Evimize en uzak ve en büyük çayırımızda gün akşam
olmuyordu bir türlü. Sadece öğlen yemeği için kısa bir süre mola verdik. Güneş
adeta dünyamıza iyice yaklaşmış, başımızın üzerinde kızıl bir ateş topu olmuştu.
Ter tırnağımızdan çıkıyordu. Bardak bardak su içiyor, biraz sonra yine
susuyorduk. Yarış vardı zamana karşı. Tam kıvamında biçmiştik çayırı. Yeşil
çimenleri kurutabilirsek babamın keyfine diyecek olmayacaktı. Çimenlere yağmur
değmeden kuruması koyunlarımızın uzun kış günlerinde iyi beslenmelerinin
garantisi demekti.
İkindiye
doğru normal koşullarda ailece iki günde bitirilecek işleri yoluna koymakta
hayli yol aldık. Çimenler yığın yerine yaklaştırıldı. Babamla ben üç adet, her
bir iki kağnı arabalık yığın yapacağız. Kadınlar, bileğe kuvvet, ellerinde
tırmıklar dirgenle toplanan yerlerde kalan otları tırmıklayıp yığın yerine
taşıyacaklar.
Temmuz,
ağustos ayları ölümüne çalıştığımız aylardır ailece. Babam hırslı bir adamdı. 50-60
doğuracak koyun beslemek ailemiz için yeterliydi. Oysa 70-80 koyun beslerdik en
azından. Sürüsünün çokluğundan tanımsız mutluluk duyardı babamız. Koyunlar yayılırken
o güzel hayvanları seyretmek hayattaki en büyük zevkiydi. Her ne kadar yorgun
olsa bile üşenmez zaman zaman kavalını alıp “Kara Koyun” ezgisini büyük bir
zevkle çalardı. Kara Koyun öyküsünü babamın hoş anlatımından dinlemekle geçti
çocukluk yıllarım. Öykü ve yanık kaval sesi hala kulaklarımda çınlar. Sürünün
kalabalık olması güzel, lakin ekim kasımda yağan karlar ancak mart sonlarında
erir köyümüzde. Ve koyunlara yetesiye ot devşirmek için ölümüne çalışmak
gerekiyordu.
Güneş
Yavuzköy’ün sırtlarınının arkasında kayboldu. Havada tatlı bir serinlik oluştu.
Terimiz kurudu. Yığınları tamamladık. Köy imamımız Fahmettin Hoca güzel sesiyle
akşam ezanını okuyordu. Eve dönme vakti
gelmişti. Yorulmuştuk. Yine de verimli
bir çalışma yapmanın mutluluğuyla yorgunluğumuzu fazla hissetmiyorduk. Hafif
ılık bir rüzgâr yüzümü okşuyordu. Bir an önce eve varıp; ilk göz ağrım oğlumu
ve onun sütannesinin gününün nasıl geçtiğini öğrenmek istiyordum.
Eve
yaklaştığımızda köyde kalan yaşlı çoban köpeğimizin havlayarak karşıladı bizi. Yaşlanmasından
olsa gerek eve iyice yaklaşıncaya kadar bizi tanımadı. Böyle vukuatları hayli
fazlaydı. Karanlık bastığı geç saatlerde eve dönerken havlardı çoğu kez…
Köpeklere has olan özgün hissetme, duyma duyularını demek ki kaybetmişti yaşlı
Muro’muz.
Eve
varınca yorgunluk atmak adına sekiye sırt üstü uzandım. Eşim ve gelinim çay
yapma, akşam yemeği hazırlama telaşına düştüler. Evin koruyucusu kız kardeşim
günü nasıl geçirdiğinin anlatırken ağlamaya başladı aniden. Bebek mışıl mışıl
uyuyordu. Evde gözle görülür bir eksiklik gözükmüyordu. Bu kız niye ağlıyordu
acaba? Başladı anlatmaya:
“Hoşnaz
yenge ve Muhammet amca çayırlarında çalışıyorlardı. Gün batmak üzere yengemi
çağırdım. Yengem keçiyi sağdı. Yengem gitti. Hayvanı getirip kome (koyun-keçi
barınağı) kapatmak için ipini çözdüm…”
Kardeşimin
ağlaması başımıza gelen olayı anlatıyordu. Keçi azat olmuş. İpiyle birlikte
kaçmış. Evimizin karşısı iğne yapraklı orman denizidir. Söğüt ağaçlarıyla
bezelidir küçük deremizin ilerisi. Ve nihayeti yayvan yapraklı ağaçların
oluşturduğu orman evimizden daha da aşağılardadır. Keçimiz kim bilir hangi
tarafa doğru ilerledi. Sabah ola hayrola. Keçiyi arama gibi bir gaile beni
bekliyordu yeni günde. Neredeyse yatsı oldu. Yapacak bir şey yoktu. Kocaya
kaçan kızlar hemen bulunamadığı gibi kaçan keçide hemen bulunamazdı. Hele de
güneşin battığı, ayın da uzak göklerde olduğu zaman…
Babam
hemen olaya müdahale edip kardeşimi teselli etti.
“Üzülme
kızım, keçi kurdun nasibi ise elden bir şey gelmez. İnşallah nasipten
çıkmamıştır…” Babam böylesi olayları gayet makul karşılar, bir kuzuyu kurt
kapmış, keçinin bir aniden ölmüş… Böylesi durumlar koymazdı babama…
“Kral
öldü, yaşasın yeni kral.” Keçi bulunmasa oğluma yayladan başka keçi
getirebiliriz. Fakat bir hayvanın kaybolması hoş değildi. Kim bilir başına ne
geldi. Ormanın derinliklerinde kurda, kuşa yem mi oldu. Bir yardan mı uçtu?
Sabahleyin keçiyi arayacaktım öncelikle. Akşam yemeğini geç saatte yedik. Evde
kaygı ve hüzün vardı. Zaman ilerledikçe keçinin kaybolması hepimizi kedere
boğdu. Her fırt çektiğimde yorgunluğumu
an ve an gideren çay da azaltmadı kayıp keçimizin ruhumda oluşturduğu acıyı…
Oğlumun
sütannesi keçimizin kaçıp ormanın derinliklerinde kaybolması kurda kuşa yem
olması demekti büyük olasılıkla. Bir sevimli hayvan acımasız kurda rast gelirse
acılar çekerek can verecekti… Böylesi olumsuz düşüncelerle yatağa girdim.
Sabahlara karar karabasanlar doldurdu uykumu.
Fiziki yorgunluğumda kötü kötü kâbuslar görmemin bir nedeniydi.
Yeni
bir güne uyandığımda henüz güneş doğmamıştı. Babama.
“Ben
keçiyi arayacağım. Geç kalırsam kahvaltıya beni beklemeyin…” diyerek evden ayrıldım.
Elime aldığım bir dilim ekmeyi yiyerek keçinin kaçtığı yöne doğru yürümeye
başladım. Çayırları bitirip yayvan yapraklı ormanın kıyısına vardığımda
kararsız kaldım bir an. Hangi yöne gidecektim?
Önümde birçok olasılıklar vardı. İleride uzun ve derin bir vadi
uzanıyor. Keçinin vadi tarafına doğru koştuğunu söylemişti kardeşim. Keçilerin
yayıldığı yayla vadinin sağ tarafta kalıyor. Daha farklı yönlere doğru yönelme
olası da vardı hayvanın. Orman içlerine dalmadan önce kalbimin sesini dinledim.
Bir tarafa yönelecektim. Acaba hangi tarafa yönelmeli! Hayli düşündüm… Derin vadiye doğru yürümeye karar verdim bir
anda.
Keçiyi bulabileceğime inancım artmaya başladı.
İçimde bir ses yürü diyordu. Durmadan yürü. Hem de hızlı hızlı. Napolyon, Moskova
seferine çıkarken seferin tehlikelerinden bahseden kurmaylarına, “Bir kuvvet
beni o yöne itiyor. Yürümeliyim…” dediğini söylerler. Aynı tehlikeyi Hitler’e
de anlatırlar. Hitler de, “Orda bir kilitli kapı var. Engelleyemediğim bir
kuvvet bana o kapıyı açmamı salık veriyor. Duramam.” Dediği bilinir. Tarihte
yerlerini alan bu iki insanın belli ki, kafalarının bir ya da birkaç tahta
eksikti. Seferlerinin sonucu bilinir. Hüsran. Benim olumsuz bir düşüncem yoktu.
En insani duygularımla keçiyi bulmaktı biricik amacım. Şanda şöhrette de gözüm
yoktu. Aradığım bir karakeçiydi nihayet.
Vadinin
dik yamacında çayın akarına doğru yürümeye başladım. Gitgide hızım ve ümidim
artıyordu. Biraz sonra ak köpükleriyle şırıl şırıl akan çayın kıyısına vardım.
Suyun akış yönüne biraz daha yürüdüm. Fazla da gidecek mesafe kalmamıştı. Az
ileride yalçın bir kaya vardı. Bir anda suyun kenarında büzülmüş, kulakları
aşağı sarkmış duran keçiyi gördüm. Acınacak bir durumu vardı. Bir ağacın yanı
başında duruyordu. Boğazındaki iple ağaç arasında yarım metre mesafe yoktu.
Demek
ki, on metreye yakın ipin ucu ağaçla bir taşın arasına sıkışıp hayvanın ileriye
gitmesini engellemiş. Bu kez hayvan ilerisi meçhul yoluna devam etmek için
ağacın etrafında dönüp durmuş. Her dönüşünde özgürlüğü sınırlanmış. Şansı yine
de yaver gitmiş. Önüne can düşmanı bir kurt çıkmamış… Paha biçilmez bir gömüt
bulanların mutluluğu sardı benliğimi.
Evden
ayrıldıktan yarım saat sonra keçiyi elimle koymuşçasına bulmayı hayal bile
etmiyordum. Aradan yıllar geçti. Keçiyi bulduğum yere beni hangi duygu
yönlendirmişti? Olayın ulvi bir yönü var mıydı? Yaşadığım özgün olayı gizemini
hala çözmüş değilim. Belki de kalbimin sesini dinlemenin sonucuydu unutamadığım
o günün unutulmaz serüveni.