NAMAZ
KİTABÜ'S-SALÂT (NAMAZ BÖLÜMÜ)
DEVAMI 12
Rahmân ve Rahîm olan Allâh’u Teâlâ’nın Adıyla…
Hamd, Allâh’a mahsustur. O’na hamd eder, O’ndan yardım ve mağfiret dileriz. Nefislerimizin şerrinden ve amellerimizin kötülüğünden O’na sığınırız. O’nun hidâyete erdirdiğini hiç kimse saptıramaz, saptırdığını ise hiç kimse hidâyete erdiremez. Şehâdet ederim ki, Allâh’tan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ve yine şehâdet ederim ki, Muhammed aleyhisselâm O’nun kulu ve Rasûlü’dür…
Bundan sonra:
Tilâvet Secdesinin Niteliği, Tanımı Ve Rüknü
Tilâvet secdesinin niteliği, tanımı ve rüknüyle ilgili olarak mezheblerin detaylı görüşleri aşağıda
açıklanmıştır.
Hanefiler dediler ki: Tilâvet secdesinin niteliği ve tanımıyla ilgili olarak söylenecek şeyler şunlardır:
“Tilâvet secdesi”, iki tekbir arasında edâ edilen bir secdedir. Bu tekbirlerden biri, secde için alnın yere
konulması ânında, diğeri de alnın yerden kaldırılması esnasında alınır. Bu secdeden sonra teşehhüd ve
selâm yoktur. Secdenin anılan iki tekbiri sünnettir. Sözgelimi tekbir almaksızın alnını yere koyan
kişinin secdesi, kerahetle birlikte sahîh olur. Bu mezhebe göre secdenin bir tek rüknü vardır ki, o da
alnı yere koymaktır. Namaz kılan kimsenin bu secdeyi rükû ederek veya aslî secdeye vararak yerine
getirmesi, hastanın veya binek üzerindeki yolcunun da imâ ederek ifâ etmeleri mümkündür. Zîrâ
Hanefilere göre tilâvet secdesi, rükû ve aslî secdenin zımnında eda edilebileceği gibi, imâ ile de edâ
edilebilir. Secdedeyken üç defa “Sübhâne rabbiye’l-alâ” denilebileceği gibi, bu hususta nakledilmiş
olan diğer dualar da okunabilir. Buna örnek olarak şu duayı gösterebiliriz:
“Allah’ım! Bu secde sebepiyle bana kendi katında sevâb yaz ve onu kendi nezdinde benim için azık
kıl. Onu, kulun Dâvud’tan kabul buyurduğun gibi benden de kabul buyur.”
Secde âyetini oturur vaziyette okuyan kişinin, ayağa kalkıp ondan sonra eğilerek secdeye varması
müstehab olur. Aynı yerdeyken bir secde âyetini tekrarlayan kişi, yalnızca bir secde eder. Ama kişinin
oturduğu meclisler ayrı olunca, bu tekrarlar sayısınca secde etmesi gerekir.
Hanbelîler: tilâvet secdesinin tanımıyla ilgili olarak demişlerdir ki: Tilâvet secdesi, iftitah tekbiri
almaksızın iki tekbirle yapılan bir secdedir. Bu tekbirlerden birincisi alnın yere konulması esnasında,
ikincisi ise alnın yerden kaldırılması esnasında alınır. Bu secdeden sonra teşehhüdde bulunulmaz.
Ancak bu secde, namaz dışında yapılmaktaysa, selâmın oturmuş vaziyette verilebilmesi için secdeden
sonra oturmak mendub olur. Bu mezhebin ulemâsı der ki: Anılan iki tekbir, secdenin rükünlerinden
olmayıp bilâkis vâcibtir. Bunlara göre tilâvet secdesinin rükünleri üç tanedir:
1. Secdeye varmak.
2. Secdeden kalkmak.
3. İlk selâm.
İkinci selâma gelince, bu ne rükün ve ne de vâcibtir. Hanefîler bölümünde kaydedilen duayı secdede
okumak mendubtur.
Mâlikîler: tilâvet secdesinin tanımıyla ilgili olarak demişlerdir ki: Tilâvet secdesi, iftitah tekbiri ve
selâm olmaksızın yapılan bir secdedir. Ama bu secdeye giderken ve kalkarken tekbir almak sünnettir.
Secde âyetini ayakta okuyan kişinin, ister namazda olsun ister namaz dışında olsun, yere inip secde
etmesi gerekir. Secdeden sonra oturması şart değildir. Bu kişi namazda olsun olmasın, tıpkı rükûdan
kalktıktan sonra secde eden biri gibi secde etmelidir. Secde yapması gereken kişi, bir binitin üzerindeyse, secdeyi yere inerek yapmalıdır. Ancak bu kişi yolcu ise veya mukim olduğu halde binit üzerinde
nafile namaz kılma şartlarını taşıyorsa, secdeyi binitinin üzerinde ifâ edebilir. Ayrıca Hanefîler
bölümünde kaydedilen duayı secde hâlinde okumak mendubtur.
Şafiiler dediler ki: Tilâvet secdesini ifâ edecek kişi ya namaz kılmakta olur veya namaz dışında olur.
Namaz dışında olan kişi, tilâvet secdesi için önce diliyle niyet etmeli, sonra iftitah tekbirini alıp namaz
secdesi gibi bir secde etmeli, sonra oturmalı, müteakiben de selâm vermelidir. Bununla da anlaşılmış
oluyor ki; namaz dışındaki kimseler için tilâvet secdesinin rükünleri beş tanedir. Namaz kılmakta olan bir kişi, secde âyetini okursa, namazdayken secde eder. Secdesi de iki şeyle gerçekleşir:
1. Niyet: Bu niyetin kalben yapılması gereklidir.
2. Namaz secdesi gibi bir secde edilmelidir: Namazdaki kişi, İmama uyarak namaz kılmakta olan biri
ise, niyet etmesi istenmez; imamının niyet etmesi yeterli olur. Namazda olmayan bir kişinin secde
ederken, niyeti iftitah tekbirine bitiştirmesi şarttır. İftitah tekbirini alırken elleri kaldırmak sünnettir.
Secdeye giderken ve secdeden kalkarken tekbir almak, secdede duâ etmek, (birinci selâmdan sonra)
ikinci selâmı vermek sünnettir. Ayrıca Hanefîler bölümünde kaydedilen duayı da secde hâlinde
okumak sünnettir.
Şunu da kaydedelim ki: Tahiyyetü’l-Mescid namazı yerine geçerli olan şeyler, tilâvet secdesi yerine de
geçerli olurlar. Tilâvet secdesi yapmak istemeyen kişi, onun yerine, duasını dört defa okur. Kişi
abdestli olsa bile secde etmeyip bu duayı dört defa okuduğu takdirde bu, onun için yeterli olur. 434 Abdurrahman Ceziri, Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı- 2, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 657-659.
Secde Ayetleri
Kur’an-ı Kerîm’deki secde âyetleri ondört tanedir:
1. A’râf sûresinin sonuncu âyeti:
2. Râ’d sûresinin15. âyeti:
3. Nahl sûresinin 49. âyeti:
4. İsrâ sûresinin 109. âyeti:
5. Meryem sûresinin sonu şöyle biten 58. âyeti:
6. Hacc sûresinin sonu şöyle biten 18. âyeti: yine Hacc sûresinin 77. âyeti:
7. Ancak, bunun secde âyeti olduğu, Şâfiîlerle Hanbelîlere göredir. Mâlikîlerle Hanefîler, bunu secde
âyetlerinden saymamaktadırlar.
8. Furkan sûresinin 60. âyeti:
9. Neml sûresinin 25. âyeti:
10. Secde sûresinin 15. âyeti:
11. Fussılet suresinin 37. ayeti:
12. Necm sûresinin sonuncu âyeti:
13. İnşikak sûresinin 21. âyeti:
14. Alâk sûresinin sonuncu âyeti:
12, 13 ve 14. maddelerdeki âyetlerin secde âyetleri olduğu hususunda üç mezheb ittifak etmiştir.
Ancak Mâlikîler, bu son üçünün secdeyi gerekli kılan âyetler olmadığı görüşündedirler. Sâd sûresinin
24. âyeti olan,
âyet-i kerîmesinin secde âyeti olduğu hususunda Şâfiîlerle Hanbelîler görüş birliği etmişlerdir.
Mâlikîlerle Hanefîler bu görüşe muhaliftirler.
Hanefî ve Malikiler dediler ki: Sâd sûresinin 24. âyeti, secde âyetidir. Ancak Mâlikîler derler ki;
denildiği anda secde yapmak gerekir. Hanefilerse, denildiği anda secde etmenin daha uygun olacağını
söylemişlerdir. Böylece de anlaşılıyor ki, Hanefîler, Hacc sûresinin 77. âyetini çıkarmak ve bunun
yerine Sâd sûresinin 24. âyetini koymakla secde âyetlerinin sayısını yine 14 olarak kabul etmişlerdir.
Önce geçen diğer âyetlerin sonunda secde etmek mezheblerin ittifakıyla vâcibtir. Ancak Hanefîler, bazı
yerlerde secdenin gerekli olmayacağını söylemişlerdir.
Hanefiler dediler ki: Fussilet sûresinin 37. âyetinde değil de 38. âyetinin sonu olan cümlesini okuma
anında secde yapmanın gerekli olduğunu söylemişlerdir. 435 Abdurrahman Ceziri, Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı- 2, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 659-661.
Şükür Secdesi
Bu, bir nimetin yenilenmesi veya bir sıkıntının kalkması anında tıpkı tilâvet secdesi gibi yapılan bir secdedir. Sadece namaz dışında yapılabilir. Namazda yapıldığı takdirde namaz batıl olur.
Namazdayken rükû ve aslî secdenin zımnında yapılmasına niyet edilirse, geçerli olmaz.
Bu secdenin hükmü müstehabtır. Ki Şâfiîlerle Hanbelîler bu görüşte müttefiktirler. Mâlikîlerle
Hanefîlerin buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.
Mâlikîler: şükür secdesinin mekruh olduğunu söylemişlerdir. Daha önce de belirtildiği gibi bir nimetin
vücûd bulması veya bir sıkıntının kalkması anında müstehab olan, iki rek’at namaz kılmaktır.
Hanefiler dediler ki: Müftâbih görüşe göre şükür secdesi müstehabtır. Namazın rükû ve secdesi
zımnında yapmaya niyet etmek, bu secdenin yerine gelmesi için yeterli olmaz. Bunu namazın hemen
ardından ifâ etmek, halkın, bunun sünnet veya vâcib olduğunu sanacağı ihtimali dolayısıyla mekruh
olur. 436 Abdurrahman Ceziri, Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı- 2, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 661-662.
DÖRT REKATLİ NAMAZLARIN KISALTILMASI (KASR-I SALÂT) HÜKMÜ
İleride açıklanacak şartları taşıyan yolcuların öğle, ikindi ve yatsı gibi dört rek’atli farz namazları
kısaltmaları caizdir. Bu namazları, sadece iki rek’at olarak Alabilirler. Şâfiîler ve Hanbelîlere göre
yolcuların bu namazları tam olarak kılmaları da caizdir.
Mâlikîlerle Hanefîler demişlerdir ki:
Yolcuların bu namazları kısaltmaları caiz değil, emredilen bir husustur. Ancak bu emrin derecesiyle
ilgili olarak görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Hanefîler, bu emrin vücûb ifade ettiğini söylemişlerdir.
Bunlara göre vâcib, mertebe bakımından farzdan daha aşağıdadır. Müekked sünnetle aynı seviyededir.
Buna göre yolcunun, dört rek’atli farz namazı tam olarak kılması mekruhtur. İlk ka’deyi terk etmemek
şartıyla dört rek’atli farzı tam kılan yolcunun namazı sahîh olur. Çünkü bu durumdaki kimse için ilk
ka’de farzdır. Namazının sahîh olmasıyla birlikte vacibi terkettiği için günahkâr olur. Önce de
belirtildiği gibi vacibi ter-keden kişi, her ne kadar cehennem ateşiyle azâb görmeyecekse de, kıyamet
gününde Peygamber (s.a.s.) Efendimizin şefaatinden yoksun kalacaktır.
Bu, Hanefîlerin görüşüydü.
Mâlikîlere gelince; bunlar demişlerdir ki: Bu durumdaki kimselerin namazı
kısaltmaları müekked sünnettir. Dolayısıyle bu sünnet, namazların cemaatle kılınması sünnetinden daha ağırlıklıdır. Yolcu, bu sünneti terk etse bile herhangi bir azâbla cezalandırılacak değildir. Ama
müekked sünnetin sevabından yoksun kalacaktır. Yoksa Hanefîlerin söyledikleri gibi Peygamber
Efendimizin şefaatinden yoksun kalacak değildir. Hanefîlerle Mâlikîler bu durumda namazın
kısaltılmasının müekked sünnet olduğu hususunda görüş birliği etmişlerdir. Ama bu sünnete uymama
nedeniyle karşılaşılacak cezanın mâhiyeti hususunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Sefer hâlinde namazın kısaltılmasıyla ilgili olarak mezheblerin özet görüşleri bunlardan ibarettir. Bu konudaki detaylı
görüşleri ise aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Namazın, yukarıda belirtilen anlamda kısaltılmasi vâcibtir. Bu durumdayken
namazı tam olarak kılan, vacibi terk etmiş olur. Namazın tam olarak kılınması hâlinde vâcib selâm,
birinci ka’dede verilmediği için mahallinden sonraya bırakılmış olacaktır. Namaz kılan kişinin, son
ka’deyi tamamlar tamamlamaz selâm vermesi vâcibtir. Yolcuya göre son ka’de, kendisinden istenilen
namazın sonunda olan ka’dedir. Ki bu namaz da iki rek’attir. İki rek’at kıldıktan sonra oturmayan
yolcunun namazı batıl olur. Zîrâ bu oturuş, son ka’de gibi farzdır. İki rek’ati kıldıktan sonra oturur da,
selâm vermeden üçüncü rek’ate kalkarsa mekruh işlemiş olur. Zîrâ böyle yapmakla selâmı,
mahallinden sonraya bırakmış olmaktadır.
Malikiler dediler ki: Yukarıda da anlatıldığı gibi, yolculukta namazın kısaltılması müekked sünnettir.
Kısaltmayı terk edip tam olarak kılan kişi, bu sünnetin sevabından yoksun kalır. Yolcu, kendisine tâbi
olarak namaz kılmak için kendisi gibi misafir birini bulamazsa, münferiden namazını kısaltarak kılar.
Mukîm bir imama tâbi olması mekruhtur. Zîrâ mukîm bir imama tâbi olması durumunda namazı tam
olarak kılması gerekir. Bu durumda müekked sünnet olan kısaltma sevabından yoksun kalır.
Şafiiler dediler ki: Kısaltma mesafesi kadar sefere çıkan bir misafirin, namazı kısaltması caizdir. Yine
bunun gibi, namazı tam olarak kılması da caizdir. Bu hususta herhangi bir ihtilâf sözkonusu değildir.
Ama sefer mesafesi üç konak olursa, bu takdirde namazı kısaltmak daha faziletlidir. Normal kısaltma mesafesi ise bu mezhebe göre iki konaktır. Bu uzunluktaki bir mesafeye yolcu olarak giden kişinin,
namazı kısaltması caiz olduğu gibi, tam olarak kılması da caizdir. Ama sefer mesafesi üç konak veya
daha fazlaysa namazı kısaltmak daha faziletli olur. Bu durumdaki yolcu, eğer gemi kaptanı ve
yardımcısı gibi, bir denizci değilse, namazı kısaltması daha faziletli olur. Ama bu denizcilerin sefer
mesafesi, bundan uzun olsa bile, namazı tam kılmaları daha faziletli olur. Yolcu kişi, namazı vaktin
sonuna erteler de sadece iki rek’at kılacak kadar bir zaman kalırsa, namazı kısaltarak kılması vâcib
olur. Tam olarak kılması caiz olur. Çünkü bu durumda namazı tam olarak vaktinde kılması mümkün
iken vaktin sonuna bırakmıştır. Mestler üzerinde meshetme bahsinde de anlatıldığı gibi, vakti içinde
namaza ulaşabilmek için mest üzerine mes-hetmenin bazan farz oluşu gibi, bu pozisyonda da namazı
kısaltarak kılmak farz olmaktadır.
Hanbeliler dediler ki: Namazı kısaltmak caizdir ve tam kılmaktan daha faziletlidir. Namazı kısaltacak
kadar bir mesafeye giden kimsenin, dört rek’atli namazları tam olarak kılması caiz olduğu gibi, kısaltarak kılması da caizdir. Bunda hiçbir mekruhluk da sözkonusu değildir.
Ama yine de en faziletlisi, tam olarak kılmaktır. Ancak, kısaltmanın şartlarında da anlatacağımız gibi
bazı hususlar bundan istisna edilmiştir. Meselâ bu istisnalardan biri, yolcunun gemi kaptanı olmasıdır.
Kaptan gemide kendi ailesiyle birlikte bulunduğunda mukîm kimseler statüsünde olduğundan, namazı
kısaltması caiz olmaz. Şafilere göre bunun hükmü, yukarıda da belirtildiği gibi, namazı tam olarak
kılmalarının daha faziletli olacağıdır.
Hanefilerle Mâlikîlere gelince bunlar, gemi kaptanıyla diğer kimseler arasında bahsedilen hüküm
açısından herhangi bir ayırım yapmamışlardır. 437 Abdurrahman Ceziri, Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı- 2, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 663-665.
Namazı Kısaltma Hükmünün Delili
Namazı kısaltmanın hükmü Kitab, Sünnet ve İcmâ ile sabittir. Bununla ilgili olarak Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
“Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman kâfirlerin size bir fenalık yapmalarından korkarsanız, (dört
rek’atli) namazı kısaltmanızda üzerinize bir günâh yoktur.” 438 Nisa: 4/101.
Bu âyet-i kerîme, feorku hâlinde namazı kısaltmanın meşru olduğuna delâlet etmektedir! Burada her ne
kadar güvenlik durumunda kısaltmanın caiz olduğuna delâlet edilmemekteyse de, bazı sahîh hadisler
ve icmâ, bunun varlığına delâlet etmektedir. Örneğin Ya’lâ İbn Ümeyye şöyle rivayet eder:
“Hz. Ömer’e dedim ki; Bize ne oluyor ki namazı kısaltıyoruz? Oysa biz güvenlik içindeyiz. Bunun
üzerine Ömer (r.a.) dedi ki: Ben bu meseleyi Rasûlullah (s.a.s.)a sorduğumda bana şöyle demişti:
“(Bu) Allah’ın size verdiği bir sadakadır. O’nun sadakasını kabul edin.” 439 Müslim, Müsâfirîn, 4; Ahmed bin Hanbel, Müsned, 1/25.
İbni Ömer (r.a.) der ki:
Rasûlullah (s.a.s) ile beraber bulundum. Seferde iki rek’atten fazla kılmazdı. Ebû Bekir, Ömer ve
Osman (r.a.) da böyleydiler. Peygamber (s.a.s)in hicretten sonra Mekke’iilere dört rek’aüi bir namaz
kıldırdığı, ikinci rek’atten sonra selâm verip cemaate dönerek;
“Namazınızı tamamlayın, biz seferiyiz” 440 Muvattâ, Hacc, 202; sefer, 19.
dediği, kaynaklarda sabittir.
Bu nakillerin yanısıra ayrıca, namazın bazı hallerde kısaltılmasının meşru oluşu hususunda imamlar
icmâ etmişlerdir. 441 Abdurrahman Ceziri, Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı- 2, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 665-666.
Namazı Kısaltmanın Şartları
Namazı kısaltmanın sahîh olabilmesi için gerekli bazı şartların bulunması icâb eder ki, bu şartlar da
şunlardır:
1. Seferin gidiş mesafesi 16 fersah olmalıdır. Bir fersah üç mil eder. Bir mil de el zirâıyla 6000 zirâ’dır.
Bu da metre olarak 80.640 km. karşılığıdır. Bu mesafe, yüklü bir devenin normal yürüyüşle bir gün ve
bir gecede alacağı yola tekabül eder. Sefer mesafesinin bu kadarla tesbiti, üç mezhebin ittifakı ile olmuştur. Ancak Hanefîler bu görüşe muhaliftirler.
Hanefiler dediler ki: Sefer mesafesi zamanla takdir edilir ki, bu da senenin en kısa günlerinden üç
günlük bir yürüyüştür. Bu günlerin her birinde sabahtan güneşin zevaline kadar yürümek, (namazı
kısaltmak için) yeterli olur. Geçerli olan yürüyüş, orta bir yürüyüştür. Bu, deve yürüyüşü ve yaya
yürüyüşüdür. Meselâ seferin birinci günü sabahtan itibaren, güneşin zevaline kadar yürür de bir konağa
varırsa, orada konaklayıp geceler. Sonra ikinci gün erkenden kalkıp yola koyulur. Aynı şeyleri yapar.
Üçüncü gün de aynı şeyleri yaparsa, namazı kısaltmayı gerekli kılan sefer mesâfesini katetmiş olur. Bu
mesafenin fersahla takdir edilmesi, mûtemed görüşe göre geçerli değildir. Bundan az bir mesafeye
gidecek olanların, namazı kısaltmaları sahîh olmaz. Bazı Hanefîler ise bu mesafeyi fersahla takdir
ederek bunun 24 fersah (120.960 km.) olduğunu söylerler ki, bu da iki konak değil üç konaktır.
Şâfiîler bu mesafeyi iki konak olarak takdir etmişlerdir. Bunlara göre konak, 8 fersah tutarındadır.
(Yani iki konak 16 fersaha, 16 fersah da 80.640 kilometreye tekabül eder.) Sefer mesafesinin belirtilen
ölçüden bir veya iki mil kadar eksik olması, namazın kısaltılmasının sıhhatine zarar vermez.
Hanefîlerle Hanbelîler bu görüşte müttefiktirler.
Mâlikîlerle Şâfiîlere gelince onların buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.
Malikiler dediler ki: Sefer mesafesi belirtilen miktardan 8 mil kadar eksik olsa bile namazın
kısaltılarak kılınması sahîh olur ve bu namazın iade edilmesi de meşhur görüşe göre gerekli olmaz.
Mekke, Minâ, Müzdelife ve Mihsab halkı hac mevsiminde Arafat’taki vakfeye gitmek için çıkıp
gittiklerinde, mesafe şartından istisna edilerek namazı kısaltarak kılarlar. Üzerlerinde kendi
vatanlarından başka bir yerde edâ edilecek hacla ilgili bir amel kaldığında, dönüşte de namazı
kısaltarak kılarlar. Aksi takdirde namazlarım tam olarak kılarlar.
Şafiiler dediler ki: Mesafenin belirtilen miktardan az olması, namazın kısaltılması açısından sakıncalı
olur. Sefer mesafesinin belirtilen ölçüden az da olsa eksik olması hâlinde, namazları kısaltarak kılmak
caiz olmaz. Şu var ki; Mâlikîler sefer mesafesinin takdirinde yakînî bilgiyi şart koşmamışlar; kuvvetli
zanın da yeterli görmüşlerdir.
Takdir edilen mesafenin gün ve gece olarak belirtilen müddet içerisinde katedilmesi şart değildir. Bu
mesafeyi daha az sürede, hatta hava yoluyla seyahat edenlerin bir anda katetmeleri halinde bile namazı
kısaltarak kılmaları sahîh olur. Mezhebler bu hususta görüş birliği etmişlerdir.
2. Sefere çıkan kişinin namazı kısaltmasının sahîh olabilmesi
için sefere niyet etmiş olması şarttır. Bu hususta mezhebler arasında görüş birliği mevcuddur. Ancak
sefer niyeti için de iki şart gereklidir:
a. Yolcu, gideceği mesafenin tamamını katetmeye ilk çıkış anında niyet etmelidir. Nereye gideceğini
bilmeyen, seferinin hangi tarafa olacağına bir türlü karar veremeyerek yola çıkan kişi, yeryüzünün tümünü dolaşsa bile, bir mesafe katetmeye niyet etmemiş olduğundan namazı kısaltması caiz olmaz. Bu
hükümde ittifak vardır. Yine bunun gibi, sefer mesâfesini kat etmeye niyet ettiği halde, bu seferi
keserek ikâmete niyet eden kilide namazı kısaltamaz. Bunun açıklaması ileride yapılacaktır. Hanefîler
bu hükme muhalefet ederek aykırı görüş beyânında bulunmuşlardır.
Hanefiler dediler ki: Seferi keserek ikâmete niyet etmek, namazı kısaltma hükmünü iptal etmez.
Ancak bilfiil ikâmet edilirse, namaz tam olarak kılınır. Meselâ Kâhire’den Asyot’a gidip onbeş gün
ikamete niyet eden kişi, Asyot’a ulaşıp ikâmet edinceye dek (yoldayken) namazı kısaltarak kılar.
b. Yolcu, kararında bağımsız olmalıdır. Başkasına tâbi olarak sefere çıkan kişinin, bağlı bulunduğu
kişinin seferi katetmeye niyet etmemesi hâlinde, kendisinin niyet etmesi geçerli olmaz. Meselâ kadın
kocasıyla; asker komutanıyla; hizmetçi efendisiyle beraber sefere çıkarsa bu hükme tâbi olur. Bu
durumda koca, sefer mesafesini katetmeye niyet etmemişse, hanımın niyet etmesi geçerli olmaz. Asker
ve hizmetçinin durumu da böyledir. Bunlar, fırsat bulmaları hâlinde üstlerinden kurtulmaya niyet
etseler bile, niyetleri yine geçerli olmaz. Ki Şâfiîler dışındaki diğer mezheblerin bu hükümde görüş
birlikleri mevcûddur.
Şâfiîler: buna bir hüküm daha eklemişlerdir. Şöyle ki: Ast, üstüne bağlı olmaktan kurtulduğunda
seferden dönmeye niyet ederse, meselâ askerin adı kütükten silindiğinde; hizmetçi hizmetten
ayrıldığında, seferden dönerken iki konaklık mesafeyi katetmeden namazını kısaltamaz. İkinci konağa
ulaştığında bir vakit namazı kaçınrsa, bunu kısaltarak kaza eder. Çünkü bu, seferde kazaya kalmış olan
bir namazdır.
Sefere niyet eden kişinin baliğ olması şart değildir. Bir çocuk, namazı kısaltacak miktardaki bir
mesafeyi katetmeye niyet ederse, namazı kısaltarak kılar. Ancak Hanefîler, bu görüşe muhaliftirler.
Hanefiler dediler ki: Sefere niyette bulûğ şarttır. Çocuğun niyeti sahîh değildir. Bunlara göre niyetin
şartı üçtür:
a. Mesafenin tamamını katetmeye, seferin başlangıcında niyet etmelidir.
b. Bu niyet sahibinin kendi başına karar vermeye yetkisi olmalıdır,
c. Niyet edenin baliğ olması gerekir.
3. Namazı kısaltmanın sahîh olması için, gidilmekte olan seferin mubah bir sefer olması gerekir.
Hırsızlık yapmak veya yol kesmek gibi haram maksatlı bir yolculuğa çıkan kişi, namazını kısaltamaz.
Kısaltarak kıldığı takdirde namazı geçerli olmaz. Şâfiîlerle Hanbelîler bu görüşte ittifak etmişlerdir.
Hanefîlerle Mâlikîlerin buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanefî ve Mâlikîler: seferin mubah maksatlı bir sefer olması şartını ileri sürmemişlerdir. Bunlara
göre, seferi haram maksatlı da olsa, her yolcunun namazı kısaltması vâcİbtir. Haram işleyen kişi ayrıca
günahkâr olur. Yalnız Mâlikîler derler ki: Gidilmekte olan sefer, haram bir sefer ise, namazı kısaltmak
günahla birlikte sahîh olur.
Gidilmekte olan sefer mekruh maksatlı bir sefer ise, namazı kısaltmanın caiz olup olmadığı hususunda
mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Diğerlerinde olduğu gibi, mekruh amaçlı seferde de namazı kısaltmak vâcibtir.
Şâfiîler: mekruh amaçlı seferde namazı kısaltılarak kılmanın caiz olduğunu söylemişlerdir.
Şâfiîler: mekruh amaçlı seferde namazı kısaltarak kılmanın mekruh olduğunu söylemişlerdir.
Hanbeliler dediler ki: Mekruh amaçlı seferde namazı kısaltarak kılmak caiz değildir. Haram maksatlı
seferde olduğu gibi kısaltarak kılındığı takdirde geçerli olmaz.
Gidilmekte olan sefer mubah olduğu halde, sefer esnasında günah işlenmişse, bu günâh namazın
kısaltılarak kılınmasına engel olmaz.
4. Misafirin, yolculuğa çıkmadıkça ve mezheblere göre ayrı ayrı takdir edilen bir mesafe kat ederek
bulunduğu ikâmet mahallinden ayrılmadıkça namazı kısaltarak kılması sahîh olmaz.
Şâfiîler dediler ki: Yolcunun namazı kısaltabilmesi için, örfen seferi sayılabilecek bir mesafeye
ulaşması gerekir. Binalarda sakin olan kimselere nisbetle seferin başlangıcı, bulunduğu yerin sûrlarını
açması anında başlar. Tabiî eğer bu sûr, kendi sefer yönünde ise... İçinde harabe, mezra ve evler
bulunsa bile bu sûrların aşılması anından itibaren sefer başlamış olur. Zîrâ bu sayılanlar, içinde sefere
çıkılan yerin birer parçası sayılmaktadır. Sûrun mevcûd olması hâlinde, artık köprü ve hendeklere
itibâr edilmez. Köy sakinlerinin yapmış oldukları köprüler de sûr gibidir. Bir yerde anılan şekilde sûr
bulunmaz da köprü ve hendek bulunursa, bunların geride bırakılması zorunlu olur. Bu gibi şeylerin
bulunmadığı durumda, harabe olmaya yüz tutmuş olsalar bile, imarlı yerleri aşıp geride bırakmak
gerekir. İmarlı yerler tarafında bulunan harâb yerlerin duvar dipleri de yok olmuşsa, bunları aşmak şart
değildir. İçinde köşkler ve senenin bazı mevsimlerinde oturulan evler bulunsa bile, bostan ve mezraları
aşıp geride bırakmak şart değildir. Sûru olmayan köylere bitişik mezarlıkları aşıp geride bırakmak
zorunludur. Bir beldeye örfen, meselâ bir veya iki köy bitişik olur da aralarında sûr da bulunmazsa,
ikisini geçmek gerekir. Sûr varsa sûru aşmak şarttır.
Eğer iki köy bitişik değillerse, örfen seferinin köyünü aşmak gerekir. Beldeye bitişik bahçelerde
bulunan ve senenin bütün mevsimlerinde içinde oturulan köşkler, bitişik iki köyün hükmüne tâbi olur.
Eğer senenin bütün mevsimlerinde içinde oturulmaktaysa, o hükme tâbi olmaz. Çadırlarda oturanlara
nisbetle seferin başlangıcı, bu çadırları ve küllük, çocukların oyun yeri, at bağlama yeri gibi bu
çadırların müştemilâtını geçip geride bırakma anıdır. Yüksek yerlerde oturmakta olan kişiye nisbetle
de, iniş mıntıkasının aşılıp geride bırakıldığı andır. Çukur yerlerde oturmakta olan kişiye nisbetle ise,
çıkış ve tırmanma mıntıkasının aşılıp geride bırakıldığı andır. Vadinin eni doğrultusunda sefere giden
kişiye nisbetle seferîliğin başlama yeri, enliğinin aşılıp geride bırakıldığı andır. Verilen bu ölçüler,
vadinin eninin, iniş ve çıkışlarının normal ölçüde olması hâlinde söz konusudur. Ama bunlar
normalden daha uzak olurlarsa, bura halkının oturup sohbet etmek ve meselelerini konuşmak için
toplanmakta oldukları veya ihtiyaç duydukları şeyleri iğreti olarak birbirlerinden almaya muktedir
oldukları evleri geçip geride bırakmakla sefer başlamış olur. Bina ve çadırlarda oturanların dışındaki
kimselerin sefer başlangıcı, ayrıldığı yeri ve müştemilâtını geçip geride bırakma anıdır.
Bu anlatılanlar, seferin karada yapılmasıyla ilgiliydi. Ama Cidde ve İsveç gibi denize bitişik yerlerde
sefer, deniz yoluyla yapılacaksa geminin ilk hareketi ile sefer hükmü başlar. Şehirde sûr olsa bile
sûrlara itibâr edilmez. Mûtemed görüş budur. Gemi eğer şehirdeki evlerin hizasında gitmekteyse, bu
evleri geçip geride bırakmadıkça namazı kısaltarak kılmak caiz olmaz.
Hanbeliler dediler ki: Sefere çıkan kişi, mamur durumdaki ikâmet mahallinin evlerini örfen terketmiş
sayıldığı yerden itibaren namazlarını kısaltarak kılmaya başlar. Bu mıntıka sûr içinde de olsa, sûr
dışında da olsa veya bitişiğinde harâb evler veya sahra da olsa aynı hükme tâbidir. Ama harâb evlerin
bitişiğinde mamur evler bulunursa, bunların ikisini de geçmedikçe namazı kisaltamaz. Yine aynı
şekilde harâb evlere bitişik bahçeler bulunur da bu bahçelerde sâhibleri yazın otururlarsa, bunları da
geçip geride bırakmadıkça namazı kısaltarak kılamaz. Çadır, köşk ve bostanlarda ikâmet edenlere
nisbetle seferin başlangıcı, bu çadırları veya köşklerle bostanın âit olduğu mıntıkayı geçip geride
bırakma noktasıdır.
Bu noktaya gelinmedikçe namaz kısaltılmaz. Yine bunun gibi darı saplarıyla yapılan mera evlerinde
ikâmet eden bir kimse de, yakınlarının bulunduğu mahalli arkada bırakmadıkça namazı kısaltarak
kılamaz.
Hanefiler dediler ki: İzahı önce yapılan, namazı kısaltmayı mûcibbir sefere niyet eden kişi, kendi
ikâmet yerindeki imarlı binaları aştığında; ister şehrin, ister başka yerin mukîmi olsun, namazı
kısaltarak kılar. Şehirden çıktığında gittiği yöndeki şehir evlerini geçmedikçe namazı kısaltamaz.
Kendi yönündeki evleri geçtiğinde, başka yönlerde kendisinin hizasında evler bulunsa bile, yine
namazı kısaltır. Kendi yönündeki evlerin tümünü geçmesi gerekir. Bu evlerin aslı şehirden olduktan
sonra dağınık da olsalar, namazı kısaltmak için bunları geçip geride bırakmak gerekir. Daha önceleri
şehre bitişik olan, şehirden ayrı bir mahalleyi de (sefer yönünde olması durumunda) mâmur olması
şartıyla geçip geride bıraktıktan sonra namaz kısaltılabilir. Ama bu mahalle harâb ise ve içinde kimseler yaşamıyorsa, namazı kısaltmaya başlamak için bunu geçip geride bırakmak şart değildir. Şehir
etrafındaki konutları ve buralara bitişik köyleri de geçip geride bırakmak, namazın kısaltılarak
kılınabilmesi için şarttır. Ama şehrin finâsına (müştemilâtına) bitişik köyler bunun tersine olup
namazın kısaltılarak kılınabilmesi için, buraları geçip geride bırakmak şart değildir. Şehir evlerinin
gözden kaybolması da şart değildir. Birbirlerine bitişik de olsalar, ayrı da olsalar, haymalarda yaşayan
biri, haymahktan çıkıp hepsini geride bırakmadıkça namazı kısaltarak kılamaz. Ama su üzerinde (ki
evlerde) ve odunlukta yaşayan bir kişi sefere çıkarken sudan ve odunluktan ayrılmadıkça namazı
kısaltamaz. Tabiî eğer odunluk, gerçekten çok geniş değilse ve nehrin kaynağı veya döküldüğü yer çok
uzak değilse... Aksi takdirde mâmur durumdaki yerleri geçmesi nazar-ı itibâra alınır. Yine bunun gibi
kendi ikâmet mahalline bitişik şehir finâsını da geçmek şarttır. “Finâ:” İnsanların maslahatını temin
etmek için yapılmış tesislerdir. Koşu meydanı, mezarlık ve fazla topraklara çöpleri atma yeri gibi. Eğer
fina ile ikâmet mahalli arasında 40 zira uzunluğunda bir mezra veya meydanlık bulunursa, bu finâyı da
geçip geride bırakmak şart olmaz. Yine bunun gibi imardan sayılmadığı için, her ne kadar binalara
bitişik olsalar bile, bostanları geçip geride bırakmak şartı da yoktur. Belde halkı senenin tümünde veya
bir kısmında burada yaşamakta olsa bile, namazı kısaltmak için burayı geçmek şart değildir.
Malikiler dediler ki: Seferi (yolcu), ya binalarda yaşanılan bir yerden veya çadırlarda yaşanılan bir
yerden (ki buna bedevi denir) sefere çıkar. Yahut da dağlarda yaşamakta olan biri gibi, ne binaların ve
ne de çadırların bulunmadığı bir yerden sefere çıkar. Şehirden sefere çıkacak olan kişi, oranın
binalarını geçip geride bırakmadıkça namazı kısaltarak kılamaz. Yine şehrin etrafındaki meydanlıkları
ve senenin bir kısmında da olsa ahalisi tarafından içinde oturulan bahçe ve bostanları da geçip geride
bırakması gerekir. Tabiî bu bahçeler ve bostanların hükmen veya gerçekten bitişik olmasından maksat,
bu bahçe ve bostanlarda yaşayanların, şehir halkından istifade etmeleri demektir. Böyle olmadığı
takdirde namazı kısaltmak için bu gibi yerleri geçmek zorunlu olmaz. Mera evleri de birbirine bitişikse
ve sakinleri arasında yakınlaşma varsa, buralar da bir şehir gibi sayılır. Buradan sefere çıkan kişinin,
ancak bütün evleri geride bıraktıktan sonra namazı kısaltması mümkün olur. Çadırlarda yaşayanlara
gelince, buralardan sefere çıkan kişi; sakinleri, bir kabile ve bir ev adı altında veya sadece bir ev adı
altında toplanan çadırların tümünü geçip geride bırakmadıktan sonra namazı kısaltamaz. Eğer bu çadır
sakinleri sadece bir kabile adı altında toplanıyorsa ve aralarında bir yakınlık bulunuyorsa çadırların
tümünü geçip geride bırakmadıkça namazı kısaltamaz. Aksi takdirde kendi çadırını geçip geride
bıraktıktan sonra namazı kısaltabilir. Çadırsız ve binasız bir yerden sefere çıkan kişi, bulunduğu
mahalden ayrılınca namazı kısaltabilir.
5. Namazı kısaltmanın sahîh olabilmesi için, namazı kısa olarak kılan yolcunun (seferî’nin) namazı tam
olarak kılan mukîm birine tâbi olmaması gerekir. Böyle birine tâbi olarak kıldığı takdirde, namazı tam
olarak kılması vâcib olur. Vakit içinde de olsa, vakit dışında da olsa bu kişinin, namazı tam olarak
kılması vâcibtir. Hanefîler dışındaki üç mezheb bu hükümde ittifak etmişlerdir.
Hanefiler dediler ki: Yolcunun (seferî’nin) ancak vakit içinde mukîm olan bir imama uyarak namaz
kılması caizdir. Bu durumda da namazı tam kılması gerekir. Zîrâ böyle yaptığında, iki rek’atlik farzı
değişerek dörde çıkar. Vakit çıktıktan sonra, mukîm imama tâbi olmak caiz olmaz. Zîrâ vaktin
çıkmasından sonra, iki rek’atlik farz değişerek dört rek’ate yükselmez. Vakit çıktıktan sonra namazı,
iki rek’at olarak zimmetine geçmiş olur. Bu takdirde mukîm olan imama tâbi olursa namazı batıl olur.
Zîrâ bu durumdaki yolcu için birinci ka’de farzdır. Mukîm olan imam içinse böyle değildir. Gerek
vakit içinde ve gerekse vakit dışında imamın durumunun kendisine tâbi olandan daha kuvvetli olması
vâcibtir. Mukîm kimsenin misafire tâbi olması sahihtir. Vakit içinde de olsa, dışında da olsa hüküm
aynıdır. Mukîm, seferi olan imamla birlikte iki rek’at kılar. İmamın ikinci rek’atte selâm vermesinden
sonra kalkıp tıpkı mesbûk gibi İki rek’at daha kılarak namazını tamamlar.
Yolcu, namazın tümünü veya bir kısmını mukîm olan imamla birlikte kılsa ve hatta yalnızca son
teşehhüdde mukîm imama tâbi olsa, namazı tam olarak kılması gerekir. Mâlikîler dışındaki mezhebler
bu hükmünde ittifak etmişlerdir.
Malikiler dediler ki: Yolcu, mukîm olan imamla birlikte bir rek’at kılamadığı takdirde, namazı tam
olarak kılması gerekmez. Aksine, kısaltarak kılması icâb eder. Zîrâ muktedîlik, ancak imamla birlikte
tam bir rek’at namaz kılma halinde tahakkuk eder.
Yolcunun mukîm olana tâbi olması mekruh değildir. Ancak Mâlikîler buna muhalefet ederek yolcunun
mukîm imama tâbi olmasının mekruh olduğunu söylemişlerdir. Ancak bu imam kendisinden daha
faziletli olursa veya önemli bir özelliği bulunursa mekruh değildir.
6. Namazı kısaltarak kılabilmek için, niyet bahsinde verilen tafsilâta uygun olarak her namaz kılarken
kısaltmaya niyet etmek şarttır. Hanbelîlerle Şâfiîler bu hükümde ittifak etmişlerdir. Mâlikîlerle
Hanefîlerin buna ilişkin görüşleri aşağıya alınmıştır.
Malikiler dediler ki: Yolculuktaki namazların ilkinde namazı kısaltmaya niyet etmek, sonraki
namazlar için de yeterli olur. Namazların tümünde kısaltma niyetini yenilemeye gerek yoktur. Bu, tıpkı
Ramazanın ilk gecesinde oruca niyet edenin, bu niyetinin Ramazan ayındaki müteâ-kib geceler için de
yeterli oluşu gibidir.
Hanefiler dediler ki: Namazdan önce sefere niyet etmek gerekir. Sefere niyet edince de, (dört rek’atli) farzlar iki rek’at olur. Daha önce de anlatıldığı gibi niyette, rek’at sayısını belirlemeye de gerek
yoktur. 442 Abdurrahman Ceziri, Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı- 2, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 666-673.
Namazı Kısaltmaya Engel Olan İkâmet Niyeti
İkâmete niyet etmek, namazı kısaltarak kılmaya mânidir. Bu ikâmet müddeti ile ilgili olarak
mezheblerin detaylı görüşleri aşağıya alınmıştır.
Hanefiler dediler ki: Peşpeşe tam onbeş gün ikâmete niyet eden kişinin namazını kısaltması caiz
olmaz. Bu süreden bir saat bile olsa, daha az bir müddet için ikâmete niyet eden kişi mukîm sayılmaz.
Namazı kısaltmanın sıhhatine engel olan dört şey vardır:
1. Yürümeyi bilfiil terk etmek. Misafir henüz yürümekteyse ikâmete niyet etse bile, mukîm sayılmaz
ve bu durumdayken namazı kısaltarak kılması vâcib olur.
2. İkâmete niyet ettiği yerin ikâmete elverişli olması. Sahrada, harap bir adada veya denizde ikâmete
niyet etse bile mukîm sayılmaz. Namazı kısaltması vâcib olur.
3. İkâmete bir tek yerde niyet etmek. İki beldede ikâmete niyet edip bunlardan birini belirlemezse yine
ikâmet niyeti geçerli olmaz.
4. Yolcu, bağımsız karar verme yetkisine sâhib olmalıdır. Bir üstüne tâbi olarak seferde bulunan bir
kişi, ikâmete niyet etse bile, bu niyeti sahîh olmaz. Bağlı bulunduğu üstünün ikâmete niyet ettiğini
bilmediği sürece namazını kısaltarak kılar.
Üç günlük bir yola gitmeye niyet eden kişi, bu yolculuğu tamamlamadan dönerse, sırf dönüşe
kasdetmekle namazı tam olarak kılması vâcib olur. Yine sefer mesafesini tamamlamadan önce ikâmete
niyet eden kişi de vardığı ilk yerde -bu yer ikâmete elverişli olmasa bile- namazı tam olarak kılmalıdır.
Onbeş günden az bir süre için ikâmete niyet eden veya bir yerde ikâmet ettiği halde ikâmet için niyet
etmeyen kişi, bu hal üzere senelerce kalsa bile seferi sayılır; namazı kısaltarak kılması vâcib olur. Bu
kişi, sözgelimi bir kafileyi beklemekteyse ve bu kafilenin de onbeş günden önce gelmiyeceği
biliniyorsa, ikâmete niyet etmiş sayılır. Bu takdirde namazı tam olarak kılması vâcib olur.
Hanbeliler dediler ki: Yolcu, ikâmete elverişli bir yerde olmadığı halde mutlaka ikâmete niyet
ettiğinde veya kendisine yirmi vakitten fazla namazın vâcib olacağı bir süre için ikâmete niyetlendiği
takdirde, namazı kısaltarak kılması caiz olmaz. Aynı şekilde bir kişi, bir iş için ikâmete niyet eder ve
bu işin -girdiği günle çıktığı gün dâhil olmak üzere- dört günden önce tamamlanmayacağını
zannederse, namazını tam olarak kılması gerekir. Sefer esnasında bir iş için bir yerde ikâmete niyet
etmeksizin kalır ve bu işin ne zaman biteceğini bilmezse, senelerce kalsa bile namazı kısaltarak kılar.
Bu işin sefer hükmünü kesmeyecek bir süre içinde tamamlanma ihtimali bulunduğu sürece, ikâmet
süresinin az veya çok olması hususunda kuvvetli bir samda bulunsa da namazı kısaltarak kılar. Sefer
mesafesinin sonuna varmadan geri dönen yolcu, kendi asıl yerine dönerken namazı tam olarak kılar.
Malikiler dediler ki: Dört günlüğüne ikâmete niyet eden yolcunun sefer hükmü kesilir ve namazı tam
olarak kılması gerekir. Ancak bunun iki şartı vardır:
1. İkâmete niyet edilen süre dört tam gün olmalıdır. İkâmet edeceği yere fecrin doğuşundan sonra
girdiği gün, ikâmet süresinden sayılmaz. Yine ikâmet yerinden çıktığında fecir doğmuşsa o gün de
ikâmet süresinden sayılmaz.
2. Bu ikâmet süresi içinde kişiye yirmi vakit namaz vâcib olmalıdır. Dört tam gün ikâmet edip
dördüncü günün gurubundan sonra ikâmet yerinden çıkıp giderse ve buna da ikâmetten önce niyet
etmişse, ikâmet esnasında (kendisine yirmi vakit namaz vâcib olmadığından ötürü) namazı kısaltarak
kılabilir. Yine aynı şekilde, bir yere güneşin zevali esnasında ikâmet için gelen misafir, üç gün ve
dördüncü günden bir miktar kaldıktan sonra oradan göçmeye niyet etmişse, dört günü tamamlamamış
olduğundan ötürü namazını kısaltarak kılar.
Şu var ki; ikâmet niyeti ya sefer başlangıcında veya sefer esnasında olur. Eğer ikâmete sefer
başlangıcındayken niyet etmişse, seferin başlangıç noktasıyla ikâmet yeri arasındaki mesafe, namazı kısaltarak kılmaya ruhsat verecek bir uzunlukta olabileceği gibi, olamayabilir de. Eğer namazı
kısaltmaya ruhsat verecek bir uzunluktaysa, ikâmet mahalline bilfiil ulaşıncaya kadar namazı kısaltarak
kılar. Aksi takdirde namazı baştan itibaren tam olarak kılar. Ama ikâmete sefer esnasında niyet
etmişse, bilfiil ikâmet mahalline girinceye kadar, namazını kısaltarak kılar. Aradaki mesafe, namazı
kısaltmaya elverişli olsa da, olmasa da durum aynıdır. Ayrıca içinde ikâmete niyet edilen yerin,
ikâmete elverişli olması da şart değildir. Anılan bu ikâmeti, içinde imar edilmiş yerler bulunmayan bir
yerde yapmaya niyet ederse, sırf oraya girmekle namazı kısaltamaz.
Misafirin, gittiği yerde, kendisi gibilerinin âdet olarak dört gün veya daha fazla ikâmet ettiklerini
bilmesi de, ikâmete niyet etmek gibidir. Bu durumda ikâmete niyet etmese bile, namazı tam olarak
kılar. Ama âdete muhalefet ederek, başkalarının âdetinin tersine dört gün ikâmet etmemeye niyet
ederse, sefer hükmü kesilmez. Korkulu bir yerde askerin ikâmete niyet etmesi de istisna lölarak sefer
hükmünü kesmez. Sefer esnasında asker, ikâmete niyet etmeksizin bir mahalde ikâmet ederse, uzun
müddet kalsa bile bu ikâmeti, namazı kısaltmasına engel olmaz. Ama seferi sona erdiği yerde, ikâmete
niyet etmeksizin de olsa, ikâmet ederse bu ikâmeti, namazı kısaltmasına engel olur. Ancak buradan da,
sefer hükmünü kesecek müddetten önce çıkacağını bilir veya zannederse namazını kısaltarak kılabilir.
Sefere başladıktan sonra, hareket etmiş olduğu yere geri dönen kişinin bu dönüşü (döndüğü bu ilk yer
kendisinin vatanı da olsa, ikâmet mahalli de olsa), başlı başına bir sefer sayılır. Eğer geri dönüş
mesafesi, namazı kısaltacak bir uzunluktaysa namazı kısaltır. Aksi takdirde kısaltamaz. Geri döndüğü
bu yerde ikâmete niyet etmese de, geri dönüşü unutmuş olduğu bir işi görmek amacıyla da olsa aynı
hüküm geçerlidir.
Şafiiler dediler ki: Misafir, giriş ve çıkış günleri dışında dört tam gün ikâmete niyet ederse, namazı
tam olarak kılmalıdır. İkâmete bundan az bir süre için niyet eder veya hiçbir niyette bulunmazsa, bilfiil
dört gün ikâmet etse dahi namazı kısaltarak kılabilir. Bu anlatılanlar, misafirin ikâmet mahallinde
kalmaya ihtiyâcı olmaması durumuyla ilgilidir. Ama ikâmet mahallinde kalmaya ihtiyâcı olur ve işinin
dört günden önce tamamlanmayacağını kesinlikle bilirse, orada sadece kalıp beklemekle sefer hükmü
sona erer. Buraya ulaşınca ikâmete niyet etsin etmesin mukîm sayılır. Dört tam gün kalacağını
kesinlikle bilmez de işinin tamamlanması günden güne kalırsa, bu durumda onsekiz gün süreyle
namazını kısaltarak kılar. 443 Abdurrahman Ceziri, Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı- 2, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 673-675.
Namazı Kısaltmayı İptal Eden Şeylerle Vatan-ı Aslî Ve Diğer Vatanlar
Sefere çıkılırken, namazın kısaltılmasının mubah olmaya başladığı noktaya geri dönülmesi esnasında
namazı kısaltmak batıl olur. Bu yer, misafirin vatanı olsun, olmasın aynı hükmü gerekli kılar. Geri
dönmeye niyet etmek de bilfiil geri dönrmk gibidir. Mezheblerin buna ilişkin detaylı görüşleri aşağıda
anlatılmıştır.
Hanefiler dediler ki: Misafir, çıktığı yere geri döndüğünde, bu dönüşü namazı kısaltma mesafesinden
önce olmuş olsa bile, seferi batıl olur. Yine bunun gibi dönmediği halde, sadece dönmeye niyet
etmekle de seferi batıl olur ve her iki durumda da namazı tam kılması gerekir. Namazı kısaltma
mesafesini katettikten sonra geri dönerse, dönüş bilfiil tahakkuk ettikten sonra, namazı tam olarak
kılar. Salt niyet etmekle veya dönüşe başlamakla seferin hükmü sona ermez ve namazı kısaltarak kılar.
Hanefîlere göre vatan iki kısma ayrılır:
1. Vatan-ı aslî: İnsanın doğduğu veya orada kendi nikâhındaki bir eşinin bulunduğu bir yerdir. Bunun
yanında doğum yeri olmadığı veya eşi bulunmadığı halde, rızkını temin ettiği yer de aslî vatan sayılır.
2. Vatan-ı ikâmet: İkâmete niyet edilerek içinde onbeş gün veya daha fazla bir süre kalınmaya
elverişli olan bir yerdir.
Vatan-ı aslî, ancak kendi misli olan bir vatanla iptal edilebilir. Diyelim ki, Asyot’ta doğan bir kişi için
Asyot, vatan-ı aslîdir. Bu kişi Asyot’-tan çıkıp Kâhire’ye gider ve orada evlenirse veya yerleşmek ve
geçimini sağlamak için orada kalırsa, Kahire onun vatan-ı aslîsi olur. Bir ara Kâ-hire’den doğum yeri
olan Asyot’a misafirliğe giderse, sefer hükmünü kesecek kadar kalmaya niyet etmediği takdirde
namazını kısaltarak kılması vâcib olur. Çünkü Asyot her ne kadar vatan-ı aslîsi ise de, kendi misli olan Kâhire’yle iptal edilmiştir. İki vatan-ı aslîden, ilkinin yenisiyle iptal edilmesi için aralarında, namazı
kısaltacak kadar gerekli mesafenin bulunması şart değildir. Meselâ Vasitî’de doğmuş olan bir kişi,
yerleşmek amacıyla Kâhire’ye göç etmiş veya orada evlenmişse; bilâhare Kâhire’den Asyot’a doğru
sefere çıkıp yolda Vasitî’ye uğrar veya Vasitî’nin içine girerse namazını kısaltarak kılar. Çünkü Vasitî
her ne kadar onun vatan-ı aslîsi ise de, kendi misli olan Kahire nedeniyle -ikisi arasında namazı kısaltacak kadar mesafe bulunmasa da- vatan-ı aslî olmaktan çıkmıştır.
Vatan-ı aslî, vatan-ı ikâmetle iptal edilmez. Bir kişi doğum yerinden veya eşinin beldesinden veyahut
da geçimini temin ettiği yerden sefere çıkıp bir tarafa gider ve orada onbeş gün kaldıktan sonra çıkmış
olduğu yere geri dönerse burada ikâmete niyet etmese bile, namazlarını tam olarak kılması vâcib olur.
Çünkü vatan-ı ikâmet, vatan-ı aslîyi iptal etmez. Vatan-ı ikâmetin iptaline gelince bu, üç şeyle olur:
1. Vatan-ı aslî ile iptal edilir. Meselâ onbeş gün Mekke’de ikâmet eden bir kişi, Minâ’ya gidip orada
evlenirse, sonra dönüp Mekke’ye gelirse, namazı kısa olarak kılması gerekir. Zîrâ vatan-ı ikâmeti olan
Mekke, vatan-ı aslîsi olan Minâ ile iptal edilmiştir,
2. Vatan-ı ikâmet, kendi misli olan bir vatan-ı ikâmetle iptal edilir. Bir kişi, namazı kısaltmayı gerekli
kılan mesafedeki ikâmete elverişli bir yere gidip orada niyet ederek onbeş gün ikâmet eder, sonra da
oradan başka bir yere giderek aynı şekilde ikâmet ettikten sonra ilk yerine geri dönerse, orada onbeş
gün ikâmete niyet etmediği takdirde namazı kısaltarak kılması vâcib olur. Zîrâ ilk vatan-ı ikâmet, ikinci
vatan-ı ikâmetle iptal edilmiştir. Vatan-ı aslîde de olduğu gibi, iki vatan-ı ikâmetten birinin diğerini
iptal etmesi İçin aralarında namazı kısaltmayı gerektiren bir mesafenin bulunması şart değildir.
3. Vatan-ı ikâmet, sefere kendisinden yeniden başlanılmakla iptal edilmiş olur. Namazı kısaltarak
kılma ruhsatına sahip seferi bir kişi, ikâmete elverişli bir yerde onbeş gün veya daha fazla süreyle
ikâmet eder, sonra buradan başka tarafa gitmeye niyetlenirse, buradan çıkışa başladığı anda vatanı
ikâmeti batıl olmuş olur. Bir iş için buraya tekrar geri dönerse, namazı kısaltarak kılar. Çünkü yeni bir
seferi buradan başlatmasıyla, burasının vatan-ı ikâmet oluşu batıl olmuştur. Seferi, vatan-ı ikâmet
dışındaki bir yerden başlatmak, vatan-ı ikâmeti iki şartla batıl kılmaz:
a. Seferi yoldan seçerken vatan-ı ikâmetine uğramazsa, vatan-ı ikâmeti batıl olur. Uğrarsa batıl olmaz.
b. Vatan-ı ikâmetle seferin başlatıldığı yer arasında namazı kısaltmayı gerekli kılan bir mesafe
bulunmalıdır. Aradaki mesafe bundan az olursa vatan-ı ikâmet batıl olmaz. Meselâ iki tüccar
düşünelim: Bunlardan biri Asyot’tan, diğeri de Cürca’dan yola çıkıyor olsun. Asyot’tan çıkan,
Kâhire’ye gelip ikâmete niyet ederek onbeş gün kalıyor. Cürca’dan çıkan ise Kefrü’z-Zeyyat’a gelip
orada ikâmete niyet ederek onbeş gün kalıyor. Bu durumda Kahire birincisinin, Kefrü’z-Zeyyat da
ikincisinin vatan-ı ikâmeti olur. Kahire ile Kefrü’z-Zeyyat arasında namazı kısaltmayı gerekli kılacak
bir mesafe vardır. Bu adamların ikisi de bulundukları yerden hareket edip Benha’ya gelirlerse namazı
tam olarak kılarlar. Çünkü Kâhire’yle Benha arasındaki mesafe, namazı kısaltmak için yeterli değildir.
Aynı şekilde Kefrü’z-Zeyyat’la Benha arasındaki mesafe de yeterli değildir. Bu tüccarlardan ikisi de
Benha’da onbeş gün ikâmet ederlerse, vatan-ı ikâmetleri olan Kahire ile Kefrü’z-Zeyyat, vatanları
olmaktan çıkar. Zîrâ önce de belirtildiği gibi vatan-ı ikâmet, kendi misliyle batıl olur. Bu takdirde
Benha, ikisinin de vatan-ı ikâmetleri olmuş oluyor. Bunlar Kefrü’z-Zeyyat’ta, Kâhire’ye seferi
başlatmak maksadıyla Benha’dan Kefrü’z-Zeyyat’a gidip orada bir gün kaldıktan sonra Kâhire’ye
hareket ederlerse, Kefrü’z-Zeyyat’ta iken namazlarım tam olarak kılarlar. Çünkü Benha ile Kefrü’zZeyyat arasındaki mesafe, namazı kısaltmak için yeterli değildir. Bunlar Kâhire’ye giderken yolda
Benha’ya uğrarlarsa, yine namazlarını tam olarak kılarlar. Çünkü her ne kadar Kefrü’z-Zeyyat’la Kahire arasındaki mesafe namazı kısaltmak için yeterli ise de, bunlar sefer esnasında Benha’ya uğramış
olmakla oranın vatan-ı ikâmet oluşunu iptal etmemiş olmaktadırlar. Zîrâ sefer, başka bir yerden
başlatılmakla vatan-ı ikâmet iptal edilmiş olmamaktadır. Ki başlatıldığı yer Kefrü’z-Zeyyat’tır ve
aradaki mesafe de namazı kısaltma mesafesinden azdır. Ayrıca yolcu de zaten, Benha’ya uğramıştır.
Malikiler dediler ki: Bir kişi namazı kısaltacak kadar bir mesafeyi katetme niyetiyle sefere çıkar,
sonra hareket etmiş olduğu yere geri dönerse, geri döndüğü bu belde kendisinin ya aslî beldesi, yani
doğup nüfusuna kayıtlı olduğu yer olur, yahut da aslı beldesi olmayıp sürekli olarak ikâmet etmek
istediği başka bir belde olabilir. Üçüncü olarak da geri döndüğü bu belde, sefer hükmünü kesecek bir
müddet için niyet ederek ikâmet etmek istediği bir belde olabilir. Bu kişi aslî beldesine veya sürekli
olarak ikâmet etmek istediği beldeye geri dönerse, sırf buraya girmekle namazı tam olarak kılar.
Burada sefer hükmünü kaldıracak ikâmete niyet etmese bile mukîm gibi namazı tam olarak kılar.
Ancak daha önce orada oturmayı terkederek çıkıp gitmişse, dönüşte burada namazı kısaltarak
kılmasına herhangi bir engel yoktur. Ancak bu kişinin burada kendisiyle zifafa girdiği bir eşi bulunur
veya burada sefer hükmünü kaldıracak bir ikâmete niyet ederse, namazı tam olarak kılması gerekir.
Anlatılan bu hüküm, kişinin önce sefere çıkıp sonra geri döndüğü beldede bulunması durumuyla
ilgiliydi. Bu beldeye geri dönüş için yola koyulma durumundaysa aradaki mesafeye bakılır. Bu mesafe,
namazı kısaltmayı gerekli kılacak bir mesafe ise, namazı kısaltarak kılar. Aksi takdirde tam olarak
kılar. Geri dönüş mesafesi namazı kısaltmaya yeterli değilse, seferin hükmü batıl olur. Dolayısıyla geri
dönüş esnasında ve döndüğü şehre girdikten sonra da namazlarını tam olarak kılması gerekir. Geri
döndüğü belde, kendi aslî beldesi veya sürekli ikâmet etmek istediği bir belde olmasa bile, namazını
tam olarak kılması gerekir. Geri döndüğü bu yer, kendi aslî beldesi veya sürekli olarak ikâmet etmeye
henüz yoldayken niyet etmiş olduğu bir belde ise, buraya girdiğinde, sırf girmiş olma nedeniyle
seferîliği kalkar. Kişinin kendisiyle evlenip dünya evine girdiği eşinin -bu eşi kendisiyle küs değilsebulunduğu belde de bu hükme tâbidir. Sırf buraya girmiş olmakla, seferîliği ortadan kalkar. Kişi, geri
dönüş esnasında anılan beldelerden birine girmeye niyet ederse, niyet ettiği noktayla gideceği belde
arasındaki mesafeye bakılır. Bu, namazı kısaltmayı gerekli kılacak bir mesafe ise, seyir esnasında
namazı kısaltarak kılar. Eğer mesafe, namazı kısaltmaya ruhsat verecek kadar uzun bir mesafe değilse,
seyir esnasında da namazı tam olarak kılar. Bazıları, mesafe şartı aranmaksızın mutlak olarak namazın
kısaltılabileceği görüşündedirler. Anılan beldelerden birine uğrayıp geçmek, namazın kısaltılarak
kılınmasına engel olmaz. Kişinin kendisiyle zifafa girmemiş olduğu veya zifafa girdiği halde dargın
olduğu eşinin beldesine girmesi de namazı kısaltarak kılmasına engel olmaz.
Şafiiler dediler ki: Vatan, kişinin yaz-kış sürekli olarak ikâmet ettiği yerdir. Bu tanıma uymayan
yerler vatan değildir. Seferdeki bir kişi, ister bir ihtiyaçtan dolayı, ister herhangi bir ihtiyaç olmaksızın
vatanına geri döndüğünde dört gün ikâmete niyet etse de, etmese de seferîliği ortadan kalkar. Geri
dönüş esnasında, vatana ulaşıncaya dek namazı kısaltarak kılar. Geri dönüşü, vatanından başka bir
beldeye ise bu dönüşü, ya bir ihtiyaç içindir veya bir ihtiyaç için değildir. Dönüşü eğer bir ihtiyaç için
değilse, menzile varmadan sefer hükmünü kesecek süreli bir ikâmete niyet etmedikçe seferîliği ortadan
kalkmaz. Ancak bu niyeti yaparken durgun vaziyette olup yürüyüş hâlinde olmamalı ve başkasına bağlı
olmadan kendi başına karar verme yetkisine sâhib olmalıdır. Bu niyeti yaptıktan sonra sırf menzile
kavuşmuş olmakla seferîliği ortadan kalkar. Mezkûr ikâmete niyet etmeyince, iki durum müstesna
olmak üzere seferîliği kalkmaz.
1. Bilfiil mezkur ikâmette bulunmak,
2. Veya menzile ulaştıktan sonra mezkûr ikâmete niyet etmek. Seferden dönüşü (kendi vatanından
başka yere olmakla birlikte), bir ihtiyaç içinse ve bu işin dört günden önce tamamlanmayacağını kesin
olarak biliyorsa, ikâmete niyet etmese bile sırf oraya ulaşıp yerleşmekle seferîliği sona erer. Ama işinin
dört günde tamamlanacağını bilirse, seferiliği ortadan kalkmaz ve o beldede bulunduğu sürece
namazlarını kısaltarak kılar.
Bu anlatılanlar, seferi kişinin bütün zaman boyunca işin tamamlanması beklentisi içinde olmamasıyla
ilgilidir. Ama bütün zaman boyunca işinin tamamlanması beklentisi içinde olursa, seferiliği kalkmaz ve
tam onsekizgün boyunca namazlarım kısaltarak kılabilir. Niyet etmek de, bilfiil vatana dönmek gibidir.
Ancak bu niyeti yaparken yürüyüş hâlinde değil, durmuş vaziyette olmalıdır.
Seferi kişinin kendi vatanından başka bir beldeye dönmeye niyet edişine gelince; bu dönüş, eğer bir
ihtiyaçtan ötürü ise seferîliği sona ermez. Dönüp dönmemekte tereddüt etmek de, dönmek gibidir.
Hanbeliler dediler ki: Seferi kişi, yolculuğa ilk başladığı vatanına döndüğü veya dönmeye niyet ettiği
takdirde, bulunduğu yerle vatanı arasındaki mesafe, namazı kısaltma mesafesinden az ise namazı tam
olarak kılması vâcib olur. Buradan ikinci kez ayrılıncaya veya bu niyetinden vazgeçinceye kadar
namazlarını tam olarak kılmaya devam eder. Dönmeden veya dönüşe niyet etmeden önce kısaltarak
kılmış olduğu namazları iade etmesine gerek yoktur. Dönüşünün bir ihtiyaçtan ötürü olmasıyla, kesin
bir dönüş olması arasında bu hüküm bakımından herhangi bir fark yoktur. Seferi kişinin dönüşe niyet
ettiği yerle vatanı arasındaki mesafe, namazı kısaltmayı gerekli kılacak bir uzunluktaysa, bu geri
dönüşün uzun bir yolculuk sayılmasından dolayı, dönerken de namazlarını kısaltarak kılar. Seferdeki
kişi, yolu üzerinde bulunan kendi vatanına herhangi bir ihtiyaç için değil de sırf yol üzerinde
bulunduğundan ötürü uğrarsa namazlarını tam olarak kılar. Yine aynı şekilde seferi bir kişi, vatanı
olmasa bile evlenmiş olduğu beldeye uğrarsa, namazlarını oradan ayrılıncaya kadar tam olarak kılar. 444 Abdurrahman Ceziri, Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı- 2, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 675-680.
CEM-İ TAKDİM VE CEM-İ TE’HÎR
Tanımı
Namaz kılan kişinin öğle vaktinde, ikindi namazını öğle namazı ile birlikte kılmasına “cem-i takdîm”
denir. Bu durumda vakti girmeden önce ikindi namazı, öğle namazıyla birlikte kılınmış olmaktadır.
Namaz kılan kişinin öğle namazını, vakti çıkıncaya kadar geciktirip ikindi vaktinde ikindi namazıyla
birlikte kılmasına ise “cem-i te’hîr” denir. Yatsı namazıyla akşam namazı da, tıpkı öğle ve ikindi
namazları gibi her iki şekilde de kılınabilirier. Sabah namazına gelince, bunun hiç bir halde başka bir
vakit namazıyla bir arada kılınması sahîh olmaz.
Belirteceğimiz sebeplerden birinin mevcûd olmaması halinde mükellef bir kişinin, farz namazlardan
birini vaktinden sonraya bırakması veya vaktinden önceye alması caiz olmaz. Zîrâ noksanlıklardan münezzeh Yüce Allah, her namazı tâyin edilen kendi vaktinde kılmamızı emretmek üzere şöyle
buyurmuştur:
Allâh Subhânehu ve Teâlâ, şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz ki namaz, mü’minler üzerine vakitleri belirli olarak farz kılınmıştır.” 445 Nisa: 4/103.
İslâm Dîni kolaylık ve müsamaha dîni olduğundan dolayı, meşakkatlerin bulunması hâlinde, sıkıntıları
gidermek amacıyla namazların, vakitleri dışında kılınmasını mubah saymıştır. 446 Abdurrahman Ceziri, Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı- 2, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 681.
Cem-i Takdimle Cem-i Te’hîrin Hüküm Ve Sebepleri
Vakit namazlarının ikisini bir arada kılmak, (bazı hallerde) caizdir. Bir arada kılmanın sebep ve
şartlarına gelince; bunlar, mezheblere göre detaylı olarak aşağıda ayrı ayrı anlatılmıştır.
Malikiler dediler ki: Namazları cemetmenin sebepleri şunlardır:
1. Seferîlik.
2. Hastalık.
3. Yağmur.
4. Karanlıkla birlikte (yolların) çamurlu olması.
5. Hac ibâdetini edâ etmekte olan kişinin Arafat’ta veya Müzdelife’de bulunması.
Şimdi de bu sebeplerin izahına geçelim:
1. Seferîlik: Bundan maksat, namazın kısaltılmasını gerekli kılan veya kılmayan mutlak mânâdaki seferdir. Yalnız, bu seferin haram, ya da mekruh amaçlı olmaması şarttır. Mubah amaçlı bir seferde
bulunan kişinin ikindi namazını öne alarak öğleyle birlikte cem-i takdim şeklinde kılması iki şartla caiz
olur:
a. Mola verilecek yere inmesi esnasında, güneş zevale ermiş olmalıdır.
b. İkindi vaktinin girmesinden önce hareket etmeye, ikinci molayı ise güneşin batmasından sonra
yapmaya niyet etmelidir. Eğer ikinci molayı güneşin sararmasından önce yapmaya niyet ederse,
hareketten önce öğle namazını kılmalı, ikindi namazını ise ikinci molaya bırakmalıdır ki, bu vâcibtir.
Çünkü ikinci mola, ihtiyarî vakit içinde yapılmış olacaktır. Durum böyle olunca ikindi namazını öne
alarak öğleyle birlikte kılmaya sebep kalmamaktadır. Cemedilerek öğleyle birlikte kilınırsa, günahkâr
olmakla birlikte yine de sahîh olur. İkinci molada da ihtiyarî vakit içinde ikindiyi iade etmek mendub
olur. Güneşin sararmasından sonra ve gurubundan önce ikinci molaya niyet ederse, öğle namazını
hareketten önce kılar. İkindiyi ise dilerse öne alarak öğleyle birlikte kılar dilerse ikinci molada kılmak
üzere erteler. Çünkü ikinci mola, her halükârda zarurî vakitte vukûbulmuş olacaktır. Cemedip etmemek
arasında serbest bırakılması şundan ileri gelmektedir: Bu durumdaki bir kimse ikindiyi öne alıp öğleyle
birlikte kılarsa, sefer nedeniyle ilk zarûrî vakitte kılmış olur. İkinci molaya ertelerse meşrû-zarûrî vakitte kılmış olur.
Seferde bulunan kişi seyir halindeyken öğle namazının vakti girerse -ki bu da güneşin zevâliyle olur-,
eğer güneşin sararması esnasında veya daha önce mola vermeye niyet etmişse, öğle namazını mola
esnasında ikindiyle birlikte cem-i tehîr etmek üzere erteleyebilir. Eğer mola vermeye güneşin
batmasından sonra niyet ederse, öğleyi ikindiyle birlikte kılmak üzere tehir etmesi caiz olmaz. Molası
güneşin batmasından sonra olacağına göre, ikindi namazını da molaya kadar ertelemesi caiz olmaz.
Çünkü böyle yaparsa her iki namazı da vakitleri dışına çıkarmış olacaktır. Bu kişi ancak sûreten iki
namazı cemedip kılacaktır. Öğle namazı ihtiyarî vaktinin sonunda, ikindi namazı da ihtiyarî vaktinin
başında kılınmış olacaktır. Akşam namazıyla yatsı namazı da bu detaylar açısından tıpkı öğle ve ikindi
namazlanyla aynı hükümlere tabidirler. Şu farkla ki: Akşam namazının ilk vakti olan güneşin batma
anı, öğle namazına nisbetle güneşin zevale ermesi gibidir. Gecenin ilk üçte biri de, ikindi namazından
sonra güneşin sararması mesâbesindedir. Buna göre, akşam namazının vakti yolcunun mola verdiği
sırada girmişse ve yatsının girmesinden önce hareket etmeye, fecrin doğmasından sonra da ikinci
molaya niyet etmişse, bu takdirde hareketten önce yatsıyı öne alarak akşam namazıyla birlikte cem-i
takdim şeklinde kılar. Eğer ikinci molayı gecenin ilk üçte birinin sona ermesinden önce vermeye niyet
ederse, yatsıyı o zamana ertelemelidir. Eğer ikinci molayı gecenin ilk üçte birinden sonra vermeye
niyet ederse, hareketten önce akşam namazım kılar. Yatsıyı ise dilerse akşam namazıyla birlikte cem-i
takdim şeklinde kılar, dilerse ikinci molada kılmak üzere erteler. Kıyas, bu doğrultudadır. Misafirlikte
namazları cemederek kılmak caiz olmakla birlikte evlâ olan hükme ters düşmektedir ve yapılmaması
daha iyidir. Ayrıca namazları cem’ederek kılmak, sadece kara yoluyla yapılan seferlerde caiz olur.
Deniz yolculuğundaysa caiz değildir. Zîrâ namazları cemetme ruhsatı, sadece karada yapılan
yolculuklar için geçerlidir.
2. Hastalık: Eğer hasta kimsenin her namaz için ayrı ayrı abdest alıp ayakta durması zor oluyorsa,
meselâ karın ağrısına tutulmuş bir kimsenin öğle ve ikindiyi, akşam ve yatsıyı sûreten cemederek
kılması caiz olur. Sûreten, cemden kasıt: Öğle namazım ihtiyarî vaktinin sonunda, ikindiyi ise ihtiyarî
vaktinin başında; akşam namazım ufuktaki şafağın az öncesinde, yatsıyı da bu şafağın kayboluşunun
başlangıcında kılmaktır. Bu namazların bu şekilde cemedilişleri, gerçek anlamda bir cemediş değildir.
Zîrâ bu namazların her biri, kendi vaktinde kılınmış olmaktadır ve bu da kerâhetsiz olarak caizdir.
Böyle yapan kişi, vaktin başlangıcında namaz kılma faziletini elde eder. Ama mazereti olmayanların
durumu bunun tersinedir. Mazereti olmayan bir kişi için sûreten cemediş her ne kadar caizse de, vaktin
başlangıcında namaz kılma faziletini kaçırmış olur. Sıhhatli kişi, eğer bulunduğu vakitten sonra
gelecek olan vaktin girmesi esnasında; meselâ öğledeyken ikindi vaktinin girmesi esnasında istenilen
şekilde namaz kılmasını engelleyen bir baskının veya namaz kılmasına mâni bir baygınlığın
vukûbulacağmdan korkarsa, ikinci vaktin namazını öne alıp bulunduğu vaktin namazıyla cemederek
kılabilir. Bunu yaptıktan sonra korktuğu şeyle karşılaşmazsa, zarurî vakitte olsa bile, öne alarak kıldığı
namazı iade etmesi müstehab olur.
3/4. Yağmur ve karanlıkla birlikte çamur: Sağanak hâlinde yağmur yağar da, normal insanları
başlarını örtmeye zorlarsa ve karanlıkla birlikte yollarda fazla miktarda çamur bulunup da normal bir
insanı, ayakkabılarını çıkarmaya zorlarsa, yatsı namazını sıkıntı çekmeksizin cemaatle kılabilmek için,
akşam namazıyla birlikte cem-i takdim ederek kılmak caiz olur. Bu durumda akşam namazının
vaktinde mescide gidip akşamla yatsıyı birlikte kılmak caizdir. Bu cem’ediş, evlâ olan hükmün tersi
anlamında caizdir. Sadece mescidlere özgü olup evlerde yapılması caiz olmayan bu cem-i takdimin
uygulanışı şu keyfiyetle olur:
Önce âdet olduğu gibi akşam namazı için yüksek sesle ezan okunur. Ezandan sonra üç rek’at namaz
kılacak kadar bir süre beklemek mendub olur. Bundan sonra akşam namazı kılınır. Daha sonra da
mendub olarak, minare üzerinde değil de, mescid içinde yatsı ezanı okunur. Minare üzerinde
okunmayışının sebepi, halkın, yatsı vaktinin girdiğini zannetmemesi içindir. Bu ezan hafif sesle
okunduktan sonra yatsı namazı kılınır. İki namaz arasında nafile kılarak fasıla yapmamalıdır.
Cemedilen diğer namazlar arasında da nafile kılmak mekruhtur. Arada nafile kılarak da iki namazı
cemetmek mümkündür. Yağmur nedeniyle yatsı namazının akşam namazıyla birlikte kılınması hâlinde
yatsı namazından sonra da nafile kılınmaz. Vitir namazı ise, ufuktaki şafağın kaybolması zamanına dek
ertelenir. Çünkü vitir, ancak bu vakitten sonra sahîh olur. Mescidde tek başına namaz kılan kişinin, iki
namazı birleştirerek kılması caiz olmaz. Ancak bu tek kişi, mescidin görevli imamı olur ve kendine
mahsus çekileceği bir odası bulunursa, yalnız başına iki namazı cemetmesi caiz olur. Bunu yapmak
için de hem imamlığa hem cem’e niyet eder. Çünkü o, aynı zamanda cemaat mertebesine inmiş
sayılmaktadır. Mescidde itikâfa girmiş olan kişinin de, iki namazı cemedip kılan kimseleri bulması
hâlinde onlarla birlikte cemedip kılması caiz olur.
Birleştirilerek kılınan namazların ilkine başladıktan sonra yağmur kesilecek olursa cemetmek câîz olur.
Ama ilkine başlamadan önce yağmur kesilecek olursa cemetmek caiz olmaz.
5. Arafat’ta bulunmak; Hacıların Arafat’ta ikindiyi öne alarak öğleyle birlikte cem-i takdîm şeklinde
kılmaları sünnettir. Hacının Arafat halkından veya Minâ, ya da Müzdelife gibi hac ibâdetinin edâ
edildiği diğer mıntıkalardan birinin halkından olması veyahut da o bölge dışındaki uzak yerlerden
birinin halkından olması, cemediş açısından aynı hükme tâbidir. Arafat’a tâbi yerlerden birinde ikâmet
eden bir hacının, ikâmet yeriyle Arafat arasındaki mesafe, namazı kısaltmayı gerekli kılan bir mesafe
olmasa bile, namazı kısaltarak kılması sünnet olur.
6. Müzdelife’de bulunmak: Hac ibadetini edâ eden kişinin, Arafat’tan ayrıldıktan sonra Müzdelife’ye
ulaşıncaya kadar akşam namazını ertelemesi sünnet olur. Müzdelife’de akşam namazını tehir ederek
yatsıyla birlikte cem-i te’hîr şeklinde kılar. Arafat’ta imamla birlikte namaza durmuş olan kişiler, bu
namazları ancak cemederek kılabilirler. Aksi takdirde her bir namazı kendi vakti içinde edâ etmek
gerekir. Müzdelife halkı dışındaki diğer kimselerin o gecenin yatsı namazım kısaltarak kılmaları sünnet
olur. Çünkü kurala göre her hacının cemederek kılmaları sünnettir. Yatsıyı ise içinde bulunulan
mıntıkanın ahâlisi dışındaki kimseler kısaltarak kılabilirler.
Şafiiler dediler ki: Anılan iki namazı, gerekli sefer şartlarını taşıyan ve sefer mesafesi de en azından
80.640 km. uzunluğunda olan misafir kimselerin cem-i takdîm veya cem-i te’hîr yaparak kılmaları caiz
olur. Yağmur nedeniyle de sadece cem-i takdim yaparak kılınabilir. Cem-i takdimin yapılması için altı
şart gereklidir:
1. Tertib: Önce hangi vakitte bulunuluyorsa o vaktin namazını kılarak tertibe riâyet edilmelidir.
Sözgelimi öğle vaktindeki bir kişi, bu vaktin namazıyla birlikte ikindiyi de kılmak isterse, önce öğle
namazını kılmalıdır. Bunun tersini yaparsa, vaktin namazı olan öğle namazı sahîh olur. Önce kıldığı
ikindi namazıysa, ne farz ve ne de nafile yerine geçer. Eğer üzerinde bu neviden (kazaya kalmış) farz
bir namaz varsa, ancak onun yerine geçerli olur. Ama bu tertibsizliği, bilgisizlik veya unutkanlık
nedeniyle yapmış ise, bu takdirde önce kıldığı ikindi namazı nafile yerine geçerli olur.
2. Niyet: Cem yapmaya niyet etmek. Öğle ve İkindi namazlarım cem-i takdim yaparak kılacak olan
kişinin kalben, öğleden sonra ikindiyi kılacağına ilişkin niyet etmesi gereklidir. Bu niyetin selâmla
birlikte de olsa ilk namazda yapılması şarttır. Niyetin tekbirinden önce veya selâmdan sonra yapılması
yeterli olmaz.
3. İki namaz arasında muvâlât: İki namaz arasına, çok hafif de olsa, iki rek’at kılacak kadar bir fasıla
konulmamalı ve yine iki namaz arasında nafile de kılınmamahdır. Aralarına ezan, ikâmet ve taharet
gibi fasılaların konulması caizdir. Meselâ öğle namazını teyemmümle kılan bir kişi, ikindiyi de
cemederek kılmak isterse, ikindi için bir teyemmüm yaparak araya fasıla koymasının cem için bir
zararı olmaz. Zîrâ önce de anlatıldığı gibi, iki namazı bir teyemmümle cemedip kılmak caiz olmaz.
4. Seferin, ikinci namaza iftitah tekbiri alıp başlayıncaya kadar devam etmesi şarttır. İkinci namaza
başladıktan sonra sefer nihayete ererse cem işlemi tamamlanır. Ama ikinci namaza başlamadan önce
sefer sona ererse, sebepi ortadan kalkmış olduğu gerekçesiyle cemetmek sahîh olmaz.
5. İkinci namazın gerçekleşmesine kadar, birinci namazın vaktinin çıkmayacağını kesin olarak bilmek
şarttır.
6. Birinci namazın sahîh olduğunu zannetmek şarttır. Meselâ birinci namaz Cuma namazı ise ve hiç
gerek yokken birden fazla yerlerde kılınmaktaysa; hangisinin daha önce kıldığı veya beraberce
kıldıkları hususunda şüpheye düşürülürse, ikindi namazını öne alarak cem-i takdim yapıp onunla
birlikte kılmak sahîh olmaz.
Şu da var ki: Cem yaparak namazları bir arada kılmamak daha uygundur. Çünkü bunun caiz olup
olmaması hususunda ihtilâf vardır. Ama hac ibâdetini edâ etmekte olan kişi misafir ise, Arafat’tayken
sünnet olarak ikindiyi öne alıp cem-i takdim yaparak öğle namazıyla birlikte kılmalıdır. Müzdelife’de
de akşamı erteleyerek yatsı namazıyla cem-i tehîr edip kılmalıdır. Bu iki durumda cem yapmanın caiz
olduğu hususunda mezhebler görüş birliği etmişlerdir. Şunu da bilmek gerekir ki: İkindi namazının
cem edilerek kılınması bazan vâcib, bazan da mendub olur. Bir namazın vakti daralır da abdest alıp
namaz kılmaya yeterli olmazsa, bu vaktin namazı, müteâkib namazla birlikte cem edilerek kılınmak
üzere tehir edilir. Ki bu da vâcibtir.
Az önce durumu belirtilen hacıların iki namazı cemederek kılmaları mendub olur. Namazın kılınışı
cem sayesinde kemâl derecesine ulaşacaksa, cem ederek kılmak da mendub olur. Meselâ cemederken
iki namazı cemaatle beraber kılacak olan kişinin; cemetmediği takdirde namazı tek başına kılması
gerekiyorsa bu durumda, cemaatle kılacağı için cemederek kılması mendub olur. Seferdeyken
namazları cem-i tehîr şeklinde kılmanın sahîh olması için iki şart gereklidir:
a. Cem-i tehîr için birinci namazın vaktinde niyet etmek şarttır. Birinci vakitte niyet edilirken, geriye
tam veya kısaltılmış olarak namaz kılabilecek kadar bir vakit kalmış olmalıdır. Eğer birinci vakitte
cem-i tehire niyet etmemişse veya etmiş olup da geriye tam veya kısaltılmış olarak namaz kılacak
kadar zaman kalmamışsa günahkâr olur. Eğer bu namazın yalnızca bir rek’atini bile vakit içinde
kılamazsa kazaya kalmış olur. Vakit içinde bir rek’atini kılabilirse, haram işlemiş olmakla birlikte
namazını edâ etmiş sayılır.
b. Sefer hâlinin, cem-i tehîr olarak kılınan namazların sonuna dek devam etmesi şarttır. Eğer seferîlik,
namazların sonuna dek devam etmeyip sona ererse, tehîrine niyet ettiği namaz kazaya kalmış olur.
Cem-i tehîr olarak kılınan namazlar arasında tertib ve muvâlâta riâyet etmek, şart olmayıp sünnettir.
Mukîm olan kimsenin, yağmur sebepiyle ikindiyi öne alarak Cuma namazıyla birlikte cem-i takdim
şeklinde vaktin evvelinde kılması caizdir. Bu yağmur, elbiselerin üstünü veya ayakkabıların altını
ıslatacak kadar olsa da cem-i takdîm yapması caizdir. Eriyen kar ve dolu da bu hüküm açısından
yağmur gibidir. Mukîm olan kişinin böyle yapması, tabiî ki bazı şartlara bağlıdır:
1. Yağmur ve benzeri (kar ve dolu) şeyler, her iki namazın iftitah tekbirleri esnasında ve birinci
namazın selâmı esnasında mevcûd olmalıdır ki, birinci namaz ikincive bitiştirilebilsin. Yağmurun
birinci namazda veya ikinci namazda veyamıt da bu ikisinden sonra kesilmesinin cem için bir zararı
olmaz.
2. İki namaz arasındaki tertibe riâyet edilmelidir.
3. İki namaz arasında muvâlâta riâyet edilmeli, yani aralarına bir fasıla konulmamalıdır.
4. Seferîlikte yapılan cem gibi, bu cemedişte de cem için niyet edilmelidir.
5. İkinci namazın en azından iftitah tekbirinin cemaatle birlikte alınması gerekir. Cemaatin, namazın
sonuna kadar davam etmesi şart değildir. Birinci rek’atin tamamlanmasından önce cemaatten ayrılıp
münferid olarak kihnsa bile bunun bir sakıncası olmaz. Kuvvetli olan görüş bu doğrultudadır.
6. Bu iki namazı kıldıran imam, hem imamlığa hem de cemaate niyet etmelidir.
7. Cemediş, örfe göre uzaktaki bir namazgahta olmalıdır. Öyle ki, cemaat buraya gelirken yolda zorluk
çekmiş olmalıdır. Görevli imam, bu hükme tâbi değildir. Yağmurdan ötürü eziyet görmese bile
cemaate, iki namazı cemederek kıldırabilir. Bu sayılan şartlardan biri gerçekleşmediği takdirde mukîm
kişi, namazların ikisini cemederek bir arada kılamaz. Şiddetli karanlık, rüzgâr, korku, çamur ve
hastalık meşhur kavle göre mukîmin cemetmesini mubah kılan sebeplerden değildir. Ancak hastalık
hâlinde iki namazın cem-i takdim veya cem-i tehîr şeklinde kılınmasının caiz oluşu tercih edilmiştir.
Hanefîler: Ne sefer ne de ikâmet hâlinde herhangi bir özürden dolayı iki vakit namazını bir arada
kılmak, iki durum dışında caiz olmaz demişlerdir.
Bunlardan birincisi: Öğle ve ikindi namazını, öğle vaktinde cem-i takdim olarak bir arada kılmaktır.
Bu da dört şartla caiz olur:
1. Bu cem arefe gününde yapılmalıdır.
2. Hac için ihramda bulunulmalıdır.
3. Bu namazlar, müslümanlann imamının veya vekilinin ardında kılınmalıdır.
4. Öğle namazı sahîh kalmalıdır. Eğer fâsid olduğu anlaşılırsa, iade edilmesi vâcib olur. Bu durumda
ikindiyi öğleyle bir arada cemet-mek caiz olmaz. Aksine ikindi vakti girdiğinde, ikindi namazını
kılmak vâcib olur.
Cem yapmanın caiz olduğu durumlardan
ikincisi: Akşam namazını erteleyerek yatsıyla birlikte cem-i’
te’hîr şeklinde kılmaktır. Bunun caiz olması için de iki şart vardır:
1. Bu cemediş, Müzdelife’de olmalıdır.
2. Hac için ihramda bulunulmalıdır.
Cem’edilen iki namazın her ne kadar kendilerine özgü kametleri olacaksa da, ikisi için sadece bir tek
ezan okunur. Abdullah İbn Mes’ûd (r.a.), namazların cemine ilişkin şöyle bir rivayette bulunmuştur:
“Kendisinden başka ilâh bulunmayan (Allah)’a andolsun ki, Rasûlullah (s.a.s.), iki namaz dışında
bütün namazlarını mutlaka vakti içinde kıldı. Bunlardan biri Arafat’ta öğleyle ikindiyi birleştirerek
kıldığı namaz, diğeri de Müzdelife’de, akşamla yatsıyı birleştirerek kıldığı namazdır.” 447 Tirmîzî, Salât, 24; Ebû Dâvûd, Menâsik, 59; Muvatta, Sefer, 1-2, 5-6.
Hanbeliler dediler ki: Öğleyle ikindiyi veya akşamla yatsıyı öne alarak veya sona bırakarak anılan
şekilde cemedip birleştirmek mubahtır. Yapılmaması ise daha faziletlidir. Arafat’ta öğleyle ikindiyi
cem-i takdîm şeklinde, Müzdelife’de de yatsıyla birlikte akşamı cem-i te’hîr şeklinde bir arada kılmak
sünnet olur. Cemedişin mubah olması için, namaz kılmakta olan kişinin sefer mesafesinin, namazı
kısaltmayı gerekli kılan bir sefer mesafesi olması gerekir. Veya hasta halde olup cemederek kılamadığı
takdirde, meşakkat ve zorlukla karşılaşma ihtimâli, ya da emzikli veya istihâzeli bir kadın olmalıdır.
Bunların da her namaz anında temizlenmeleri ve abdest almaları zor olduğundan, zorlukları bertaraf
etmek için cem yaparak iki namazı bir arada kılmaları caiz olur. Meselâ kendisinde sürekli sidik
akıntısı bulunan özürlü kimseler de istihâzeli kadın gibi iki namazı bir arada cemederek kılabilirler.
Her namaz için suyla abdest alamayan veya teyemmüm edemeyen kimseler de, namazların ikisini bir
arada kılabilirler. Âmâ kimselerle yer altında çalışmakta olan işçiler gibi, namaz vaktinin (girip
çıktığını) bilmekten âciz kalanlar da cem yapabilirler. İki namazı bir arada kılmadığı takdirde canına,
malına, ırzına veya geçim vâsıtasına zarar geleceğinden korkan kimseler de cem yapabilirler. Ki bu da,
işlerinin başından ayrılmaları imkânsız olan işçiler için bir toleranstır.
Bütün bunlar, ökeyle ikindi veya akşamla yatsı namazlarım cem-i takdîm veya te’hîr şeklinde kılmayı
mubah kılan durumlardır. Bunların yamsıra akşamla yatsı namazları kar, dolu, soğuk, çamur, şiddetli
ve soğuk rüzgâr, elbiseleri ıslatan ve meşakkate yol açan yağmur gibi sebepler-den ötürü birleştirilerek
kılınabilirler. Bu durumdaki kişinin mescide giden yolunun üstünde tavan da olsa, cemi evinde de
yapsa, mescidde de yapsa hüküm değişmez. Erdemli olan, cem-i takdîm ve te’hîrden hangisi daha
kolaysa onu yapmaktır. Eğer ikisi de aynı olursa daha iyisi olan, cem-i te’hîr yapmaktır. Cem-i takdîm
veya te’hîrin faziletli olabilmesi için iki namaz arasındaki tertibe riâyet edilmelidir. Unutkanlık, bu
şartı düşürmez. Sadece cem-i takdimin sahîh olması için dört şartın tahakkuku gerekir:
1. Cemetmeye, birinci namazın iftitah tekbiri esnasında niyet etmelidir.
2. İki namaz arasında fasıla bulunmamalıdır. Ancak hafif şekilde abdest alıp kamet getirecek kadar bir
fasıla konulursa bunun bir sakıncası olmaz. Ama aralarında, vakit namazına bağlı bir nafile namaz
kılınırsa bu takdirde iki namazın cemedilişi sahîh olmaz.
3. Her iki namazın iftitah tekbiri esnasında ve birinci namazın selâmı esnasında, cemi mubah kılan
özrün mevcûd olması gerekir.
4. Bu özür, ikinci namazın tamamlanışına kadar devam etmelidir. Sadece cem-i tehîr için gerekli olan
iki sıhhat şartı vardır:
1. Cemetmeye birinci namazın vakti içindeyken niyet edilmelidir. Ancak vakit dar olursa bu takdirde
ikinci namazı öne alarak birinciyle cemetmek caiz olmaz.
2. Cemi mubah kılan özür, birinci namazın vaktinde yapılan cem niyetinden itibaren ikinci namazın
vakti girinceye kadar baki kalmalıdır. 448 Abdurrahman Ceziri, Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı- 2, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 682-689.
NOT: Değerli okucucular; Ben araştırmalarım da, Abdeste başlarken veya Namaza başlarken Niyet, kalple olur. Bu Niyet, Namaz Abdesti, Gûsül Abdesti, Teyemmüm Abdesti, Farz Namaz, Sünnet Namaz veya Nafile Namazlarda da aynıdır. Ben konu bölünmesin diye olduğu gibi yazdım. En doğru kaynak, hiç şüphesiz Kur'an ve Sünnet'tir. Bunun dışında alimler ve imamlar hata yapabilirler yani nadiren de olsa görüşlerinde yanlış bilgi verebilirler. Birde, bu temizlik ve namaz bölümlerinde yazmış olduğum Dört Mezhep İmamlarının görüşleri, yazmış olduğum tüm konularda tamamı, İmamlarımızın kendi görüşleri değildir bir kısmı yani kendilerinden sonra gelen, onları takip eden (öğrencilerinin) İmamların görüşleridir. Allâh Subhânehu ve Teâlâ onlara Rahmet etsin. Bu notu yazmamdaki amaç, yanlış bilgi verip, gerek değerli imamlarımızı gerekse kendimizi zan altında bırakmamak içindir. Sizlere buradan tavsiyem eğer, tüm bu yazmış olduğum konularla alakalı, yanlış olduğunu düşündüğünüz veya bildiğiniz bir şey varsa, onu Kur'an ve Sünnet'ten araştırmanızdır. Allâh Subhânehu ve Teâlâ bize ve Tüm Müslüman kardeşlerimize dinimiz İslâm'ı doğru öğrenmeyi ve hayatımızın her alanında doğru uygulamayı nasib etsin İnşeAllâh. Allâhümme Amin.
Hâtime:
Hamd âlemlerin rabbi olan Allâh’a mahsustur. Salât ve selâm yaratılmışların en hayırlısı Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’in, âlinin ve ashabının üzerine olsun.
Yardım ve başarı, izzet ve şeref Allâh’tandır.
O, her şeyin en iyisini bilendir.
Muvahhid Kullara Selâm Olsun.
Polat Akyol
NOT: KONUNUN DEVAMI VAR
KAYNAKLAR:
434 Abdurrahman Ceziri, Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı- 2, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 657-659.
435 Abdurrahman Ceziri, Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı- 2, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 659-661.
436 Abdurrahman Ceziri, Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı- 2, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 661-662.
437 Abdurrahman Ceziri, Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı- 2, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 663-665.
438 Nisa: 4/101.
439 Müslim, Müsâfirîn, 4; Ahmed bin Hanbel, Müsned, 1/25.
440 Muvattâ, Hacc, 202; sefer, 19.
441 Abdurrahman Ceziri, Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı- 2, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 665-666.
442 Abdurrahman Ceziri, Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı- 2, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 666-673.
443 Abdurrahman Ceziri, Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı- 2, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 673-675.
444 Abdurrahman Ceziri, Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı- 2, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 675-680.
445 Nisa: 4/103.
446 Abdurrahman Ceziri, Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı- 2, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 681.
447 Tirmîzî, Salât, 24; Ebû Dâvûd, Menâsik, 59; Muvatta, Sefer, 1-2, 5-6.
448 Abdurrahman Ceziri, Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı- 2, Çağrı Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 1993: 682-689.