Bir
Karadenizli fıkrasıyla çıkalım yola. Temel’le Dursun ılık bir ilkbahar günü
sahilde dolaşmaktalar. Denizden esen iyotlu havayı teneffüs edip hoşça vakit
geçirirlerken bir taraftan da sahile yakın gökyüzünü süsleyen martıların uçuşu
dikkatlerini çeker. Bir martı hafif dalgalı suya pike uçuşu yapıp yeniden
havalanır yükseklere. Temel: “Ula Dursun martı iyice alçaldı. Kuyruğu suya değdi…” Dursun Karadeniz
insanının tez canlılığıyla hemen cevap verir. “Ne dersin Temel, ben de bakıyordum
martıya. Kuşun kuyruğu suya değmedi.” Temel sinirlenir aniden: “Değdi diyorum,
kör müsün görmedin mi sen!” Dursun daha da celallenir. Neyse iki arkadaş tekme
tokat girerler birbirine. Hayli zaman yumruklaşırlar. Yorulur ikisi de. Aptalca
kavga ettiklerine hayıflanırlar.
Dursun.
“Temel, yok yere kavga ettik. Hâlbuki kuşun kuyruğu suya değmemişti.” Temel de
hak verir arkadaşına: “ gerçekten yok yere kavga ettik. Kuşun kuyruğu suya
azıcık değmişti.” Değmişti, değmemişti derken Temel’le Dursun yeniden kavgaya
tutuşurlar. Sonunda iyice yorulup kavga edemez hale gelince mahcup bir halde
evlerine yollanırlar.
Ülkemizde
öyle anlamsız, toplum yararına azıcık da olsa yararı dokunmayacak olaylar
yaşanıyor ki, sormayın gitsin. İnanıyorum gelecekte ben diyeyim yarım, sizler
deyin yüz yıl sonra bu topraklarda yaşanan olayların yazıldığı tarih
kitaplarını okuyanlar hayretler içinde kalacak. Dedelerimiz ne anlamsız
olayları gündemlerinde tutmuşlar diyecekler.
Bunun
gibi tarihimizin derinliklerinde ne kadar çok kavramakta zorlandığımız olayların
yaşandığını da okuyoruz. Örneğin: Ankara Savaşı. İki Türk cengâveri Yıldırım
Beyazıt ve Timurlenk. Yaşadıkları coğrafyanın iki güçlü devletinin aynı ırkın
insanları. Üstelik her ikisi de Müslüman. Neymiş efendim sorun? Ben büyüğüm,
bana tabi ol! Hayır, ben senden daha büyüğüm! Ve iki Müslüman Türk ordusu
arasında kanlı bir savaş… Türklük ve Müslümanlığa bu savaş ne kazandırmış?
Kocaman bir hiç!
Ve II:
Viyana kuşatması. Amaç ne? İmparatorluk tabii sınırlarına çoktan erişmiş.
Duraklama alametleri ayan beyan ortada. Ne işin var senin ey Merzifonlu Viyana
önlerinde..! Sonuç, tanımı olanak dışı büyük bir yıkım, hüsran… Örnekler çok.
Denebilir ki, yaşanan bu iki savaşı o zamanın koşullarında değerlendirmek
gerekir. Bu ve buna benzer örnekleri hangi zaman değerlendirilse
değerlendirilsin haklılıkları akıl terazisinde ağır çekmez.
Gelemiz
günümüze. Ülkemizde özellikle son 30 yılda günden oluşturan kadınlarımızın
başörtüsü konusu üzerine yaşananlar... Yaşananları kronojik olarak yaşayıp
gözlemlediklerimle aktarmak isterim. Beş sınıflı köy ilkokulumuzda kız
arkadaşlarımız biz erkekler gibi siyah önlük giyer, beyaz yakalık takarlardı.
Kız arkadaşlarımızın saçları örülü olurdu genellikle. Ve salçalarına kordela
takarlardı. Orta dereceli okullarda erkekler kravat takar, kız öğrenciler yine
siyah önlük giyerdi. Kız arkadaşlarımızın ve kadın öğretmenlerimizin başları
açıktı.
Açık
kalplilikle itiraf etmeliyim; Türkçemiz
’de türban, sıkmabaş kelimeleri girmesini yıllar sonra duymaya başladım Bu
kelimeleri son 30 yılda Mısırdaki sağır sultan bile duyar oldu. Tabir caizse
90’larda türban dinimizin birinci şartı olarak kabul edildi neredeyse! Dini
özgürlüğün sembolü olarak ortaya atıldı. Üniversiteye sokulmadı türbanlı
öğrenciler. Türban serbestliği sadece yükseköğrenim yapacak kızlarımız için
isteniyordu. Bu olanak sağlandı. Daha sonra kamusal alanda çalışanlarında
başlarını örtmeleri istendi. Bu da oldu…
İktidarı,
muhalefetiyle mutabakat sağlandı memlekette. Artık adına başörtüsü mü, sıkmabaş
mı, türban mı denirse densin bu konu ülke gündeminden düştüğüne inandık ulusça.
Ben de inandım. Ne kadar saf ve cahilmişim! Turban olayı pişirildi yine ülke
gündemine oturtuldu. Meğerse sorun yetesiye çözülememiş.
Sorunu bir
kanunla bitirelim diye ortaya çıkar bir parti. Olmaz! Anayasal güvenceye alalım
önerisiyle karşı atak başlar meclisimizde. Ne diyeyim bilemem! Eskilerin
deyişiyle betimleyelim bu kısır tartışmaları: “Allah encamını hayra tebdil
etsin!”
Söyleyiverelim
bir kez daha. Bu konu ülkemizde gündemden düşmüştü. Aynı konuyu yeniden pişirip pişirip gündeme
getirmenin kime ne faydası var? Kadınlarımızın kız çocuklarımızın saçlarını
göstermeyecek düzeyde başlarının kapalı ya da açık olması öğrencilerimizin daha
nitelikli öğrenim görmesine katkı mı sağlıyor? Kamuda verimliliği mi artırıyor?
Üretimde, istihdamda artışa mı neden oluyor? Dışsatımın dış alımı geçmesine mi
yarıyor?
Kısır
tartışmaların elbette çeşitli nedenleri var. Öncelikle toplumun çoğunluğunu
etkileyen konular gündeme gelmemesini istemek en can alıcı neden. Alıcısı
oldukça suni gündem oluşturmak için fazla emeğe, sermayeye gerek de yok…
Laik sistemle yönetilen ülkelerde bireyin
kılık kıyafetine, tinsel dünyasına hükümetler karışmaz. Ve de siyaset malzemesi
yapmaz, yapamaz. Batı bireyi kılık kıyafetine değil yetkinliğine, bilgi
birikimine göre değerlendirilir.
Bu topraklarda laiklik içselleştirilse turban
konusu hemen kalkar diye inananlardanım. Bir kere inanç olgusu bireyle Allah
arasında bir akittir. Allah insanları en değerli varlık olarak yaratmış ve
bizlere akıl vermiş. Aklımızı kullanalım, düşünelim, olayları sebep sonuç
ilişkileri içinde irdeleyelim, soru soralım diye. İsteyen inanır, isteyen
inanmaz, isteyen başını kapatır istemeyen kapatmaz. Buna bireyin kendisinin
karar vermesi gerekir.
Eğer
eğitim sistemimizi örneğin bir Finlandiya benzeri kıstaslarla düzenlersek
cumhuriyetimizin ilk onlu yıllarındaki düzeyde eğitime önem verirsek yarım
kalan halkımızın aydınlanması tamamlanmış olur. Böylece yurttaş olma bilincini
içselleştiren halkımız toplum yararına olmayan gündemlere ilgi göstermez. Ve gelecek
kuşaklar bizlerin zamanımızı ne kadar anlamsız olaylarla geçirdiklerine
hayıflanmış olur.
Ve son
söz: Kadınlarımızın başlarını örtmeleri Allah nazarında günah teşkil ediyorsa
onun sorumluluğunu bireyler hesap gününde tüm âlemleri yaratan Allah’a(cc)
verir.