Çocuktum. Köy çocuğu. İlkokuldayım henüz. Zaman 1960’lı yıllar. İkinci sınıftan üçüncü sınıfa geçtiğimiz yaz. Okullar yaz tatiline girdiği zaman çobanlık günlerim başlardı. Okul çantasını bırakıp değneği alırdım elime. Değnek biricik arkadaşım olurdu Eylül ortalarına kadar. O yıllarda köy okulları Mayıs sonu değil nisan sonu tatile girerdi.

 

         Üçüncü sınıfa geçmiş sorumluluğum daha da artmıştı. Kalabalık koyun sürümüzü tek başına otlatabiliyordum. Sabah güneşin doğmasıyla yayla düzlüklerine açılırdım sürümle. Bizim gibi koyun sayısı kalabalık olan sürü sahiplerinin de çobanları yaşıtım arkadaşlarım olurdu. Askerlik yaşına yaklaşmış delikanlılar, bazen de evli-barklı çobanlar da vardı yaylalarımızda.

 

         Gökyüzünün masmavi olduğu, beyaz bulutların gözükmediği güneşli günlerde çobanlık yapmak güzeldir.  Bir bakarsın küçücük kuş sürüleri havada gösteri yapıyor. Kuşlar gibi özgür olmak geçerdi aklımdan. Önündeki sürü önce Allah’a, sonra bana emanet. Özgürlük haramdır çobanlara. Ayrılamazsın süründen. Bu arada gökte kısa bir süre mesafe almadan gösteri yaparcasına kanatlarını hızla hareket ettiren atmacaya kayar gözlerin. Sırtını ısıtan güneş ışınları mutluluğunu artırır.

 

         Yayla düzlüklerinde ileriki sınıflarda adının karayel olduğunu öğrendiğim rüzgâr esmeye başladığında biz çocuk çobanlarının soğuktan esmerleşen yüzü asılırdı. Karayel beraberinde yağmur bulutlarını, sis getirir. Sis kısa sürede her tarafı kaplar. Hava sıcaklığı aniden düşer. Tüm düzlükleri kesif pus kaplar... Önümüzdeki sürünün tamamını görmek mümkün olmaz hale gelir. Biraz sonra da yağış başlar. Bazen yağmur, bazen de dolu yağar ve dayanılmaz bir rüzgâr... Onun için karayel esmesi, yağmurlu havalar bir zulümdür. Helede çocuk çobanlar için.

 

         Peki, kısa süreliğine de olsa değneği yaylanın balkonda bırakıp çobanlıktan azat olmak olmaz mı? Elbette olur!  Köyde çalışan babam ve ablamların ağartıları (süt ürünleri) azalmış. Anneme haber uçurulmuş. En kısa zamanda köye istenen siparişleri götürmem gerekecek. Annem hazırlığı yaptı o gece.  Ismarlanan ağartılar elime tutuşturuldu ertesi gün. Köye gidip, akşama yaylaya dönmek koşuluyla bir günlüğüne çobanlıktan izinli sayıldım. Ve üç saatten fazla sürecek gidiş-dönüş yolculuğum başladı.

 

         Özgürdüm! Süresi bir gün bile olsa. Sürüden o gün için annem mesuldü. Taşıdığım ağartılar ağır olsa bile kalabalık sürüyü yaymaktan çok daha azdı sorumluluğum. Bazen türkü söyleyerek, bazen melodisini bildiğim yöresel havaları ıslıkla icra ederek yola devam ettim.

 

         Yaylalarımız dağların yüksek düzlüklerinde, köyümüz ise çok daha aşağılarda kurulmuştur. Çimenler yemyeşildi yayla düzlüklerinde. Yolu yarıladım. Ta aşağılarda köy gözüktü. Arpa-buğday tarlaları sarı sarı, çayırlar henüz yemyeşil gözüküyordu. Harman zamanı başlamıştı.

 

         Köye vardım nihayet.  Öğlen olmuştu. Babam ve ablalarımın yüzleri tozdan tanınmayacak haldeydi. Gece sabaha kadar harman makinasıyla tınaz savurmuşlar. Çuvallara tahılı kilere taşıyorlardı. Bir taraftan da harmandaki samanı kaldırıyorlardı.   Yüzlerinin ve elbiselerinin tozu yaptıkları işlerin özelliğine somut örnekti. Klasik soruyu sordum ablama:

 

         “Kaç kod ( ortalama 20 litrelik ağaçtan yapılmış kap) tahıl çıktı? Ablam sessizce:

 

         “90 kod!” Kimseler duyup, nazar olmasın diye sessizceydi cevabı!

 

          Bu rakam benim de yol yorgunluğumu alıp gitti. İki harmanın tınazını bir arada çıkarmışlar. Rakam abartılacak kadar fazla değildi.  Çıkarılacak bir harmanımız daha vardı.

 

         Gürcistan’a hemen komşu topraklardadır köyümüz. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda arazilerimizin ortalama yarısı tarlaydı. Diğer yarısı da çayır… Her yıl ekip biçilirdi aralıksız tarlalarımız… Arpa, buğday ve mısır ekilirdi. Anne ve ablalar günlerce mısırlara çapa yapardı. Tahıllar saplarından döğenle ayıklanır. Emektar öküzlerimiz ortalama bir ay süren harmanlar zamanı dövenle döner de dönerlerdi harmanlarda.

 

         Başta patates olmak üzere, fasulye, nohut, kabak, soğan… daha bir çok sebze tarımı yapılırdı. Sadece gaz, tuz, şeker ve de giysi için Amerikan Bezi ve benzeri manifatura malları dışarıdan temin edilirdi. Tahıllar köy değirmenlerinde öğütülür, annelerimiz ekmeklerimizi evlerimizde pişirirdi.

 

         Harman zamanı ile çayır biçmeler birbirini takip eder köyde. Bizde iki mevsim yaşanır kış ortalama altı ay sürer. Geri kalan altı ayda ilkbahar, yaz ve sonbaharı yaşarız. Çayı biçme, otları taşıma tıpkı tarla işleri gibi Âdem Baba usulü kol kuvvetiyle yapılırdı. Altı ay kış için hayvanlara yetesiye ot devşirmek için el ayaları nasırlaşır tırpanla ot biçerken. Yayladan köye geldiğim kısa zaman dilimlerinde tarlada-çayırda işin bir ucundan da ben tutardım.

 

         Patos geldi köyümüze yetmişli yılların hemen başında. Patosun gelmesi tam bir devrim oldu. Artık harman işi bir günde bitirilebilir oldu. Düz araziler de traktörlerle sürülmeye başlandı. Döven, tınaz makinasının yüz yıllar süren serüveni tarih oldu. Kısa aralıklarla öküzler satıldı...

 

         Ve iç göç başladı köyümüzde de tıpkı yurdun diğer köylerinde olduğu gibi. Büyük çoğunluğu öğretmen olan memurlar ben dâhil büyük şehirlere atanma isteyip köyden ayrıldık.  Şehirlerin cazibesi çekti köyde kalan arkadaşlarımızı. Yatağını yorganını alıp onlar da şehirlere göç etti. Altmış ve yetmişli yıllarda fabrikalarda kolayca iş bulunuyordu. Ve işçi arkadaşlarımızı ücretleri, memurlarla karşılaştırılmayacak kadar iyiydi. Köyden başlayan göç çığ gibi kısa sürede büyüdü köyde yaşayan genç, orta yaşlı insanları alıp uzak diyarlara taşıdı.

 

         Gelelim günümüze!  Köyde tarla diye bir terim kullanılmıyor. Çayır oldu tüm tarlalarımız, kıraç arazideki tarlaları yabani otlar, diken ve fundalıklar kapladı. Devlet-köylü işbirliği ile yapılan sulama kanalı da tarumar oldu. Ve beş sınıflı köy okulumuz kapandı!

 

         Köyde az sayıda aile oturuyor. Traktörleri var.  Hayvancılık yapıyorlar sadece. Yazları şenleniyor köy. Şehirlerden köye dönüp doğduğumuz topraklara duyduğumuz özlemi gideriyoruz. İki adet bakkal var. Bakkallara her gün ilçeden ekmek geliyor.  Bir çuval un alıp evde ekmek pişiren aileler azınlıkta!

 

         Bizim yörede şöyle bir söz söylenir: “Sen ağa ben ağa inekleri kim sağa!”  Bu söz bire bir betimliyor ülke ve halk olarak yaşadığımız hallerimizi. Plansız, programsız sanayileşme atağı başlarsa ülkede… Sanayi tesisleri büyük bir-iki bölgedeki kentlere kurulursa; köyler boşalır. Tarlalar ekilmez çayır ve fundalığa dönüşür. Ve dışarıdan saman bile ithal edecek duruma düşer ülkemiz. Paramız değer kaybeder. Her yıl ihracat ithalatı karşılayamaz olur. Hükümetlerimiz enflasyonla mücadelede çaresiz kalır çoğu kez…

 

        

 

        

( Köyümde Tarlalar Çayır Ve Fundalık Oldu başlıklı yazı sahara tarafından 20.12.2021 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu