Bir Japon bilim insanı der ki,” Yaşam kırk beşten sonra
başlar.” bu söz zihni etkinlikler için gerçekçi olabilir. Ya bedensel işler
için, işin o yönü biraz netameli. Hele birçok spor dalı için kırk beş yaş çok
geç. İşin felsefesine fazla girmeden ellili yaşlara merdiven dayarken
sürücülükle ilgili serüvene göz atalım. Evet, elli yaşıma girerken sürücü
belgesi alıp; araba sahibi olanlar kervanına katıldım. Sene doksanlı yıllar.
Yükseköğrenimini
bitiren oğlum da benden birkaç yıl önce sürücü belgesi almıştı. İkinci el, iki
yaşında bir araba aldık. Araba iki yaşında lakin siz deyin on iki yaşında.
Doksan bin km üzerinde yol yapmış, tekerlekler kabak. Arabalarla ilgili
bilgimiz oğlumla işin alfabe düzeyinde. Egzozundan ne bileyim daha nice parçalarını
değiştirmek zorunda kaldık. Çevre edindik! Çokça tamirci arkadaşımız oldu!
Tavsiyemdir ikinci el araba alacak dostlara; sakın ola elli bin km’den fazla
yol yapan araçlara yaklaşmayın.
Gelelim
sürücülüğün yaşla ilgili kısmına. Hızlı biçimde sürücülüğümüzü geliştirme
çabasına girdik oğlumla. Çökmekte olan Rus cephesine hızla hazırlanan yaşlı ve
çaylak Alman askerleri gibiydik. Oğlumun yaptığı hareketi ben ancak on gün
sonra başarabiliyordum. Çocukken her gün kızak kayardık. Kızak kaymadan kalan
alışkanlıkların araba sürmede az da olsa yardımı oldu diyebilirim.
Hani
deveye demişler ya boynun ince, cevaplamış deve hazretleri nerem düzgün ki!
Ülkede sürücü belgesi almak için yapılan çalışmaların ne derece yetersiz olduğu
herkesçe bilinir! Bulgaristan göçmeni komşum anlatıyor:
“Bulgaristan’da
sürücü belgesi sınavında araba rampada durdurulur. Arabanın arka tekerine yirmi
cm uzaklıkta elektrikli bir cisim konur. Sürücü adayı arabayı kaldırırken azcık
geri kaçırırsa ışık yanar. Böylece sürücü sınavı kaybetmiş olur. İşe yeniden sıfırdan
başlanır belge alabilmek için.”
Almanya’da
ise sürücü sınavında gece otobanda araba kullandırılıyor. Arkadaşlarım ve ben
sürücü kursu sonunda ancak arabayı kaldırma, park etme gibi çok az deneyim
kazanmıştık. Belirli yaştan sonra refleksler azalınca sürücülük zanaatı hiç de
kolay olmuyor vesselam…
Tenhalarda,
sokak aralarında bolca araba kullanarak epey deneyim kazandım. Sıra geldi
memleket yolculuğuna. Bizimkiler Orta Asya’dan göç ederken cins atları yokmuş.
Ancak şimdiki Gürcistan hududuna kadar gelip Şavşat civarlarında yerleşmişler.
Cins atları olsaymış örneğin Samsun’a kadar sürseymiş göçleri ne iyi olurmuş. İstanbul’dan,
Kocaeli’nden araba ile rahat rahat aynı gün içinde Samsun’a varılır. Kocaeli’nde
çalışıyorum. Yolum uzun. Kocaeli-Derince ’den Şavşat’a direksiyon sallayacağım.
Doksanlı
yılların sonlarındayız. Karadeniz çift yolu daha yapılmamış. Okullar tatile,
biz de temmuza girdik. Sıcak bir temmuz sabahı erkenden hareket başladı. Eşim,
küçük oğlumla birlikte üç kişiyiz. Marmara, İç Anadolu ve Karadeniz bölgelerini
kat ederek onun üzerinde ili gelip memlekete baba topraklarına varacağız. Mola
vermeden altı saatte Osmancık’a vardık. Beş yüz km yol yapmıştık. İyi bir
başarı. Fakat gökyüzünü aniden kara kara bulutlar sardı. Samsun’a doğru
yaklaşırken gök delindi. Bardaktan boşanırcasının yağmaya başladı yağmur.
Silecekler azıcık önümü gösterecek kadar görev yapabiliyordu.
Karadeniz
ikliminin en yağmurlusuna denk gelmek varmış kaderde. Oysa sabahleyin hava ne
kadar hoştu İzmit’e. Memlekette kışın kar, ilkbahar ve sonbaharda çamurlarla
mücadele ederek büyümüş yaşamın her zorluğunu yaşamıştım. Bu yolda sürücülük
çok daha zordu. Yapılacak en doğru hareket olabildiğince yolun sağını takip
edip hız sınırını en aza indirmekten geçiyordu. Samsun’u geçerken ne denize ne
yolun sağ ve solundaki konutlara bakabildim. Pür dikkat, görüş mesafesi
kısalmış olan yola ve arkamdan gelen taşıtlara bakıyordum.
Akşam
yaklaşıyordu. Çok kısa süre yağmur azalıyor çevre aydınlanıyor az sonra yeni
bir sağanağın içine giriyordum. Yavaş
yavaş sahil yolundan yolculuğumuza devam ettik. Perşembe ilçesine vardığımızda
hava iyice kararmaya başladı. Yolun sağında Uygulamalı Turizm Okulu tabelasını
gördüm. Okulun bahçesine dönüverdim hemen. Arabayı istop edince derin bir nefes
aldım. Oh! Dünya varmış. On iki raunt boks maçı yapıp maçtan berabere çıkmış
bir boksör gibiydim. Yenilmemiş ama bitmiş!
Hani kul
sıkışmayınca Hızır rast gelmez derler ya. Uygulamalı bu tesis bizim Hızır’ımız
oldu. Geceyi güvenli bir biçimde rahat geçirdik. Dışarda yağmur olanca şiddetiyle
devam ediyordu. Karadeniz kudurmuş, sahilleri dövüyordu dalgalar. Güneşli bir
güne uyanmak dileğiyle üç kişilik kafile uykunun kollarına bıraktık kendimizi.
Sabahleyin
uyandığımızda yağmur, sis, pus her tarafı sarmıştı maalesef. Bir önceki gün
birazcık deneyim kazanmıştım yağmurda sürücülük sanatında. Başa gelen çekilir.
Yola devam. Ordu’yu geçerken kısmetimize hava biraz duruldu. Ordu’ya yolu
düşenler bilir. Bu kentte adım başı kırmızı ışık çıkar karşımıza. Şans az da
olsa yüzüme güldü. Yağmur, dur kalk daha zor olurdu yolculuk. Ordu’yu geçtik.
Önümüzde Giresun, Trabzon ve Rize var. Doğu Karadeniz Bölgesi. Türkiye’nin
yılda en çok yağmur alan toprakları.
Ordu’yu
geçince gök delindi. Bütün şiddetiyle yağmur yağmaya başladı. Her taraf
karardı. Sürekli çalıştırıyorum silecekleri. Bir taraftan en şiddetli ve hızlı
yağan yağmur ve beni sollayan tırların arkalarında oluşan kesif su ve
buharların oluşturduğu adeta deniz dalgaları. Tırlar geçinceye kadar ki süre
içinde önüm tamamen kapanıyor. Masallardaki korkunç ejderhalar denizi kabartıyorlar.
Sahilleri döğen dalgalar vahşi canavarlar gibi uluyordu.
Hızımı
iyice azaltarak yoluma devam ediyorum. Kısa süre bulutlar birazcık yükseliyor.
Bu anlarda görüş mesafem biraz uzuyor. Seviniyorum. Tanrıya şükrediyorum. Uzun
sürmüyor sevincim . Bu kez daha koyu bir karanlığa dalıyorum. Bardaktan
boşanırcasının en katmerlisinden bir sağanağa daha dalıyorum. Kabir azabı böyle
olmalı. Ölmeden mezara mı girdik!
Kendimden
çok eşimi ve hayata yeni başlayan on üç yaşındaki oğlumu düşünüyorum. Yola çıkarken onlar bana güvendiler. Olumsuz
bir durum yaşarsak onların başına gelecek kötü bir olayın bende bırakacak
vicdan azabına dayanabilir miyim?.. Pür dikkat yola devam etmekten gayrı
yapacak bir şey yoktu. Ne yapabilirdim. Yavaş yavaş yoluma devam etmeden öte.
Bütün taşıtlar beni solluyordu. Kimse ile yarışacak halde değildim. Trabzon ve
Rize’yi hızını hiç kesmeyen yağmurla savaşarak geçtim. Arhavi ve Hopa’dayım,
kendi ilimin topraklarında. Hopa’ya yaklaştığımda yağmur şiddetini azalttı. Bu
kez kapkaranlık bir sisin içine daldım.
İki
metre görüş alanı var dersem abartı değil. Önümde Cankurtaran var. Dar
dönemeçlerle çıkılan yüksek bir geçidin adıdır Cankurtaran. Ne şans; yola
asfalt yenilemek için çakıl sermişler. Hızımı iyice düşürmem gerekiyor. Bir
kamyonun arkasına takıldım. O vasıtanın ışıklarını takip ederek önümü daha
kolay görürüm diye hesap ettim. Hesap çarşıya uymadı. Yola serilen çakıllar
buna müsaade etmedi. Kamyonun tekerlerinden bu kez dolu yağarcasına çakıllar
arabama çarpmaya başladı. Takibi bıraktım istemeyerek.
Cankurtaran’ın
zirvesi dar bir yol ile yüksek kayaların bir yan yüzünden geçilir. Önümde
tehlikeli yol vardı. Zirveyi sağ salim aşabilirsem yolculuğun en tehlikeli
kısmını bitirmiş olacaktım. Yirmiyle, otuzla giderek zirveyi aştım. Bu ne
güzellik. Sis, pus yok oldu. Kara bulutlar çok yukarılarda Doğu Karadeniz
Dağlarının doruklarında gözüküyorlardı artık.
Borçka’ya doğru yol alırken yüzümüzde
gülücükler oluştu. Kendi ilçeme çok az yol kalmıştı. Şavşat’a girerken etraf
günlük güneşlikti. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımın geçtiği topraklara
varınca karabasanlarla saatlerce devam eden yolculuğumun yorgunluğunu
unutuverdim.