Benim hiç kızağım olmamıştı. Annemin, dayıma:
“Rasim, çocuklarıma bir
kızak yapıver” demesi bayramda duyduğum en güzel söz oldu. Dayımın,
“Olur abla. Yeğenlerimi
sevindirmek beni mutlu eder. Bir bakar mısın? Kızak lafını duyunca yüzlerinde
güller açtı.”
Anneciğimin önerisini
dayımın kabul etmesiyle Kemal’le göz göze geldik. Sevincimiz sözle
anlatılamayacak kadar coşkuluydu. Kemalin mavi gözleri mavinin en can alıcı
tonuna dönüştü. Benim de içim içime sığmaz oldu. Gülüyordum. O gece dayımlarda
yatıya kalmamız kararlaştırıldı. Ertesi günü annem alacaktı bizi.
Kemal’le, ilk kez yabancı
bir yatakta yattık En yakınımız bile olsa yabancı ev. Utana utana
ceket-pantolonlarımızı çıkardık. Gün boyu bayram ziyaretleri beni yormuştu. Hemen
uykuya daldım. Rüyamda yeni kızağıma biniyorum. Bazen de gerçek mi bu diye kuşkuya
kapıldım. Hayır, rüyada değildim! Kızağıma dokunuyorum. Uçururcasına
kullanıyorum! Önüme çıkan tümseklerin üzerinden uçarak geçiyorum. Evet, bir kızağım
vardı! Uçsuz mutluluk yaşıyordum…
Yengemin sesine uyandım:
“Çocuklar, uyanın artık.
Kahvaltı hazır. Size nefis bir çorba pişirdim.”
Nerede olduğumun ayırdına varamadım bir anda.
Kızaklı, tatlı rüyamın rehavetinden kolaylıkla kurtulamadım. Yengem devamla.
“Bakın. Dayınız küçük
atölyesinde işini bitirmiş mi? Kızağınız yapılmış mı?”
Çabucak pantolonumu giyip
dayımın evin bitişiğindeki küçük atölyesine koştum. Gözlerinin içi gülüyordu
dayımın. Bana dünden daha sevecen gözüktü. Hele:
“Yeğenim kızağınızın işi
tamam sayılır. Yemekten sonra evin önünde binebileceksiniz.” Sözleri annemin
ninnileri hoşluğundaydı… Yemeği nasıl yediğimin farkında değilim. Kemal benden de
heyecanlıydı.
Dayım, kızağı kısa sürede
bitirip bize teslim etti. Kapılarının önünde hafif eğimli yol vardı. İlk kez
kendi kontrolümde bir araca binecektim. Gerçi kağnı arabasına binmiştim. Fakat
kendime ait bir vasıtaya binmek onu özgürce kullanmak çok farklıydı. Kendimi
uçan kuşlar gibi hissediyordum. Kızakla kaymak güzeldi…
Kardeşimle, uçarcasına
mutluyduk. Sırayla kayıyorduk. Annemin gelişini fark bile edemedim. Kemal:
“Annneee!” diye ünleyip
annemin yanına koştu. Gidip bacaklarına sarıldı! Bende koştum anneme. Bir gece
bile ayrı kalmak annemizi özlememize yetmişti.
Dayımın, yengemin ellerini öptük. Bisiklet
için de ayrıca öptük dayımın ellerini. Kır evimize doğru yürümeye başladık.
Annemin yanında yayla düzlerinde rakibini yenmiş boğalar gibi gururluyduk. Bir
kızağımız vardı!
Köy gerilerde kaldı.
Evimize yaklaşmıştık. Geniş çayırlara vardık. Annem heyecanla:
“Çocuklar şu tarafa
bakın!” diyerek sağımızda kalan Dumat’ın Kayası’na bakmamızı işaret etti. Az
ilerimizde kuyruğu kahverengi, gri tüylü bir tilki yavaş yavaş
ilerliyordu. Uzağımızda değildi. Dönüp dönüp bize bakıp yavaş yavaş yürüyordu.
Hiç de korkak bir hali yoktu.
“Vay yaramaz!.. Allah,
tavuklarımızı senin gazabından kurtarmış bugün!” Annem bu sözleri tilkiye
söyledi. Devamla:
“Geçen yıl yazın en çok
yumurtlayan tavuğumuzun canına okumuştu!”
Doğada demek ki, bir
yaşam kavgası vardı. Kurtlar koyunlara, tilkiler tavuklara düşmanmış! Canlılar
yaşamlarını sürdürmek, karınlarını doyurmak için mücadele etmek zorundaymış.
Bakir doğada yaşam koşullarını yakinen gözlemleyerek öğreniyordum. Anneme
sordum:
“Anneciğim, kurtlar,
tilkiler hayvanlarımızı kapıp yiyorlar. O hayvanlara hiç acımıyorlar mı?” Annem
biraz düşündü. Sonra sözlerinden emin bir biçimde:
“Oğlum, o hayvanlar aç
kalmamak için güçlerinin yettiği hayvanları yemek zorundadır. Fakat canlarına
kıydıkları hayvanların acı çektiğini hissettiklerini zannetmiyorum.” Dedi. Evimize yaklaştığımızda annemden ayrılıp eve
koştuk. Kemal:
“Dayım bize bir kızak
yaptı.” Diyerek kızağımızı ablalarımıza müjdeledi.
Zaman, evimizin az
ilerisindeki derecikte sessiz sessiz akan dereciğin suları gibi akıyordu.
Günler uzadı. Güneşin parlak ışıkları sırtımızı ısıttı. Karlar erimeye başladı.
Saçaklardan damlalar daha da sık akmaya başladı.
Üçkardeş sırayla doyasıya
kızak kayıyorduk. Gündüz eriyen karlar geceleyin donup beton gibi
sertleşiyordu. Böylesi günlerde çayırların kızak kaymaya uygun yerleri bizi
bekliyordu. Ancak öğleye doğru karlar eriyip yumuşuyor bizimde kızak kayma
mesaimiz istemezsek de bitiyordu.
Babam, bir akşam
yemeğinden sonra anlatmaya başladı:
“Yarın Kireçli Köyü’ne
gideceğim. O köyde, bir asker arkadaşım var. Geçen hafta çarşıda buluşup,
konuştuk. Bana bir köpek verecek…” Uykum gelmişti. Babamın sözlerini duyunca
uykum dağıldı. Gözlerim fal taşı gibi
parladı…
“Babacığım, kuvvetli mi
getireceğiniz köpek? Kurtlarla savaşa bilir mi? Eve erken dönebilecek misin?”
Sorularını araka arkaya sordum.
“Oğlum, merak etme. Bu
defa Anıl’dan daha güçlü köpek göreceksin.” Kurtların parçaladığı Anıl’ın adını
duyunca bir kez daha hüzünlendim.
Ertesi gün zaman dondu
sanki. Akşam saatlerine yakın babam illaki dönerdi. Niçin yavaş ilerliyorsun
diye güneşe sitemler ettim. Kızdım. Nihayet güneş battı. Çok uzaklardaki Pınarlı
Köyü’nün üstünde siyahımsı gri bulutlar oluştu. Karabaş havlamaya başladı.
Babam geliyordu.
Kömür kara uzun tüylü bir
köpekle ilçe tarafından babamın geldiğini gördüm. Boğazında bir zincirle bağlı
köpeği kontrolü altında tutuyordu. Ev halkı hepiniz yeni köpeğimizi izlemek
için balkonda dizildik. Babam, anneme:
“Köpek yalı (köpek
yiyeceği) hazırlamışsındır. Hayvanın karnı acıkmıştır.” Köpeğimizin ismini
sordum babama.
“Bak, köpeğimizin yüzünün
tüyleri kırmızı beyaz karışımı. Onun için adını Alabaş koymuş asker arkadaşım.”
Babam sözlerine devamla, köpeğin yanına ilk günler fazla yaklaşmamamızı salık
verdi.
Karabaş yeni arkadaşına
fazla yaklaşmadı. Uzaktan kesik kesik havdı, hepsi o kadar. Bizler gibi yeni
arkadaşını ilgiyle izledik. Alabaş’ımızın kendinden enim, acar tavırları vardı.
Onunla erkenden dostluk kurmak en büyük hayalim oldu.
Mart geldi. Karlar
erimeye başladı. Çayırlarımızda ada ada yemyeşil çimenleri gördük. İlkbaharı ne
kadar çok özlemiştik. İlkbahar sabahlarına uyanmak bizleri bayram günlerine kavuşmak
kadar mutlu ediyordu.
Koyunlarımız döl verdi. Günde üç-beş koyun
doğum yapıyordu. Yeni doğan kuzuların ayakta durmaya, yaşama tutunmaya
çalışırken ki yardıma muhtaç halleri kalbimde tanımsız acıma duygusu
yaratıyordu. Annelerini emerken kuyruklarını sallar hallerini izlemek ise farklı
bir güzellikti.
İki hafta içinde
çayırlarımız tamamen yeşerdi. Karlar dağların yücelerine çekildi. Dereciğimizin
suyu arttı. Sabahleyin ormandan gelen kuş seslerini ve deremizin su sesini
duyarak uyanmak ruhumu arındırıyordu. Güneş ışınlarının yeşil çimenlerde
buluşması doğaya daha tanımsız güzellikler bahşediyordu.
Çayırlar, kırlar
koyunlarımızı bekliyordu. Yeni köpeğimiz Alabaş’la aramızdan su sızmıyordu
artık. Ona annemden habersiz sürekli ekmek vererek arkadaşlığımızı pekiştirdim.
Yanına yaklaşmaktan korkmuyordum.
İlkbaharda ağaçlara su
yürür. Her geçen gün dallarının uçlarında tomurcuklar belirir. Daha sonra
tomurcuklar patlar ve meyvelerimiz beyaz, turuncu, mor çiçekli elbiselerini
giyerler. Doğadaki bu değişimi her gün izlerken ben de büyüyordum. Babam,
koyunlarımızla kırlara açılırken beni de yanına alıyordu.
Annem, yatağa giderken,
sabahleyin erkenden kalkmamızı kutsal bir emir gibi her gece hatırlattı:
“Sabahleyin erkenden
uyanınca hemen yüzünüzü yıkayın. Birkaç lokma ekmek yiyip dışarı daha sonra
çıkın.”
Erken kalkıp hazırlıklı
dışarı çıkınca guguk kuşunu yenermişiz. Guguk kuşunun “gu guk… gu guk…” ötmesi
ilkbahda ağaçlara su yürümesini muştuladığının habercisiymiş. Eğer el-yüz
yıkamadan ve aç olarak guguk kuşunun ötüşünü duymak guguk kuşuna yenilmek
demekmiş. Guguk kuşuna tembel, elini-yüzünü yıkamayan çocuklar yenilir diye
annem sürekli anlatırdı.
Annemin altından daha
değerli öğütlerini dinlemekle hiç yüksünmezdim. Yaşam koşullarını yaşayarak ve büyüklerimizin
sözlerine de kulak vererek öğreniyordum. Sonbaharda okullu olacaktım.