Babamın sabahın ilk saatlerinde uyandırmasıyla güne
başlardık yaz aylarında. Babamın yaşadığı yıllarda kendimi adlandıramayacağım
bir güven içinde hissederdim. İşlerin yürütülmesinde kantarın topuzu benden
yana sarkardı. Yine de evde bir büyüyün, hele de çocukluğumun kahramanının
olması farklı bir güzellikti. Özgürlük ufkum daha engindi böylelikle babamlı
yıllarda. Kaygısız yıllar…
Yaz ayları köyde en acı çalıştığımız zamanlar
olmuştur sürekli. Gün doğmadan yatağa veda etmek… Uyku mahmurluğunu yenmeden kahvaltı; hedef
çayır ya da tarlalar. Elde çelik dirgen ve tırmıklar. İlkokullarda, orman
kıyımını çağrıştırıyor diye son yıllarda öğrencilere öğretilmesi sakıncalı
görülen bir çocuk şarkısı vardır. “Baltalar elimizde uzun ip belimizde/ Biz
gideriz ormana…” Bu şarkının melodisini
çok sevmiştim ilkokul yıllarımda. O hoş şarkıya nazire yaparcasına haziran
ortalarından abartısız ağustos sonuna kadar biz de dirgen ve tırmıklarla tarla
ve çayırlara gittik. Bize, tırpanla, dirgenle çayırlara gitmek sakıncalıdır
diyen de olmadı!
Köylerimizde
insan erozyonu ve heyelanının yaşanmadığı altmışların sonu yetmişlerin tam
göbeğindeki yıllarda yaşandı öyküme konu olan olaylar. Genelden özele geçelim.
Bırakalım köyün üç gün üç gece süren düğünlerini. Tadına doyum olmayan yaylacılık
günlerini. Kavak yellerinin başlarımızda hızlı esişini…
Babamın
uyarması ile yeni bir temmuz gününe gözlerimi açtım. Bir gün öncesinin Adem
Baba usulü çalışmanın yorgunluğunu yetesiye yenmiş değildim. Sanki babam
bizimle çalışmamış. Hiç yorulmazdı. İyi su verilmiş çelik gibi. Dinç ve
özgüvenli. Çalışmaya gönüllü. Erkenden kalkmış. Görev bilinci tam bir manga
komutanı edasıyla günün çalışma planını yapıyor kafasının içinde... Çalışmaktan
zevk alan yıkılmaz bir ulu çınar. Kahvaltının hazır olduğunu söylüyor.
“Haydin
gençler. Sıkın dişlerinizi! Havalar böyle açık giderse üç günde toparlarız
büyük çayırda işlerimizi. Çaylar hazır…” Bu sözler kız kardeşim ve bana…
Güneş
yüzünü komşu Karaköy’ün sırtlarından göstermeye henüz başlamıştı. Evimizin
karşısındaki ormanda kuşların korosu görevini eksiksiz yapıyordu. Yaz ortasında
bile diş sızlatan evimizin önündeki çeşme suyundan yüzümü yıkayıp kahvaltı
masasında yerimi aldım. Eşim, gelinimiz babam ve ben. İlkokul okuyan kız
kardeşim de gönüllü olmasa da bize katıldı. Çocukların uykusu balın en
tatlısından elbette. Hele de bulutlara komşu yaylalara yakın oksijeni bol bir yerde
yaşanıyorsa sabah uykusunun en hoş anlarında bir çocuk için erkenden uyanmak
hiç de kolay değil elbet. Köy çocuğusun, ipin bir ucuna yapışmak var yazgısında…
Yemekteki
hızımız savaşta cephe önlerindeki askerlerin yemek yiyiş hızından farksız olur yaz
aylarında. Kahvaltı bitti. Yıldırım orduları sefere hazır durumda… Hedef,
evimize en uzak büyük çayır… Kadınların ellerinde öğle yemeği için
hazırladıkları çıkın. Babamla ben dirgen tırmık ve sayır araçları taşıyoruz.
Bizler
çayıra giderken bir yaşını henüz doldurmuş oğlum ve onun sütannesi keçimiz
öykünün gerçek kahramanları. Onlarsız yavan olur öykümüz. Keçilerden anlatalım
birazcık. Sevgili anneciğimin sütü yeterli olmazmış. Keçi sütüyle beslemiş
beni. Eşimin de sütü yeterli gelmiyordu oğlum için. Yayladan bir karakeçi
getirdik köye. Evimizin çevresinde, derenin karşı düzlüklerinde çimenler
ganimet. Keçiyi evin yakınında bir ağaca uzun bir iple bağlayıp bizler tarlaya
çayıra dağılıyorduk. Gün içinde birkaç kez hayvanın yerini değiştirilirdi.
Keçilerin
aile yaşantımızda yeri bir farklıdır. Benim, oğlumun ve kızımın sütanneleridir
keçiler. Ailemizin de en önemli geçim kaynağı olmuştur keçilerimiz. Sekiz
yaşında bir çocuktum. Babam koyunlarımızı Hopalı arkadaşlarının keçileriyle
deyiş-tokuş yaptı. Hala anımsarım seksenin üzerinde bir keçi sürüsüz olmuştu.
Aynı biçimde amcamlar da koyunlarını keçiyle değiştiler. Yayla evimizin önüne
büyük bir keçi sürüsü gelirdi. Keçiler koyunlara göre en az iki kat süt verir.
Keçiler,
özgürlüğüne aşırı düşkün hayvanlardır. Ormanların en kuytu yerlerine dalarlar
gözü kara. Daha ilkokul birinci sınıfta tattım keçi çobanlığını. Keçileri güden
amcamın oğlu Ahmet Ağabey üç gün keçilerin çobanlığını bana bıraktı. Maki, huş,
gürgen ağaçlarının bol olduğu dağların yamaçlarında otlatacaktım keçi sürümüzü.
Hayvanlar ormanın derinliklerine yayılıp gözden kayboluyorlardı. Bazen ancak
birkaç hayvanı görebiliyordum. İçime bir korku düşerdi. Keçiler geri gelip
yayla düzlüklerine dönebilecekler mi diye. Neyse ki hayli zaman sonra hayvanlar
toplanıp geri gelirlerdi. Uzun bir süre geviş getirerek dinlenip bir daha
ormana dağılır, akşama doğru sürü toparlanır yaylaya dönüş başlardı...
“Keçiyi
yardan uçuran bir tutam ottur.” Bir tutam ot için onulmaz yerlere, kayaların
el-ayak tutmaz yamaçlarına korkusuzca dalan keçilerden bir keçiyi köyde tutmak
o hayvan için bir esaretti. Bir uzun
iple ağacın gölgesine bağlanması; ayağına pranga takılan mahkûm gibiydi
keçimiz. Koşulların zorlaması, yapacak daha makbul bir çare yoktu. Yayla uzak.
Köyler karanlık, henüz cereyan yok. Buzdolabı haliyle yok.
Evde, yemek, bulaşık, çamaşır yıkamak artı
erkeklerle birlikte araziye çıkma zorunluluğu vardır kadınlarımızın. Tüm
çilekeş Anadolu kadınının kara yazgısını bölgemizin kadınları da nasibini alıyordu.
Başta annem olmak üzere eşim, gelinimiz, kız kardeşim bu yolun yolcusuydu.
Gündüz erkeklerle dışarıda, akşamları ve sabahın ilk saatlerinde ev işlerinde
çalışmak… Kadınlarımızın kaderi olmuştur maalesef. Annem yaylada tek başına
çile doldurur. Hayvanları sağımı, sütün işlenmesi onun mutat işleriydi.
Sıcakların
en harharlı bir temmuz günü başlıyordu. Biz büyükler çayıra giderken evde
sadece kardeşim kaldı. Bebeğe bakacak, becere bilirse keçinin yerini
değiştirecek. Çayıra doğru yöneldiğimizde güneş ufuktan hayli yükselmiş,
doğamız altın ışıklara bezenmişti. Börtü böcek canlanmış, evimizin karşısındaki
alabildiğine geniş iğne yapraklı ağaçlarla bezeli orman denizinin kuşlarına
nazire yaparcasına şarkılarına başlamıştı. Masmavi göğümüz o gün tanımsız bir başka
maviydi. Bulutsuz. Karadeniz’in tanımsız güzel yemyeşil doğasının güzelliğine
eş pırıl pırıl bir mavi. Yer yeşil, gökyüzü masmaviydi.
Sabah
çayı, kuşların şarkıları, kış aylarında yüzünü gösterdiğinde yetim gömleği diye
adlandırılan güneşi parlak ışıkları hepimizde tatlı bir çalışma azmi uyandırdı.
Biçilen otları ıslatmadan yeşil yeşil toparlamak çiftçiler için düğün
bayramdır. Havalar tutmuştu. Kısa sürede 15 kağnı arabalık otlarımızı toparlama
şansımız vardı. Erzurum Radyosu yurdumuzda havaların açık ve güneşli geçeceğini
muştulamıştı önceki akşam. Dünyaya açılan tek pençeydi o yıllarda radyo. Hasat
döneminde en çok hava raporları, kış aylarında radyo tiyatroları ev popüler
programlardı benim için.
Bir
saate yakın yürüyerek çayıra vardık. 15 dönümlük çayırda ırgat da çalıştırarak
iki güne biçilmiş çimenler bizi bekliyordu. Kısa bir dinlenmeden sonra
dirgenlere sarıldık. Dört eleman gücümüzü sonuna kadar harcayacaktık. Önce
çimenler alt-üst edilecek. Çayırın çevresinin otları tırmıkla toparlanacak.
Kuruyan otlar bir araya biriktirilecek… Çalışmaya devam ederken evde
bıraktığımız bebek, keçi hep aklımda. Acaba kız kardeşim keçinin yerini
değişirken ya keçiyi kaçırırsa durum ne olur? Kaçan keçi bulunur mu? Bebeğimizin
süt sorunu kısa süre de nasıl çözümlenir? Köyde yaşam hiç de kolay değildir. Akşamleyin eve döndüğümüzde bizi hangi sürpriz
bekliyordu…
Öyküm bitmedi, devam edecek.