Ortaokul
yıllarında üçüncü sınıf tarih dersindeyiz. Öğretmenimiz Mükrim Bahçeci. Tarihi
konularını hele de savaşları anlatırken olayları yaşardı adeta. Tarihi
sevdirmişti hepimize. Bir arkadaşımız tahtaya kalkmış ders anlatıyordu göğsünü
gere gere. Bir ara Haliç geçti sözlerinin arasında. Öğretmenimiz Haliç nedir
diye sordu tüm sınıfa. Hiç birimizde bir hareket görülmedi. Hepimiz yazılı
sınavından çok dolgun notlar almıştık fakat Haliç’in Altın Boynuz olduğunu
bilemedik. Denizle ilgili ilk anım bu diyebilirim.
Orhan
Veli’nin Ege Bölgemizin içlerinden gelip Gemlik’i ilk görenler için ünlü
kısacık şiiri var hani: “Gemliğe doğru denizi göreceksin/ Sakın şaşırma.” Ben de ilk kez Artvin’den Trabzon’a giderken
Hopa’ya indiğimizde denizi görecektim. Artık Hopa’da denizi görecek kadar bilgi
edinmiştim. Haliç nedir? Bilmemek gibi bilgiden yoksun değildim.
Saat
22.00 sularında Hopa’ya vardık Artvin Trabzon seferini yapan otobüsümüzle. Hava
yağmurluydu, zifiri karanlık vardı. Göz gözü görmüyordu. Denizi görmek olası
değildi. Karadeniz kudurmuştu karanlıklar içinde. Çılgın dalgalar sahili
dövüyordu. Tanımsız sesler yükseliyordu.
Değil şaşırmak, korktum açıkçası. Karanlık ve dalgaların sahili döverken
çıkardığı korkunç sesten korkulmayacak gibi değildi.
Gecenin
ilerleyen saatlerinde Trabzon’a vardık. O saatlerde otel bulmak ben ve arkadaşlarım
için olanaklı olmadı. Hepimiz 14-15 yaşlarında çocuklardık. Öğretmen Okulu
öğrencisi olmak hayallerimizi süslüyordu. Bir kıraathanede sabahladık. Masalara
kafamızı koyup birazcık uyuduk. Uyandığımızda güneş hayli yükselmişti. Guruplar
halinde şehri keşfe çıktık. Sahile inmek hiç zor olmadı. Karadeniz koyu mavi
sularıyla karşımdaydı.
Balıkçı
tekneleri, martılar süslüyordu engin mavilikleri. Yarı uykulu gözlerimle
denizin engin ufkuna hayranlıkla baktım dakikalarca. Kitaplarda adını çokça
okuduğum deniz alabildiğince tüm güzelliğiyle karşımdaydı. Sakin haliyle
korkulacak bir hali yoktu. Aşırı rüzgâr olmayınca kükreyip kabarması, sahilleri
döğmesi olası değildi demek.
Günlerim
arkadaşlarımla okula giriş için ikinci sınavın heyecanı ve Karadeniz’in şirin
kenti Trabzon’u tanımakla geçti. Sınavı kazanamayıp geri dönmek vardı. Neyse sınav
sonucu olumluydu. Okula kayıt yaptıranlar arasında ben de vardım.
O yıllarda
Elveda adlı Selda Alkor, Kartal Tibet, Tanju Gürsü’nün başrol oynadığı bir film
oynuyordu sinemalarda. O filmin bazı sahneleri Trabzon’da çekilmişti. Özellikle
limanda çekilen sahneler vardı. Filmlere olan aşırı tutkum; filmde izlediğim
sahneleri bire bir görmek adına limana gittik birkaç arkadaşımla. Limanı,
mendireği ilk kez görüyordum.
Limanda
bir SSCB gemisi vardı. Sarı saçlı, etine dolgun genç bir kadın güverteyi
süpürüyordu. Yabancı bir kadın hele de Rus kadını bizim için ilginçti. Durup
gemiyi daha çokça kadını seyretmeye başladık. İki tane gemici belirdi az sonra
güvertede. Bizlere çatık kaşlarıyla düşmanca bakmaya başladılar. Yıllarca
Moskof korkusuyla yaşamış ve Rus işgalinde kalmış bir serhat kentinin çocukları
olarak adamların bakışlarından korktuk. Hızlı adımlarla geminin yakınından
uzaklaştık. Daha sonra mendirek boyunca yürüyüp denizi, martıları bir kez daha
yakından seyrettik.
Deniz benim
için sakin bir dost olmuştu. Müzmin kitap okuma hastalığım devam ediyordu. Ta Kasım
ayının ortalarına kadar havalar ılık geçiyordu. Zengin okul kitaplığından
seçtiğim kitaplar elimde sahile gidip hem dalgaların ruhumu arındıran sesini
dinleyip akşam mütalaasına kadar kitap okurdum. Ara ara denizin sonsuz ufkuna
bakar gurbette olmanın hüznünü dağıtmak isterdim. Doğduğum topraklardan ilk kez
uzaktım çünkü.
Bir Beden
Eğitimi dersinde öğretmenimiz sahildeki parke döşeli yürüyüş yolunda ta Uzun
Kum’a kadar kros koşusu için çıkış verdi. Hiç uzun koşu nedir bilmiyorduk. Tahminen
on bin metre gidiş-dönüş koşacaktık. Dönüş noktasına daha varmadan ciğerlerimiz
patlayacaktı adeta. Değil koşmak zorlukla yürüyorduk. Masmavi Karadeniz nazlı
nazlı dalgalanıyordu sağımızda. Tık nefestik hepimiz. Gidip serin sulara mı
atsam kendimi düşündüm bir ara. Neyse serde gençlik var. Yürüyerek geri döndük,
ciğerlerimiz de patlamadı.
Derken sene
sonu geldi. Dersler bitti. Mayıs sonu karnelerimizi aldık. Doğrudan sınıf
geçenler okulda tutuldu. Bende vardım okulda kalacaklar arasında. İki hafta
okulda önleyene kadar çeşitli eğitsel etkinlikler yapılırdı. Günler uzun. Öğleden
sonra serbesttik. Güneşli günlerde arkadaşlarla doğal plaj olan Uzun Kuma
giderdik. Amacımız yüzme öğrenmekti.
Plaj kısmında
deniz aniden derinleşmiyor, kıyıda fazla açılmadan şaşkın ördekler gibi yüzme temrinleri
yapıyordum. Tabi yüzme bilenler hayli ilerlere açılıyordu. Bir ara suyun
kenarında bir nişan bırakıp kıyıya paralel yüzmeye başladım. Bütün yüzme
stillerini deneyerek (!) hayli çabaladım. Sonunda ayağı kalktım. Bıraktığım nişanın
karşısından ne kadar ilerlemişim diye heyecanla bıraktığım nişana baktım.
Bir karınca
boyu ilerleme sağlayamamıştım. Moralim bozuldu. Denizde yüzmek köyümün çayında
yüzmeye benzemiyordu. Haziran ayında okulda kaldığım iki hafta içinde sık sık
Uzun Kuma gittik benim gibi yüzmeyi öğrenme merakı olan arkadaşlarla. Bilenlerin
tarifi derken artık suyun yüzünde durup üç beş metrelik mesafeleri yüzerek kat
ediyordum. Hatta bir gün limanda da yüzdüm. Bu benim kendime olan güvenimi daha
da artırdı.
Daha ileriki
yıllarda sırt üstü yüzmeyi de öğrendim. Deniz
benim için en iyi bir dost olmuştur. Ne mutlu bizlere ki, güzel yurdumuzun üç
tarafı denizlerle çevrili Dünya’nın en güzel topraklarında yaşıyoruz. Denizlerimiz,
zengin akarsu ve göllerimizle bu eşsiz ülkeyi ne kadar sevsek azdır.