Hemen söyleyeyim Sulanat benim doğduğum kır
evimizdeki mahallemizin adı. Mahalle dediysem birçok ailenin oturduğu birim
anlaşılmasın. Sürekli oturan iki aile ve iki de amcalarımın merek(samanlık),
komdan(küçükbaş hayvan barınağı) oluşuyordu dağların dibinde bir küçük mahallecik.
Mahallemiz köyümüzden ortalama 2 km uzaklıktadır. Evimizin az ilerisinde
minicik bir deremiz tatlı şırıltısıyla müzik zevkimizi tatmin eder. Derenin
ilerisinde ahlat ve çam ağaçlarıyla kaplı Küçük Meşe’miz var. Küçük Meşe
oldukça düz bir arazi parçasının adıdır.
Ve
Küçük Meşe’mizin ilerisindeki yamaç bir orman denizidir; kudretten büyüyen
köknar ve çam ağaçlarıyla kaplı. İlkbaharlarda ormandan gelen kuş sesleriyle
uyanırdık. Uyku baldan tatlıdır derler. Köy çocukları için yetesiye ne balı ne
de uykuyu tattık yetesiye. 7’den 70’e herkese bir iş vardır köy yerinde.
Erkenden uyandırılırız sabahın ilk saatlerinde. Çeşmeden su almak mı, ahır
temizliği mi daha neler neler! Mevsim ilkbahar ya da sonbaharsa okul saatine
kadar evimizin köy tarafındaki çayırlarda koyunları otlatırdık. Çoban kahvaltı
yapıncaya kadar biz çocuklar sorumluyduk koyun sürüsünden.
Kısa
kış günlerinde erkenden kahvaltı yapar okulun yolunu tutardık erkek kardeşimle.
Mahallemiz rakımı ucu ucuna tam 1500 metredir.
Bulutlara komşu bir yurt köşesi, kasımda başlar bizde kar yağmaya. Mart
sonuna kadar doğamız karla örtülüdür.
Evimizin
karşısından Şavşat-Ardahan Karayolu geçer. Bu yol 2500 metre yüksekliğe
yaklaşan Sahara Dağı üzerinden Ardahan köylerine ulaşır. Daha sonbaharın son
günlerinde karayolu kardan kapanır. Motorlu araçları ancak mayıs ayı sonlarında
yolda görebilirdik. Uzun kış boyu ilçemizin köylerinden Ardahan gidenler ya da
Ardahan’dan Şavşat köylerine yolculuk yapanlar yayan olarak dağı aşarlardı.
Sahara
Dağı’nın bed dualı olduğuna inanılırdı. Dağ her kış bir kurban alırdı. “Sahara
’da bir kişi boğulmuş!” Haberi kısa sürede köylerde konuşulan en önemli haber
olurdu. Yolcu dondu denmezdi, boğulmuş derlerdi. Donanlar üzerine ağıtlar
yakılır. Keşkeler havada uçuşurdu! Madem hava bozuktu. Dağda sis vardı! Adam
tek başına niçin yola çıkmış! Rüzgâr
hızını artırıyordu madem, yolcu keşke geri dönseymiş! Sonunda hüküm verilirdi!
Kaderden kaçılmaz (!) Oysa Allah insanlara akıl, irade vermiş. Bozuk havada aşılmaz
dağları aşmaya karar verir iradeni o yolda kullanırsan sonucunda suçu kadere
yüklemenin gerçekçi bir açıklaması olamaz…
Okuldan
eve dönerken daha evimizi uzaktan görünce çatıda iki ayrı duman yükseliyorsa
gökyüzüne, demek ki, konuğumuz vardı. Ocaklı (şömine) evde soba yanardı her
gün. İkinci duman konuk odasının sobasından yükselirdi. Konuk olduğunda, eve girince
önce çantamızı bir tarafa bırakır, merakla konuk odasına geçerdik. Acaba nasıl
insanlar yeni konuklarımız diye garip bir merak içinde olurduk. Önde ben
arkamdan kardeşim konuğa hoş geldin der, elini öperdik. Biraz sonra da ailece
oturduğumuz odaya geçerdik.
Akşam
yemeği faslı biter, yine konukların yanına gider onların babamla yaptıkları
sohbetleri dinlerdik ilgiyle. Boş solüsyon tenekesinden bir kumbaramız vardı.
Biraz da utanarak konukların önüne sürerdik kumbaramızı. Şansa ne gelirse, 5-10
hatta 25 kuruş atanlar olurdu kumbaramıza. Kumbaraya atılan paranın şıngırtısından
paranın miktarını hissederdik. 25 kuruşların sesi daha gür çıkardı
elbette.
Konuklar
hava durumuna göre birkaç gün evimizi şenlendirir. Havanın düzelmesiyle
klasikleşen, “Yedik içtik, Allah bereket versin…” sözleriyle bize veda
ederlerdi. Kapımız herkese açıktı. Konuk rızkını da beraber getirir derdi
büyüklerimiz. Yaz aylarında da evimizde konuk eksik olmazdı.
Aradan
yıllar geçti. Bir yaz mevsiminde Sulanat ’tayım. Çayır biçmelerin ortasındayız.
O günlük çalışmaya son verip eve döndük. Güneş batmak üzere. Balkonda oturdum
güneşin evimizin karşısındaki ormandan çekilmesini izliyorum. Bazı köylüler
dirgen, tırmık omuzlarında karayolundan köyümüze doğru yürüyordu. Konuşmalarını
duyabiliyordum. Bir adam çayırdan dönen kadınlara sordu:
“Karşıdaki
evin sahibinin adı nedir?” Kadın babamın adını söyledi. Az sonra iki adam
kapımıza geldi.
“Ali
Ağa, bu geceyi sizde geçirmek istiyoruz, konuk kabul eder misiniz?” Babam
adamları buyur etti. İlginçtir, adamın birisinin kolunda bir atmaca vardı.
Konuk odasına girince atmacayı yemek masasının üstüne bıraktı. Hayvan gayet
mağrur bir tavırla sessizce bırakılan yere tünedi. Kuşun sakin halinden, hayvan
terbiye edilmiş zannettim. Adam anlatmaya başladı. Zaten şiveleri kendilerini
ele veriyordu. Rizeliydi konuklarımız.
“
Rize’den Ardahan’a gidiyoruz kamyonla. Arabayı ileride bıraktık. Tahminen
öğleydi. Yavuzköy’den geçerken havada şu atmacayı gördük. Ve arabayı kenara
çekip bıraktık. Kuşu takip ettik. Sizin evin karşısındaki ormanın yukarısındaki
sırtı aştık kuşun peşinden. Atmaca yakalama düzeneğimiz, bir serçe kuşu ve ağ
elbette bizimle bileydi…” Hayret ve ilgiyle Rizeliyi dinliyorduk.
“
Nihayet ta aşağılarda çam ormanını kenarında atmaca tuzağımıza yakalandı.
Rize’ye döndüğümüzde bayram edeceğiz… Yarın Ardahan’a gidip kasaplık hayvanları
arabaya koyduğumuz gibi hemen Rize’ye döneceğiz…”
Söylenecek
söz yoktu. Akşam yemeği, kırtlama çay derken uykunun kollarına bıraktık
kendimizi. Uzun sıcak günde tırpanla çalışmak yorucudur. Sabahleyin konuklar
kahvaltı yapmadan kamyonlarının yanına gittiler. Zaten Ardahan’a bir saatten
erken varırlardı. Güneş ufuktan yüzümüze gülmeye başlamıştı. Kahvaltıya kadar
serinde ne kadar çok çayır biçersek kardır diye çayıra yöneldik.
Evet,
köylerimizde geçen yıllarda konukseverlik vardı. İnsanlar Allah rızası için kapılarını
çalanları geri göndermezdi. Rahmetli annem, “Her geceyi kadir bil, her geleni
Hıdır bil…” derdi. Annem-babam ve daha eskilerimiz kelimelerle anlatılamayacak
düzeyde hoşgörülü, konuksever insanlardı.
Günümüzde
köylerimiz o eski köyler değil artık. İnsanlar büyük kentlere göç etti. Okullar
kapandı. Kuşaklar arasında bağlar koptu. İnsanımız doğduğu yerde değil doyduğu
yerde yaşıyor artık Yaşlılar gençleri gençler yaşlıları tanımıyor haliyle. Çayırda-tarlada,
bağda-bahçede karşılıksız yardımlaşmalar konukseverlik… benzeri güzel gelenek
ve görenekler yıl yıl erozyona uğradı…