün resim defterimi
çıkardım birkaç sayfasını doldurdum kara kalem çalışarak. Oysa defterin sadece
bir sayfasına resim dersinde resim yapma hakkımız vardı. Olsun, evde zaman bir
türlü geçmiyordu.
Ertesi günü
pırlanta güzelliğinde bir hava vardı. Güneş evimizin ilerisindeki tepenin
üstünden yükseliyordu. Çevrede tek renk hâkimdi. Kirlenmemiş kar beyazı. Güneş ışınları
kar kristalleriyle dans ediyordu. Uzun süre güneşle karın oluşturduğu renk
cümbüşünü bakmak olası değildi. Doğanın eşsiz güzelliğini seyrederken gözlerim
kamaşıyordu.
Bizim kar tatilimiz iki gün sürdü. Amcamlar ziyaretimize
geldi. Onların ayak izleri sayesinde okula gidebildik. Dağların hemen
eteklerinde kurulan köyümüzde kar Ekim ayı sonunda yağar ancak nisan sonunda
erirdi. İlkokulda ve ilçemizdeki ortaokul yıllarında kar tatili diye uygulamaya
tanık olmadım. Evimizin okula uzak olması ve babamın evde olmaması nedeniyledir
tanık olduğum sadece iki gün süreli yaşadığım kar tatili.
Kar biz köy
çocukları için tek mutluluk kaynağıydı. Sahip olduğumuz biricik oyuncağımız sadece
kızaktı. Her çocuğun bir kızağı vardı. O yıllarda amcalar ormandan tomruk ve sırıkları
bir çift öküzlerle sürüterek kar üstünde evlerine taşır, yollar asfalt gibi
düzelir, kızak kaymak için bulunmaz olanaklar sunardı biz çocuklara. Hafta sonları,
zaman buldukça gruplar halinde arkadaşlarla kızak kayardık.
Hava sıcaklığı
hiç yükselmezdi. Anne ve ablalarımızı ördüğü yün çorap giyerdik. Saç uzatmak
kesinlikle yasaktı. Saçlarımızı köyde saç kesme aparatı olan akraba ve komşular
keserdi. Ve saç kestirmek bir zulümdü. Hiçbir kez saçlarımı acıtmadan kestirdiğimi
ansımam. Saçlarım kesilirken gözlerimden boncuk boncuk yaşlar akar ağlamamak
için büyük çaba harcardım.
Güneşli bir günün
sonu okul paydos oldu eve dönüyorum. Saçlarımı sıfır numara kesmişti bir amca. Yolu
yarılamıştım. Güneşin son ışıkları dağların başından siliniyordu. Akşam soğuğu yüzümü
yakıyordu adeta. O gün başlığımı unutmuşum sabahleyin evden çıkarken. Kafamın derisine
dokunduğumda bir şey hissetmiyordum. Eve ulaştım. Gece ateşlendim. Rahat uyuyamadım.
Sabahleyin uyandığımda basbayağı konuşamıyordum. İşitmekte bir sorunum yoktu,
sadece konuşamıyordum.
Lal olmuştum
istemeden. Günlerce sürdü garip halim. Aradan iki hafta geçmişti. Bir akşamüstü
babam geldi. Bir kaç günlüğüne keçileri bir dostuna bırakıp gelmişti. Sevindik ailece.
Babam, ertesi günü iki saat yürüyerek ilçemizdeki doktora götürdü beni. Doktor
muayene etti. Sabah-akşam burnuma damlatmayı önererek bir ilâç verdi. İlacı özenle
kullanırken olacak ya küçük ilaç şişesi devrildi. Şişede ilacın yarısı kaldı. Kullandığım
damlalar konuşma yetimi kazanmama yetmişti. Öğretmenim bir gün durumumu sordu. Konuşabiliyorum
dedim sevinerek. O halde tahtaya kalk bir gün önce evde okumamızı söylediği
masalı anlat dedi. Neredeyse
ezberlediğim o uzun masalı anlattım. Öğretmenimin yüzü gülüyordu. Ben de mutlu
oldum.
Daha karlar
erimemişti yetesiye. Cemreler başlamış havalar ılımıştı. Bir cumartesi günüydü.
Öğleyin paydostan sonra eve döndüm. (1974-1975 öğretim yılında cumartesi
günleri tam tatil oldu) Amcamlar evimizin yakınına samanlık ve kom(keçi-koyun
ahırı) yaptırıyordu. Köylüler amale olmuş bir çift öküzünü alan amcamlara
yardıma gelmişti. Eve vardığım zaman ormandan çeşitli boyda ağaçları sürüterek
inşaat yerine gelen amcalara tanık oldum. Getirdikleri odunu bırakan; öküzleri
boyunduruğa koşulu olarak köye, evlerine doğru yöneliyordu. Bu arada yengem
büyük bir sepette pişirip getirdiği ketelerden ikişer üçer komşulara veriyordu.
Aralarındaki diyalog hoşuma gitti. Keteleri alan amca:
“Allah bereket
versin, elimizden gelen bu…” benzeri sözler söyleyip evine doğru yöneliyordu.
Yengem de:
“Allah sizlerden
razı olsun…” deyip komşuları uğurluyordu. Tabi ev halkına selam söylemeyi de
ekliyordu sözlerine. Tiyatro izlercesine seyrettim yaşananları. Kafilenin en
sonunda kuzenime kirve olan Kirman amca geldi. Belirteyim Kirman Amca hoş
sohbet iyi bir dosttu ve benimde kirvemdir. İş bitmiş hayli kereste istif
edilmişti. Kirman kirve şu sözleri söyledi. İşin bittiğini ilan etmek adına:
“Falilatun
failatun failin… El fatiha…” Şaşırdım. Bu sözleri ilk kez duydum. Eminim
kirvemiz bu sözlerin anlamını bilmiyordu. Belli ki, Mevlit okumalar da Mevlit
bittiğinde söylendiğini duymuştu failatunları… Ben de yıllar sonra öğrendim bu
sözlerin aruz şiirlerde kullanılan bir ölçü olduğunu. Sadece ilkokul okumuş
Kirveniz nasıl bilsin?!