İlkokul yıllarımdan beri okurum. Yazmayınca, birey
okuyucu sayılmaz diye bir sav olduğunu yine okuyarak öğrendim. Şimdi de kendi
çapımda yazma denilen ummanın kıyılarında kulaç atıyorum. Yazdığım deneme/öykülerim;
daha da ilgi çeksin diye görsellerle süsleyip çeşitli platformlarda
paylaşıyorum. Hükümet bütçelerimiz niçin her yıl açık veriyor? Bu tema üzerinde
makaleler yazıyorum bugünlerde. Bu yazımda makam araba çılgınlığımızı ve bu
müzmin hastalığımızın ekonomimize olan olumsuz etkisini irdelemek amacım.
Yazılarımı
paylaşıyorum da lakin görsellerle ilgili hayal kırıkları yaşıyorum bazen!
Sigaramın Dumanı adlı deneme yazımda tütün ürünlerinin zararlarını anekdotlarla
anlattım. Görsel olarak sigara içen genç bir kadının fotoğrafını kullandım. Hiç
ummazdım: İki öğretmen arkadaş; “ bir öğretmenler gurubunda, böyle resim hiç
yakışmadı!” mealinde eleştiri getirdiler. Genç bir arkadaş, “ Z kuşağını
sigaraya özendiriyorsun…” diye yazmıştı! Belli ki, dememi okumamışlardı. Yazıyı
okuduklarını sordum! Yanıt gelmedi. O bakımdan makalemin Recaizade Mahmut
Ekrem’in Araba Sevdası romanıyla fazla ilgisi yoktur.
Bir
anekdotla başlayayım. Yıl 2005. Kalabalık nüfuslu bir ilçede çalışıyoruz. Belediye
başkanlığı iktidar partisinde… Okulda herkesin siyasi düşüncesi belli… Din
Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenimiz anlatmıştı kısa bir teneneffüs saatinde:
“
Geçen gün belediye başkanımızın makam aracını gördüm. Tekerlerinin eni şaşırttı
beni!” Bu sözler üzerine ne söylenebilir! Devam edelim yazımıza:
Küçük
çaplı bir araştırma yaptım Google üzenden. Gazeteci Semra Topçu, Almanya’da 9
bin, Japonya’dan 10 bin, Fransa’da 8 bin makam aracı ve Türkiye’de ise 125 bin
makam aracı olduğu bilgisini paylaşmış okurlarına.
Euronews’den
Kamuran Samar da tıpkı Semra Topçu gibi rakamları paylaşıyor. Olayın can alıcı
bir boyutu daha da can sıkıcı! Yukarıda adlarını andığım batı ülkelerinde ve
ekonomisi güçlü daha başka ülkelerde örneğin: Hollanda, Norveç, İsveç, Güney
Kore… gibi ülkelerde kişi başına düşen milli gelir bizim dört, beş katımız!
Kalkınmış
ülkeler, o ülkelerin idari kadrosunun kullandığı kamu aracı ve makam aracı
sayısı ülkemizdeki idari kadrosunun kullandığı araç sayılarıyla
karşılaştırılmayacak kadar az. Şöyle de bir olguyu göz önünde tutmak gerek.
Kalkınmış ülkeler büyük çoğunlukla dış alımdan çok dış satım yapıyorlar.
İlginçtir; makamlarına özel araçlarıyla hatta bisikletle giden batılı
liderlerin olduğunu görsel ve yazılı basınımızdan sık sık izliyoruz.
Son
yıllarda şu sözü duyar olduk bazı yöneticilerimizden: “İtibardan tasarruf
olmaz!” Ve dışarıdan alınan, ederi dudak uçuklatan araçlar, kola takılan pahalı
saatler, yine Avrupa’dan satın alınan kıyafetler… bu ve benzeri ürünlerle
kullanarak itibar sağlandığını öğrenmiş oluyoruz(!)
Atalarımız:
“Ayağını yorganına göre uzak.” Demişler. Hükümet bütçeleri her yıl açık veren
ülkemizde; makam aracı dâhil her alanda tasarruflu davransa yöneticilerimiz hükümet
bütçelerimiz açık vermez. Ve bütçe açığını borçla kapatan ülke durumuna
düşmeyiz. Borç bulmak için varsıl insanların kapısını çalmak birey için
karşılaşmak istenmeyen bir durumdur. Borç isteyenin boynu eğridir! Bu acı
gerçeğin bireyleri olduğu kadar yöneticileri de rencide ettiği malumdur. Ve
“Borç alan emir alır.” Denir.
Toplum
çıkarını kişisel çıkarlarından önde tutması ilkesi ülkesini seven ister
yönetici ister sade vatandaş olalım hepimizin uyması gereken bir insanlık
manifestosu sözdür. Bu sözün içeriği gereği gibi içselleştirirse özellikle yöneticilerimiz;
itibar için pahalı araç-gereç kullanma anlayışına sığınmazlar... Yöneticilerin itibarı yönettikleri
yurttaşların maddi ve manevi durumlarını iyileştirdikleri oranda saygınlık
kazanır. Yönetilen halklar bilim, sanat, kültür gibi alanlarında; örneğin tıp
dalında insanlığa musallat olan icatlar yapabilmiş mi? Dünya ölçeğinde ses getirecek ne kadar
şairler/ yazarlar yetiştirilmiş. Ülkede kişi başına gelir her yıl artmış mı? İşsizlik sorununa çözülmüş bulmada ne derece
başarılı olundu? Bu ve benzeri alanlarda bir ülke kalkınmış ülkeler düzeyine
ulaşmışsa ancak o ülkenin yöneticilerinin itibarı tartışılmaz.
Yaptıkları
başarılı çalışmalar, bıraktıkları eserler bırakan nice iyi adamlar geçti bu
topraklardan… İstiklal Marşı’mızın şairi Mehmet Akif Ersoy’un ne kadar mütevazı
yaşadığı; soğuk Ankara kışında paltosuz dolaştığı bilinir. Çünkü paltosunu bir
yoksula verilmiştir. İyi örnekleri çoğaltmak mümkün çünkü bu topraklar da büyük
adamlar yetiştirmiştir.
Cumhuriyetin
ilk yıllarında; 1924-1950 yılları arasında bakan, başbakan ve TBMM başkanı
olarak görev yapan Şükrü Saraçoğlu siyaseti bıraktıktan sonra Teşvikiye’den bir
kira evine taşınır. Otomobili olmadığı için her yere dolmuşla gider. Dr. Reşit
galip öldüğünde cebinde 5 lira vardır. Cumhuriyeti kuran kadrolar siyaseti toplum
çıkarı için yapan altın kadrolardı. Hele kurucu meclis için Ankara’ya gelen
milletvekillerinin çoğu halktan toplanan paralarla Ankara’ya ulaşmışlardır.
Adları
ve başarılı çalışmalarıyla efsaneleşen Adnan Kahveci, Recep Yazıcıoğlu… gibi yöneticiler de yaşadı. Kahveci öldüğünde
bankalarda hiç hesabı olmadığı hayretle(!) görüldü. Yazıcıoğlu valimizin örnek
çalışmalarını, kılık kıyafet ve davranışlarıyla halk adamı olduğu haberlerini
okuyarak mutlu oluyorduk.
Sözün
özü biz 1683 II: Viyana’dan beri geri çekilen ve sonunda büyük borçlar
bırakarak yıkılan bir imparatorluğun külleri üzerinde kurulan Türkiye
Cumhuriyeti’nin yurttaşlarıyız. Cumhuriyet kurulduğu zaman ülke bakımsız, halk
dayanılmaz yoksulluk içinde yaşadığını biliyoruz. Bu değerler sade, mütevazı yaşam sürdüler.
Adları Türk Ulusunun kalbinde unutulmazlara eklendi.
Kalkınma
savaşına çok geç başladık. Kalkınmanın tartışmasız biricik yolu ülke
kaynaklarını en verimli biçimde tasarruflu kullanmaktan geçer. Tutuma,
tasarrufa önem verdiğimiz ölçüde kaynaklarımız kalkınmak için harcanır.
Kullandığımız mal ve ürünleri kendi ülkemizde ürettiğimizde dış alıma fazla
gereksinim duymayız. Hatta dış satımımız dış alımdan fazla verir. Ve yurttaş
olarak her başımız dik, özgür yurttaş olma mutluluğuna ereriz. İdarecilerimiz
de gerek yurt içinde gerekse dışarıda çok daha fazla itibarlı olur.