Sonbaharda
işlerini büyük oranda yoluna koyan köylüler için rahatlama dönemini başlar.
Artık güneşin doğuşunu tarlalarda gözlemez kısa süre de olsa sabah uykusunun
tadını tadıp tarlalarına yollanırlar. Çalıştığım
köyde şeker pancarların sökme işi kalmıştı sadece. Ayçiçekleri hasadı çoktan
bitmişti. Eylül sonlarında makta (kışlık odun) ve buğdaylarını un fabrikalarına
götürmek fazla zaman almazdı. Eski yıllar gibi su değirmenlerinde saatlerce
sıra bekleme zamanı tarih olmuştu. Köyüler, velilerim kaygısızca işlerinin
başında monoton yaşamlarını sürdürürken okulların açılmasına günler kalmıştı.
Her yıl ki gibi dersler başlamadan öte bu kez farklı bir beklentimin
karşılanacağının dayanılmaz heyecanı içindeydim.
Mesleğimin
onuncu yılı. Fiziki haritada yeşil renklerin hâkim olduğu İstanbul ve Bursa’ya yakın
Kocaeli’ne büyük umutlarla atandım. En azından ulaşımı olan bir köy hayal
etmiştim. Hayallerime karlar yağdı. Merkez ilçeye 36 km uzak olan tek öğretmenli
köyde çalışacaktım. Geniş, cam çerçeveleri çürümüş, bakımsız bir okul ve
günümüz F tipi ceza evleri tipi iki odalı bir öğretmen lojmanı çıktı karşıma. Lojmana
girdiğim zaman elimden gelse duvarları yanlara itip odaları azıcık genişletsem
gibi garip bir hisse kapıldım. Lojman betimlenemez ölçüde dar olması çekilecek
gibi değildi. Köyden ilçeye araç yoktu.
Araç bulmak için sabahın köründe en az kırk dakika yürümek gerekiyordu.
İşte bu
koşullar altında beş yıl çalıştığım bu köyden İzmit Kandıra Yolu üzerine ulaşımı
olan bir köye tayin istemiştim. İl içi atamalar ilde yapılır valilikten imzadan
sonra işlem biterdi. Kesin duyumunu almıştım atamalar imza bekliyordu. Mevsim
sonbahar, aylardan Eylül diye başladık söze. Evet, Eylül olmasına Eylüldü
yaşadığımınız ay. Bu ayın Türkiye Cumhuriyeti Tarihinde eşine rastlanmayacak
bir günü içinde barındıracağını kim bilebilirdi! Ilık bir güne uyandık.
Dünyayla tek iletişim aracım radyoyu açtım. Duyduklarım hiç hoş değildi. Kenan
Evren bir biri arkasına bildiriler okuyordu.
Bildirilerin
içeriği malum: Türk Silahlı Kuvvetleri emir ve komuta altında yönetime el
koymuştur mealli sözler...
12 Mart 1971 muhtırasının üzerinden on
yıl geçmeden ordumuz yeniden idareye el koyuyordu. Benim atama işim bir başka
bahara kalması Kenan Evren’den bana kalan birinci hediye oldu. Ve hafızalarımızdan
çıkmayan sözler ve uygulamalar da tüm yurttaşlarımıza hediye kaldı; netekim(!) kısa
süre içinde devlet başkanı olan paşamızdan. Ve ülke tarihine siyah harflerle
yazılan incileri (!)
"Asmayalım
da besleyelim mi?" 17 yaşında astırdığı devrimci Erdal Eren için
söylemişti.
"Hak
edeni asmazsan bunlar virüs gibi çoğalırlar, işte o zaman Atatürk ilke ve
inkılaplarından kopulur."
"Adalet
yerini bulsun diye bir sağdan bir soldan asıyorduk. Eğer sağdan 2 asmışsak ertesi
gün 2 de soldan asıyorduk."
1983'te yaptığı bir konuşmada siyasi yasaklı parti liderlerine ilişkin söylüyor
"Bunlar
tencereyi pisletmişlerdi, biz temizledik. Yeniden tencereyi verelim, yeniden
pisletsinler istedikleri bu." Ve binlerce insanımız işkencelere tabi
tutuldu. 1980 askeri darbesinin insanımıza, siyasi yaşantımıza… olan etkilerini
anlatmak bu yazının hacmini kat kat aşar.
Kenan Paşamız, kafasına fötr şapka
takıp, eline aldığı bastonla sağa sola caka satarak yürüyerek kendisini
Atatürk’le özdeşleştirdiğini sanıyordu. Tüm bunlara karşın halkla ilgili şöyle
bir uygulaması oldu beğendiğim…
İlköğretim Müdürlüğünde resmi bir yazı
geldi. İçeriği şöyleydi. Okul müdürü köy muhtarıyla birlikte köyde yaşayan 14
yaşından büyük okuma-yazma bilmeyen vatandaşları tespit edecek; 14-45 yaş arasında
okuma yazma bilmeyenlere Halk Eğitim Müdürlüğü’nün eş güdümüyle okuma-yazma
kursu açacak. Kurs zorunlu olacak. Görevi yerine getirmek için ivedilikle iş
başı yaptık muhtarla. Paşamızın kılıcının önü de kesiyor arkası da kesiyordu. Erkeklerde
45 yaş altı okuma-yazma bilmeyen yoktu. Sözü uzatmadan yirmiye yakın kadın
öğrenci tespit ettik.
Halk Eğitimden gerekli kitap ve benzeri
materyalleri alarak mesai günleri saat 15.30’de başlatacağım kursu vatandaşlara
haber verdim. Öğrencilerimin paydos saati saat 13.00’tü.
Öğrencilikte ilk derse girecek staj
günlerimdekinden daha da heyecanlıydım. Köy çocukları için heyecan, toplum
karşısına çıkarken hissedilen korku adeta DNA’larımıza işlemiştir. Ortaokul
yıllarında sınıfımızda kız öğrenci yoktu. Okulda da az sayıda kız öğrenci
vardı. Öğretmen Okulda ise sınıflarımıza sayılar onu geçmeyen kız
arkadaşlarımız vardı. Yatılı okul, kız
arkadaşlarımız gündüzlü. Ders bitince evlerine giderlerdi. Kızlarla sıkı fıkı
konuşmak kesinlikle yasaktı. Yetesiye sosyalleşmeden dersem abartı olmaz;
köylere atandık köy çocuğu yatılı okul mezunu öğretmenler olarak.
Kadınlarla konuşmaya utanırdım. İster
istemez yüzüm kızarırdı. Şalvarlı genç kadınlar sınıfı doldurdu. Nefes almakta
zorlanıyorum. Bir çözüm olarak eşimle girdik ilk derse. Tanışma faslı derken
öğretmenlik duygularım alevlendi. Gözlerinin rengini masmavi keten
çiçeklerinden, yanaklarının kırmızı rengini ise kırlarda açan gelinciklerden
alan genç kadınlar çoğunluktaydı. Dersleri sürdürdüm.
Okumaya, aydınlanmaya hasret kalmış bu
güzel insanlar iki ay süreli kurs süresince heceleyerek okumayı öğrendiler.
Aralarındaki rekabet, hırs kayda değerdi. Heyecanım geçince Öğretmen Okulu’nda
öğrendiğim ve meslek yaşamımda edindiğim deneyimlerle birleştirerek öğretmenlik
adına yapılması gereken öğrencileri motive etme, yaptıkları işi sevdirme…
yöntemlerini uygulayıp tüm enerjimi de harcayarak başarı sağlandı. Kurs bitiminde okuma-yazma öğrenen kadınlarımızın
gözlerindeki ışık Kenan Evren’den bana kalan başka hoş yadigârdı…
Ne yazık ki, uzun soluklu olmadı bu uygulama.
Sadece bir yıl uygulandı. Yurdumuzun doğu, güneydoğu bölgelerinde okuma-yazma
bilmeyen hiçbir yurttaş kalmamacasına kadar uygulanmalıydı.