Hamd, -âlemlerin rabbi olan- Allâh’a mahsustur. O’na hamd eder, O’ndan yardım ve mağfiret dileriz. Nefislerimizin şerrinden ve amellerimizin kötülüğünden O’na sığınırız. O’nun hidâyete erdirdiğini hiç kimse saptıramaz, saptırdığını ise hiç kimse hidâyete erdiremez. Şehâdet ederim ki, Allâh’tan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ve yine şehâdet ederim ki, Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem O’nun kulu ve Rasûlüdür.
Bundan sonra:
Hamd ve hüküm, Allâh Subhânehu ve Teâlâ’ya mahsustur.
Bilindiği üzere, Nebîler, Allâh’u Teâlâ’nın insânlar içerisinden seçerek kendilerine vahyettiği, kendilerine vahyolunanı da insânlara ulaştırmakla görevli kıldığı kimselerdir. Allâh Subhânehu ve Teâlâ, tevhîd dînini insânlara ulaştırmakla görevli kıldığı nebîlerine diğer insânlardan ayrılacak bazı özellikler vermiştir ki bu, onların Allâh tarafından seçilmiş kişiler olduğuna delîl olsun. İşte o özelliklerden bir tanesi, nebîlerin mâsum olmaları yani “ismet” sıfatıdır.
Haricîlerin Fudayliyye fırkası dışında bütün ümmet, nebîlerin küfre düşmekten mâsum oldukları hususunda icmâ etmiştir. Fudayliyye fırkası nebîlerin küfre düşebilecekleri görüşündedir. Haşeviyye fırkasına göre: Nebîler, büyük ve küçük günahları işlemeye teşebbüs edebilirler. Mutezile fırkasına göre ise: Büyük günah işlemezler fakat küçük günahlara teşebbüs edebilirler. [Bak: er-Râzî, Nebîlerin Mâsumiyeti: 13.]
Ehl-i Sünnet’e göre nebîler, küfür ve her türlü günahı işlemekten mâsum olup, bu fiiileri işlemekten Allâh’u Teâlâ tarafından korunmuşturlar. Âdem aleyhisselâmla başlayan Muhammed aleyhisselâm ile sona eren nebîler topluluğunun tümü mâsumdur. Onların mâsumiyetini zedeleyecek olan inanışlar, âmentünün esasından olan nebîlere îmân şartını zedelemektedir. Bununla da kalmayıp onların getirdiği dîn hakkında şüphelerin oluşmasına yol açmaktadır. Zîrâ nebîler emin ve mâsum kimseler değillerse, tebliğ ettikleri şeylerde hata edebilirler, nefislerine uyarak insânları çıkarları doğrultusunda kullanabilirler. Oysa onlar, tüm bunlardan münezzehtirler. Allâh Subhânehu ve Teâlâ, son nebî ve kendisinden sonra rasûl gelmeyecek olan Muhammed aleyhisselâm hakkında şöyle buyurmaktadır:
“Eğer o bizim adımıza birtakım sözler uydursaydı, onu elimizle yakalar, sonra da onun şah damarını keserdik.” (Hakka: 69/44-46)
“Âyetlerimiz kendilerine apaçık birer delîl olarak okunduğunda, bize kavuşmayı ummayanlar: ‘Ya (bize) bundan başka bir Kur’ân getir veya onu değiştir’ dediler. (Onlara) De ki: ‘Onu (Kur’ân-ı Kerîm’i) kendi görüşlerimle değiştirmem benim için olacak şey değildir (benim buna yetkim yoktur). Ben ancak bana vahyolunana uyarım. Eğer Rabbime (karşı gelerek) is-yân edecek olursam, elbette büyük bir günün azâbından korkarım’.” (Yûnus: 10/15)
“O, hevadan (kendi istek, düşünce ve arzularına göre) konuşmaz. O (söyledikleri), yalnızca vahyolunmakta olan bir vahiyden başkası değildir.” (Necm: 53/3-4)
Bu ve benzeri âyet-i kerîmeler nebîlerin, Allâh’u Teâlâ’nın kendilerine vahyettiğinden başkasını yapmaya kudret ve güçlerinin olmadığını açıkça ifâde etmektedir. Tüm nebîlere ilk vahyolunan ise tâğutların alaşağı edilerek Allâh’ın tevhîd edilmesidir.
“Senden önce hiçbir Rasûl göndermedik ki ona: ‘Benden başka ilâh yoktur; o halde bana kulluk edin’ diye vahyetmiş olmayalım.” (Enbiya: 21/25)
“Andolsun, biz her ümmete: ‘Allâh’a kulluk edin ve tâğuttan kaçının’ diye bir rasûl gönderdik.” (Nahl: 16/36)
Âyetlerde ifâde olunduğu üzere tüm nebîlere tevhîd vahyedilmiş ve tebliği istenmiştir. Sahte ilâhlara yani tâğutlara kulluk edilmesi ise yasaklanmıştır. Tüm nebîler, işte bu esaslar üzere gönderilmişlerdir.
Nebîler, tâğutların saltanatlarını yıkarak ibâdetin yalnız Allâh Azze ve Celle’ye yapılması için mücâdele etmişlerdir. İbrâhim aleyhisselâm Nemrut’la, Mûsâ aleyhisselâm Fir’avun’la Muhammed aleyhisselâm Ebû Cehil’le ve ismini zikretmedi ğimiz diğer nebîler, kavimleri içinde bulunan müstekbirliği meslek edinmiş tâğutlarla mücâdele etmişler, hatta bazıları bu uğurda şehid edilmişlerdir.
Yûsuf aleyhisselâm’da o nebîlerden bir nebî ve nebî soyundan gelen şerefli bir kuldur. Ne var ki, muvahhidlerin önderlerinden olan bu nebî, hayatında iftiraya uğradığı gibi vefatından sonrada iftiralara uğramıştır. Kendisine atılan iffetsizlik iftirası bizzat Kur’ân’ın haber vermesiyle bertaraf edilmiştir. Ancak kendisinin vefatından binlerce yıl sonra iki tâife daha ona iftira atmıştır. Bunlardan birinci tâife tâğuti düzenlerde şirk kanunlarına göre görev alma isteğinde olan “partici” kesimdir. İkinci tâife ise tâğuti düzenlerin şirk kanunlarından hüküm istenebileceğini iddia eden “münâfık” kesimdir. Her iki tâifede Yûsuf aleyhisselâm kıssasından kendilerine göre bazı şeyler söyleyip, yaptıkları küfrî amellerinin dayanağı olarak, -maalesef – Yûsuf aleyhisselâm’ı göstermektedirler…
Yûsuf aleyhisselâm için böylesi bir şekilde kanaât sâhibi olmaktan, âlemlerin rabbi olan Allâh’a sığınırız. Yûsuf aleyhisselâm, iktidardaki tâğutun bekâsı adına onun sisteminde görev almadığı gibi, esaret altındayken dâhi tâğuttan hüküm istememiş ve ona ibâdet etmemiştir. Bilakis o, tâğutların düzenlerini başlarına geçirerek tevhîdi hâkim kılmak için gönderilmiş bir nebîdir. Allâh’u Teâlâ’nın: “Andolsun, biz her ümmete ‘Allâh’a kulluk edin tâğuta kulluk etmekten kaçının’ diye (emretmeleri için) bir rasûl gönderdik” (Nahl: 16/36) buyruğunda beyân olunduğu üzere nebîlerin ve rasûllerin görevi tevhîdi hâkim kılarak tâğutları devirmektir.
Sonra iftira sâhibleri Yûsuf aleyhisselâm’ın dilinden dökülen şu sözleri nasıl idrak edemeyip, Allâh’ın bir nebîsi olan Yûsuf aleyhisselâm’ın mâsumluk sıfatını ibtâl eden bir îtikâda sâhib olabilirler?
“Ben atalarım İbrâhim’in, İshâk’ın ve Yakûb’un dînine uydum. Allâh’a hiç bir şeyle şirk koşmamız bizim için olacak şey değildir. Bu, bize ve insânlara Allâh’ın lütuf ve ihsanındandır. Fakat insânların çoğu şükretmezler. Ey zindan arkadaşlarım, birbirinden ayrı (bir sürü) rabbler mi daha hayırlıdır, yoksa kahhar (kahredici) olan bir tek Allâh mı? Sizin Allâh’tan başka taptıklarınız, Allâh’ın kendileri hakkında hiç bir delîl indirmediği, sizin ve atalarınızın ad olarak adlandırdıklarınızdan başkası değildir. Hüküm, yalnızca Allâh’ındır. O, kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan dîn işte budur, fakat insânların çoğu bilmezler.” (Yûsuf: 10/38-40)
Yûsuf aleyhisselâm, hapiste mustazaf bir konumda iken dâhi zindan arkadaşlarına “Hüküm, yalnızca Allâh’ındır. O, kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emretmiştir”demekle, Allâh’ın kendisine vahyettiğini tebliğ ediyor ve kendisine isnâd edilen “tâğuti düzende görev aldı” ve de “hüküm için tâğuta başvurdu” iddialarının birer iftira olduğunu -anlamak isteyenler için- açık bir şekilde gösteriyor…
Yukarıda ifâde edildiği üzere nebîlere bu gibi iftiraları atanlar, onların mâsumiyet sıfatını yok saymaktalar. Allâh’ın tevhîdi tebliğ etmekle görevlendirdiği nebîlerinin, şirk işleyebilir olduğunu söylemekte ve savunmaktalar. Bu kimseler, âmentünün aslında dâhi Allâh’a geçerli bir şekilde inanmamış kimselerdir. Rabbim bu kimselere bir an önce tevbe ederek dîne dönmeyi nasip etsin. Allâhumme Âmin.
Hamd ve hüküm, Allâh Subhânehu ve Teâlâ’ya mahsustur.
Ümmetin âlimlerinin üzerinde ittifak ederek söyledikleri şudur: “Hâkimiyet kayıtsız ve şartsız Allâh’a aittir. Allâh’ın hâkimiyetine el uzatmaya çalışan veya onun kendisinin de hakkı olduğuna inanan, Allâh’ın indirdiklerini değiştirerek veya reddederek veyahut yürürlükten kaldırarak kendi hükümleriyle hükmeden herkes kâfirdir. Allâh’ın kanunlarının haricindeki kanunlarla hükmedenler isterse bu kanunları kendileri kanunlaştırmasalar da hüküm aynıdır. Bu kimseler rubûbiyyet ve ulûhiyyet tevhîdinde şirk koşmuşlardır. Kim de kâfirlerin küfür kanunlarından hüküm istenebileceğine îtikâdî veya amelî tasdik ortaya koyarsa bu kimse de Muhammed aleyhisselâm’a inen Kur’ân’a karşı münâfık olan kâfir bir kimsedir.”
Bunlar ümmetin imâmlarının nasslara binâen ittifakla ortaya koydukları kâidelerden bazılarıdır. Bu kâideler beyân edildikten sonra:
Bilinmelidir ki, Yûsuf aleyhisselâm muhâkeme edilerek zindana atılmadığı gibi yine muhâkeme edilerek zindandan çıkarılmamıştır. O, kendisine iftira atanların kabahatinin örtbas edilmesi için zulmen hapse atılmış, Allâh’ın nusretiyle zindandan iffetinin isbâtıyla çıkmıştır.
Kralın elçisi, Yûsuf aleyhisselâm’ı zindandan çıkarmak için geldiğinde Yûsuf aleyhisselâm hürriyetine kavuştuğu, hakkında kimse dâvâcı olmadığı ve hiçbir suçu olmadığı halde zindandan çıkmadı. Çünkü Allâh’ın irâdesi, nebîsinin masumiyetini herkese isbât etmekti.
Yûsuf aleyhisselâm, krala mâsumiyetinin ortaya çıkması için, ellerini kesen kadınların maksadının ne olduğunu sormasını istedi. Kral da o kadınları topladı ve onlara maksadlarını sordu. Kadınlar, Yûsuf aleyhisselâm’ın iffetini koruyan temiz bir kimse olduğunu, vezirin yokluğunda ona ihânet etmediğini ve şehvet düşkünleri tarafından iftiraya uğrayarak suçsuz ve mazlum bir şekilde hapse atıldığını açıkladılar. Bu itiraf ile Yûsuf aleyhisselâm’ın yılarca suçsuz yere, zulmen hapsedildiği ortaya çıkmakla beraber, Yûsuf aleyhisselâm kral dâhil herkesin îtimâdını geri kazanmış oldu.
Yûsuf aleyhisselâm’ın, kraldan kadınlara maksadlarını sormasını istemesi, kraldan hüküm istemek değildir. O, kralın, kendisinin kim ve nasıl bir kişiliğe sâhib olduğunu ve de niçin zindana atıldığını öğrenmesini istemişti. Kral da konuyu araştırmış, onun suçsuz olduğunu anlamıştır. Zîrâ Yûsuf aleyhisselâm’ın şu sözleri bunu ifâde emektedir: “Bu, (itiraf vezirin) yokluğunda gerçekten kendisine ihanet etmediğimi ve gerçekten Allâh’ın ihanet edenlerin hileli düzenlerini başarıya ulaştırmadığını kendisinin de bilip öğrenmesi içindi.” (Yûsuf: 12/52)
Yoksa Yûsuf aleyhisselâm kraldan kendisi hakkında hüküm vermesini veya daha önce verilen hükmü değiştirilmesini istemediği gibi verilecek yeni bir hükümle serbest kalmak için herhangi bir talebi de olmamıştır. Çünkü Allâh’u Teâlâ, tâğutların reddedilmesini tüm nebîlerine emrettiği gibi ona da emretmiştir. Bu söylediklerimizin aksini iddia etmek, âmentünün şartlarından rasûllere îmân noktasında büyük bir dalâleti gerektirir ki, bu küfürden başkası değildir.
Öyleyse Kur’ân-ı Kerîm’i anlamak için onu yaşayan Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in Sünneti’ne bakmamız, Kur’ân ve Sünnet’i şiar edinen selefin izinden gitmemiz, selefin fehmini bize açıklayan Ehl-i Sünnet âlimlerine müracaat etmemiz gerekir.
Eğer Yûsuf Sûresi’nin mezkûr âyeti bu mes’elede delîl olabilecek bir nass olsaydı, vallâhi imâmlarımız bunu mutlaka tespit ederler ve buna değinirlerdi. Hiç olmazsa tâğuta muhâkeme olmanın küfür olduğu ile alâkalı âyetleri tefsîr ederlerken Yûsuf Sûresi’nin 50. âyet-i kerîmesine atıf yaparlardı. Zîrâ helâ adabını dâhi ilgili kitâblarda sahifelerce anlatmış olan Ehl-i Sünnet’in imâmları, nasıl olurda bu âyetin tâğuta muhâkeme olma noktasında bir ruhsat ifâde ettiğini atlarlar da, hep küfür fetvası verirler? Subhanallâh! Allâh’ım senin sapıttırdığına hidâyet edici yoktur.
Ayrıca bunu iddia etmek ümmetin 1431 yıldır dalâlet üzere birleştiğini ifâde etmek demektir. Ancak bu kimseleri bizzat Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurarak yalanlamaktadır: “Allâh, ümmetimi, dalâlet üzerinde birleştirmez.” [(SAHİH Hadîs:) Ebû Dâvûd (4253); Tirmizî (2167)… ]
Anlayacak olan kimseler için bu kadarı yeterlidir. Hakka intisab eden kimselere müjdeler olsun.
Bilinmelidir ki bizim, Kur’ân ve Sünnet nasslarına bağlı kalarak, saf ve duru olan tevhîd akîdesini yaşamaktan ve de yaşanması için tevhîd-î dâveti yapmaktan başka bir amacımız bulunmamaktır. Hiçbir kimsenin şahsına düşmanlığımız yoktur. Düşmanlığımız ancak İslâm dışı olan akîdeleredir. İslâm dışı olan akîdelerin bâtıllığını ve bu akîdelerin sonu ebedî cehenneme götürecek olan her türlü fesâdını yok ederek tevhîdin aslını bu kitâbımızda olduğu gibi ortaya koymak, biz muvahhidlerin görevidir.
Kitâbımızda Kur’ân ve Sünnet nasslarından ve de Ehl-i Sünnet âlimlerimizden yapılan nakillerden anlaşıldığı üzere, dâr (yurt, yer) farkı gözetmeksizin tâğutun tüm cüzleriyle reddedilmesi îmânın şartıdır. Bu şartı yerine getirenler Müslüman kabul edilirken, bu şartı yerine ge-tirmeyenler kâfir olarak kabul edilirler. Dâru’l-İslâm’da -yani İslâm kanunlarının hâkim olup, uy-gulandığı yerlerde- îmân ehli olmak için hangi şartlar gerekiyorsa, Dâru’l-Harb’de -yani İslâm kanunlarının uygulanmadığı yerlerde- de aynı şartlar gerekmektedir. Bu sebeble Dâru’l-Harb’de îmânın aslından olan, tâğutun ve de muhâkemesinin reddedilmesi şartını düşüren bir kimse, açıklandığı üzere ne Kitâb’tan ne de Sünnet’ten delîl olabilecek bir nass getiremez. Buna mukabil Kitâb ve de Sünnet onun aleyhine birçok nasslarla doludur. Nitekim Şeyh Abdurrahmân bin Hasen şöyle demektedir: “Allâh’u Teâlâ’nın, ‘Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten îmân ettiklerini zannedenleri görmüyor musun? Bunlar, tâğuta muhâkeme olmayı istiyorlar. Oysa onlar onu reddetmekle emrolunmuşlardı. Şeytân da onları uzak bir sapıklıkla saptırmak istiyor’ (Nisâ: 4/60) âyeti hakkında İbn Kesîr şöyle demiştir: Allâh’u Teâlâ, bu âyette Kur’ân ve Sünnet’in dışında başka şeylere muhâkeme olan kişiyi yermektedir, burada asıl belirtilmek istenen şey, tâğuttur. İbn Kayyim’ın tâğuta dair tanımı daha önce geçmişti. Bu tanıma göre kulun kabul ettiği, tâbi olduğu ya da itaat ettiği haddini aşan her şey tâğuttur.
Her kim Allâh’ın Kitâbı ve Rasûlü’nün Sünneti dışında bir şeye başvurarak ona muhâkeme olursa, tâğuta muhâkeme olmuş demektir. Oysa Allâh mü’min kullarına, onu red ve inkâr etmelerini emretmiştir. Müslüman, bütün mes’ele ve problemlerini, yalnızca Allâh’ın Kitâbı’na ve Rasûlü’nün Sünneti’ne götürmek ve yalnızca bu ikisine muhâkeme olmakla mükelleftir.
Kim de bu ikisiyle hüküm vermez ve bu ikisi dışında başka bir hükme veya mahkemeye başvurursa, bu haliyle haddi aşmış olur. Böylece Allâh’ın ve Rasûlünün kendisi için şerîat kıldığı şeyin dışına çıktığını ve bu hükmü, lâyık olmadığı halde, şerîatın konumuna getirmiş olduğunu ortaya koymakta, şerîat dışı bir tutum ve davranış içine girmektedir. Dolayısıyla kim Allâh’tan başka bir şeye ibâdet ederse, o kimse bu haliyle tâğuta ibâdet etmiş olur.
Eğer ibâdet ettiği mahlûk sâlih kimse ise, bu kimse şeytâna ibâdet etmiş olur. Çünkü şeytân ona böyle yapmasını emretmiştir… Kim Allâh’tan başkasına ibâdet ederse, Allâh’ın hakkına tecavüz ederek; ibâdet edilmeye layık olmayan bir şeye tapmış olur…
Her kim insânları Allâh ve Rasûlünden başkasına muhâkeme olmaya çağırır ve Allâh ve Rasûlünün getirdiğini terk etmeye ve bundan vazgeçmeye dâvet ederse, itaat konusunda Allâh’a şirk koşmuş, Rasûlullâh’ın Allâh’tan getirdiği şeye muhâlefet etmiş olur. Oysa Allâh bize bunları reddetmeyi emretmiştir.
‘Aralarında, Allâh’ın indirdiği ile hükmet. Onların arzularına uyma ve Allâh’ın sana indir-diğinin bir kısmından seni şaşırtmalarından sakın.’(Mâide: 5/49)
‘Hayır! Senin Rabbine andolsun ki; onlar, aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe îmân etmiş olmazlar.’(Nisâ: 4/65)
Her kim Allâh ve Rasûlünün emrettiği şeye muhâlefet eder, insânlara Allâh’ın indirdiğinin ve Allâh ve Rasûlünün emrettiğinin dışında bir hükümle hüküm verilmesini ister ve emrederse ya da bunu taleb eder ve bu şekilde kendi heva ve isteklerine uyarak hareket ederse, bu kimse İslâm ipini, ahdini boynundan çıkarıp atmıştır. Hatta kendisinin Müslüman olduğunu ileri sürse, mü’min olduğunu iddia etse de durum böyledir. Çünkü Allâh’u Teâlâ, böyle bir şey peşinde olanları red ve inkâr etmekte, onların ‘bizde inanıyoruz’ iddialarını kabul etmeyip yalanlamaktadır. Çünkü âyette yer alan ‘zu’m’ kelimesi onların îmânsızlıklarını gösterir. Zîrâ Arabçadaki ‘zannediyorlar’ fiili, çoğunlukla içinde yalanın yer aldığı kuru dâva iddiayı ifâde eder. Çünkü buradaki kişiler, iddia ettikleri şeye aykırı amelde bulunmaktadırlar. Bu gerçeği şu âyet zâten ortaya koymaktadır: “Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten îmân ettiklerini zannedenleri görmüyor musun? Bunlar, tâğuta muhâkeme olmayı istiyorlar. Oysa onlar onu reddetmekle emrolunmuşlardı. Şeytân da onları uzak bir sapıklıkla saptırmak istiyor.” (Nisâ: 4/60)
Nitekim bu gerçek Bakara Sûresi’ndeki âyette de yer almaktadır. Bir kimse bu rüknü yerine getirmez ve tamamlamazsa muvahhid olamaz. Çünkü tevhîd îmânın temelidir. Zâten bu sayede tüm ameller sahîh olabilmekte, onsuzda fesâda uğramaktadır. Bu husus şu âyette açıklanır: ‘Her kim tâğutu reddederek Allâh’a îmân ederse, kopması mümkün olmayan sapa sağlam bir kulba yapışmıştır.’ (Bakara: 2/256)
‘Şeytân da onları uzak bir sapıklıkla saptırmak istiyor.’(Nisâ: 4/60) İfadesiyle Allâh’u Teâlâ, tâğuta muhâkeme olmayı istemenin şeytânın emri olduğu gerçeğini bildiriyor. Şeytân bu şekilde muhâkeme olmayı, kendisine itaat edenlere süslü gösteriyor. Yine âyet, şeytânın saptırabileceği kimseleri bu yoldan saptırdığını açıklıyor. Âyet bunun en büyük sapkınlık olduğunu ve hidâyetten de en çok uzaklaşmak olduğunu beyân ediyor.” [Abdurrahmân bin Hasen, Fethu’l-Mecîd: 391-392.]
Sonuç olarak tâğutu reddetmek îmânın ön şartı olduğuna göre; tâğutu velâyetiyle, muhâkemesiyle ve savunuculuğuyla kısacası tüm cüzleriyle ve çeşitleriyle reddetmeyenler, Allâh’a îmânlarında zan sâhibi olan kimselerdir. Onlar, Rasûlullâh’a ve ondan önceki nebîlere ve de onlara inen kitâblara sahîh olarak îmân etmemiş kimselerdir.
Allâh Subhânehu ve Teâlâ, şöyle buyurmaktadır:
“Andolsun, biz her ümmete: ‘Allâh’a kulluk edin ve tâğuttan kaçının’ diye bir rasûl gönderdik. Böylelikle, onlardan kimine Allâh hidâyet verdi, onlardan kiminin üzerine de sapıklık hak oldu. Artık, yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların sonunun ne olduğunu görün.”(Nahl: 16/36)
“Artık hak, bâtıldan apaçık ayrılmıştır. O halde her kim tâğutu reddederek Allâh’a îmân ederse, kopması mümkün olmayan sapasağlam bir kulba yapışmıştır” (Bakara: 2/256)
“Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten îmân ettiklerini zannedenleri görmüyor musun? Bunlar, tâğuta muhâkeme olmayı istiyorlar. Oysa onlar onu reddetmekle emrolunmuşlardı. Şeytân da onları uzak bir sapıklıkla saptırmak istiyor.” (Nisâ: 4/60)
“Tâğuta ibâdet etmekten kaçınan ve Allâh’a içten yönelenler için bir müjde vardır. Öyleyse kullarıma müjde ver.” (Zumer: 39/17)
Allâh Subhânehu ve Teâlâ, tevhîdi yaşamak isteyen tüm kullarına tevhîdi eksiksiz olarak yaşayabilmelerini kendilerine kolaylaştırsın. Tevhîdden sapmış ve uzaklaşmış olanlara ise çok geç olmadan tekrar tevhîde dönmelerini nasip etsin. Hak bellidir haktan sonra sapıklıktan başka ne vardır?
“Ha, Mim. Bu kitâbın (Kur’ân’ın) indirilmesi, mutlak güç sâhibi, hakkıyla bilen, günahı bağışlayan, tevbeyi kabul eden, azâbı ağır olan, lütuf sâhibi Allâh tarafındandır. O’ndan başka ilâh yoktur. Dönüş ancak O’nadır.” (Gâfir: 40/1-3)
“Rabbimiz! Bizi hidâyete erdirdikten sonra kalblerimizi eğriltme. Bize katından bir rahmet bahşet. Şüphesiz sen çok bahşedensin.” (Âli İmrân: 3/8)
“Rabbimiz! Bizi sana teslim olmuş kimseler kıl. Soyumuzdan da sana teslim olmuş bir ümmet kıl. Bize ibâdet şekillerini göster. Tevbemizi kabul et. Çünkü sen, tevbeleri çok kabul edensin, çok merhametli olansın.” (Bakara: 2/128)
“Rabbimiz! Unuttuklarımızdan veya yanıldıklarımızdan dolayı bizi sorumlu tutma. Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Rabbimiz! Güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize taşıtma. Bizi affet. Bizi bağışla. Bizi esirge! Sen bizim mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.” (Bakara: 2/286)