ÖYKÜ:
KOŞMA, DÜŞERSİN!
Gecenin
en erken saatiydi. Evin içinde oyalanacak bir şey bulamayınca kendimi
sokakların kollarına bırakmaktan başka çarem kalmamıştı. Şehrin ışıkları içimi
aydınlatırken belki sana rastlamanın umuduyla ilk gelen tramvaydan içeriye
atmıştım kendimi. İçerinin sakinliği, istediğim yere sahip olma özgürlüğü
sunuyordu açıkça bana. Cam kenarı bir yere geçip oturmuştum. Az sonra tramvayın
en sonunda, gözlerini üzerime dikmiş hiçbir yaşam belirtisi göstermeden ürkütücü
sessizliğinle öylece durduğunu fark etmiştim. Sana karşın ben ise sadece taklit
ediyor, varlığını onurlandırıyor, seni sonsuz kez yaşatıyordum boşluğumda…
Zihnimin
duvarlarının her an taze tutmayı başardığı o anı canlanmıştı birden gözümde. Güneşin
yağmura dönüştüğü, eteklerimin rüzgârlara dost olduğu o gün, tramvayın son anda
kapanacak olan aralığından süzülmüştüm. Sırılsıklam olmuş kedi mahmurluğumla
ilk bulduğum yere oturmuştum. Köşede üstü başı kir içinde bir delikanlı vardı.
Önünde duran kanepeye oturmasıyla kalkması arasındaki mesafeyi yalnızca ben
fark edebilmiştim, kendisi bile bilmeden. Geçip bir köşeye sinmiş yol boyu da
başını kaldırmamıştı mavi şeritlerden. Onca itiş kakışın arasında, orta
yaşlarda bir kadının duruşunu izlemeye başlamıştım. Anlamlandıramadığım bir şey
vardı kadında. Sanki benden başkasına göstermediği tarafları kaplamıştı her bir
yanımı. Tuhaflığıyla övünürcesine, insan kalabalığının koşuşturmasına inat;
sakin, sessiz ve bilge bir duruş sergiliyordu. Gittikçe yaklaşıyorduk kadınla
birbirimize. Aramızdaki mesafeyi kapatan ben miydim yoksa o mu yoksa zamanın
kendisi miydi bizi birbirimize bağlayan?
Anlamak
ya da anlatmak için kelimeleri konuşturmak yerine gözlerimiz yetmişti her şeyi
açık etmeye. Kısa boyu, kocaman kalçalarını kapatan eskimiş buruşuk
pardösüsüyle suratındaki benlere inat genişleyen dişli ağzıyla hafif şehla
bakışlarıyla soluk alma mesafemdeydi şimdi. Nefesini hissedebiliyordum
kollarımın ürpertisinde. Yağmur sularıyla yıkanmış saçlarım, soluğunun sıcak rüzgârlarıyla
savrulmaya başlamıştı. Kısa zaman içerisinde de yerini kavrulmuş samanlara
bırakmıştı. Ben, hayretle gizlerken benliğimi, etrafımızda her kim varsa
unutulmuş, başka zamanlarda bırakılıp yola devam edilmişti. Adını sorma
zahmetine bile girişmemiş uzun yıllardır tanışıyormuşçasına benimsemiştim onu.
Her ne derse, beni nereye götürürse hiç sorgulamadan ayaklarım eşlik etmeye
hazırdı.
Eskilerden
kalma bir bahçede bulmuştuk kendimizi el ele. Boyum kısalmış üzerimdeki
elbiseler de küçülmüştü. Sadece koşmak isteyen bir ruh vardı içimde. Tasasız,
sorunsuz, umarsız… “Koşma, düşeceksin.” demişti bana. İlk kez sesini duymanın
verdiği şaşkınlıkla tökezleyip düşmüş dizimi boydan boya kana bulamıştım. Ağlamak
isterken nasıl ağlandığını bulmaya çalışmıştım. Bana yardım edip etlerime çimdik
atmıştı mor imzalarını bırakarak. Birden tüm ihtişamı, yağmur sularının
kanalizasyon borularından sızıp yer altına akması gibi geriye hiçbir iz
bırakmadan yitip gitmişti. Acının verdiği güçle kadını ve bilgeliğini orada
bırakmıştım. İçimde kızgınlığın soğutucu çölleri yanarken yaşlı ağlayışlara eş
hiç durmadan koşan bacaklarımı aniden durdurmuştu önünden geçtiğim tek bir
yaprağı bile olmayan cılız ağaç.
“Nereye gidersen git
ama koşma! Sana demedim mi koşma, koşarsan düşersin.” demişti nefes nefese çocukluğuma
yetişen kadın.
“Kimsin sen? Bırak
peşimi! Kendi yaşıma dönmek istiyorum ben!” cevabı çıkmıştı ağzımdan.
Sadece
küçümseyen bir gülüş kaplamıştı ruhunun kıvrımlarını. Yeryüzüne ait olan her
şeyi içine hapsedecek bir öfke hortumu yerleşmişti o an gözlerime. Dizimin
kırmızısına tutunup ufacık da olsa aydınlığa kavuşma ümidini, kalbimdeki
karınca yavaşlığı ve istikrarıyla taşıyarak arkamı döndüğümde, dev bir boy
aynasına çarpmıştım. Devrilmemek için epey zaman sağa sola yalpalayan ayna en
sonunda dengesini kurabilmişti.
“Yavaş be! Az kalsın
canımdan ediyordun beni.”
Sesin
kimden ve nereden geldiğinden emin olamamakla birlikte artık her şeyin
olağanlığına hazır olan benliğim, aynanın kalbine saplamıştı bakışlarını. Tıpkı
masaldaki gibi hiç çekinmeden sormuştum:
“Ayna ayna söyle bana
var mı benden daha güzeli bu dünyada?”
Hiçbir
karşılık alamamış yeniden tekrarlamıştım sözcüklerimi. Bu kez kahkahalarında
boğulan ayna, sinir bozucu gülüşlerinin puslu bulutları arasından şimdiki
yaşımı göstermişti bana. Ansızın bedenimi ellerimle yoklamış, bana verilen
ikinci şansta da çocukluğumu heba etmiştim. Hızlıca koşan küçük kızın ardından
sadece yitip giden yolların izi kalmıştı. Kadın, varlığını unutturduğu gibi
hatırlatmayı da bilmiş, teklifsizce sokulmuştu hiç ummadığım anda. İki elimi
avuçları arasına almış ve bir anda bırakıp ellerini birbirine çarpmıştı. Tokat
yemiş gibi afallayan zihnim; üşüyen kollarını ovuştururken tramvaydaki telaşlı
insan trafiğinde bulmuştu kendini.
İşte
şimdi yine aynı ürpertici bilge kadınlığınla karşımdaydın. Korku yerine özlem
duyuyordum sana karşı. Sonunda kavuşmuş olmanın hasreti yanıp sönüyordu
bakışlarımda. Her nereye gideceksek yola çıkmaya çoktan hazırdı bacaklarım. Ve
hiç koşmadan yürümeye.
BENGÜL
ALKAN